0

ÜNİTE 1 ÖĞRENME ALANI: İNANÇ

İNSAN VE KADERİ

1. Kader ve Kaza Kavramları

2. İnsanın Kaderle İlgili Bazı Özellikleri

2.1. Akıl Sahibi Olmak

2.2. Özgür Olmak

2.3. Sorumlu Olmak

3. Kaderle İlişkilendirilen Bazı Kavramlar

3.1. Ecel ve Ömür

3.2. Rızık

3.3. Afet

3.4. Sağlık ve Hastalık

3.5. Başarı ve Başarısızlık

3.6. Tevekkül

3.7. Hayır ve Şer

1-KAZA VE KADER KAVRAMLARI

Kader ve Kaza Ne Demektir
İmanın şartlarından altıncısı, kader ve kazaya, ister iyi, ister kötü, her şeyin Allah'ın bilmesi, dilemesi ve yaratmasıyla olduğuna inanmaktır.
Kainatta, olacak şeylerin zamanını, yerini, özelliklerini ve nasıl olacaklarını, henüz onlar olmadan Allah'ın ezelde bilmesi ve takdir etmesine kader denir.
Allah'ın ezelde takdir ettiği şeyleri zamanı gelince bu takdire uygun olarak yaratmasına kaza denir.
Kaderi bir plana benzetirsek, Kaza da plana uygun olarak o şeyin yapılmasıdır. Kainatta meydana gelen her şey, Allah'ın bilmesi, dilemesi ve yaratması iledir. O'ndan başka yaratıcı yoktur.
Kader ve Kazaya iman etmek, her şeyin Allah tarafından belirlenmesine ve zamanı gelince belirlendiği gibi yine Allah tarafından yaratılmasına inanmak demektir.

Kader inancının faydaları :

İnsan belli ölçüler içerisinde serbestçe davranabileceğini, rızkını kazanabilmek için çalışması gerektiğini öğrenir. Her hangi bir felakete uğrarsa bunun Allah tarafından olduğunu düşünerek bunalıma düşmez. İnsanın soğuk kanlı ve dayanıklı olmasını sağlar. Böylece insan, cesur ve sabırlı olur, her şeye rağmen çalışmaya devam eder. İnsan kendi isteği ile yaptığı işlerden sorumlu tutulacağını bildiği için seçme hürriyetini iyi işlere kullanır. Cezayı gerektiren işlerden sakınır. Böylece kader inancı, kişiye sorumluluk duygusu kazandırır.
Kadere inanan bir kimse çalışmalarında başarılı olamadığı veya bir felaketle karşılaştığı durumlarda karamsarlığa düşmez, morali bozulmaz. Çünkü, Allah'ın her işinde bir gaye ve hikmet olduğunu, insanın sınırlı güce sahip bir varlık olarak yaratıldığını, gücünün yetmeyeceği işlerden sorumlu olmayacağını bilir ve Allah'ın takdirine boyun eğer, ona sığınır. Bu inanç, insana rahatlık verir, üzüntüsünü giderir.
Kader inancı bize, kainatta her şeyin bir plan dahilinde ve bir gayeye yönelik olarak var edildiğini, her şeyin bir sebebi olduğunu öğretir.
Bu inançla insan hayatta başarıya ulaşmanın yollarını ve sebeplerini araştırarak üzerine düşen görevleri yerine getirmeye çalışır.

2. İnsanın Kaderle İlgili Bazı Özellikleri

2.1. Akıl Sahibi Olmak

Kuran-ı Kerim'e göre İnsanı insan yapan, onun her türlü fiillerine anlam kazandıran, Allah'ın emir ve pasakları karşısında sorumluluk artma sokan ona verilen akıldır Bu nedenle Kur'an ayetleri genellikle aklı doğru kullanmanın ve düşünmenin önemine dikkat çekinişlerdir.

Yüce Allah insanları akıllı varlıklar olarak yaratmıştır. Akıl, insan dışında hiç bir varlığa verilmemiştir Aslında insanı, diğer varlıklardan ayıran en belirgin özelliği akıldır denilebilir.

"Siz... Aklınızı kullanmıyor musunuz?"

^ "Siz hiç düşünmez misiniz?'

"Hala akıl erdiremiyor musunuz?"

Ayetleri buna örnektir

2.2. Özgür Olmak

Özgür olmak demek Allah'ın kovmuş olduğu temel kanunlar karşısında insanın istediğini seçmesi, tercih yapması, karar vermesi. dileğine yönelmesi demektir. Bu insanın aynı zamanda irade kavramını da içine almaktadır.

Yüce Allah insana ihtiyaç duyduğu her türlü bilgiyi vermiştir. İnsanları peygamber ve kitaplar aracılığıyla bilgilendirerek doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü, güzeli ve çirkini öğretmiştir Daha sonra insanı yapıp yapmamakta özgür bırakmıştır. Dilediğini seçme hakkı vermiştir, Bununla beraber, diğer varlıklardan farklı olarak bu özellik ve haklara sahip oldukları için tercihlerinin veya seçimlerinin sonuçlarından sorumlu olacaklarım da söylemiştir,

İnsanın hur irada sahibi olduğunu Kur'an ı Kerim şu ayetlerle bildirmekledir: "Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. İsler şükredici olsun, ister nankör."

'Kim iyi bir iş yaparsa lehine, kim de Kötülük yaparsa aleyhinedir….”

2.3. Sorumlu Olmak

Sorumlu olmak demek, yüklendiği işten dolayı hesaba çekilmek. Mesuliyet taşımak demektir. İnsanın Allah katında sorumlu olması, yaratılırken kendisine verilen akıl ve irade taşımasından dolamdır Aklı ile bilgiye ulasan, onu kullanan, doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü, güzeli ve çirkini anlayan ve irade ile de ne yapıp yapmayacağına karar vererek davranışlarım seçebilen insan, yaptıklarından sorumlu tutulmuştur.

İNSAN FİİLLERİNDEN NİÇİN SORUMLUDUR:

Allah-ü Teala insana diğer varlıklardan farklı olarak irade ve akıl vermiştir. Peygamberler vasıtasıyla iyi ve kötü davranışlar kendisine bildirilmiştir."Allah hiç kimseye gücü yetmeyeceği şeyden dolayı sorumlu tutmaz" hadisinde de belirtildiği gibi, Allah insanı gücü yetmeyeceği şeyden sorumlu tutmaz. İnsan kendinde bulunan iradesi ve aklıyla seçimini iyi yönde kullanırsa sevap, kötü yönde kullanırsa azap görür.

İnsanın Sorumluluğu
İnsanın işleri iki kısımdır:
Birincisi, kendi isteği dışında olan işlerdir. Bir hastalıktan dolayı elinin titremesi, kalbinin çalışması, boyunun kısa veya uzun olması gibi. Bunlar doğrudan doğruya Allah'ın dilemesi ve yaratması ile meydana geldiğinden insan bu işlerden sorumlu değildir.
İkincisi, insanın isteğine bağlı olarak meydana gelen işlerdir. İnsanın oturup kalkması,yürümesi, elleri ve diğer organları ile yaptığı işler kendi isteğine göre Allah'ın yaratması ile meydana geldiğinden insan bu işlerden sorumludur.
Her şeyi takdir eden ve yaratan Allah'tır. Ancak, tasarladığı herhangi bir işi yapıp yapmamakta Allah insana bir irade, yani seçme hürriyeti vermiştir. İnsan bu irade ile iyilik etmeyi seçer, gücünü de bunu yapmak için kullanırsa Allah, iyiliği yaratır. Eğer insan kötülük yapmayı seçer, gücünü de bunu yapmak için kullanırsa Allah kötülüğü yaratır.
Görülüyor ki, insan neyi yapmak isterse Allah onu yaratır. "Hayır ve şer Allah'tandır. Yani iyilik ve kötülük Allah'ın yaratması iledir." sözünün anlamı budur.
İnsanın yaptığı işlerden sorumlu tutulmasının sebebi, işte bu seçme hürriyetine sahip olması ve gücünü tercih ettiği şeyi yapmak için kullanmasıdır. Bunun içindir ki her insan iradesi ile yaptığı işlerden sorumludur. Hayır işlemiş ise, mükafatını, kötülük yapmışsa cezasını görecektir.

3. Kaderle İlişkilendirilen Bazı Kavramlar

3.1. Ecel ve Ömür

Ecelin sözlük manası: önceden tespit edilmiş belli bir zaman ve süre belirlenen son demektir. Terim olarak ecel, insan hayatı ve diğer canlılar için belirlenmiş süreyi ve bu sürenin sonunu, yanı ölüm anını ifade eder.

Ömür kelimesi ise ecel ile eş anlamlıdır

.

Cenab-ı Allah'ın dışındaki tüm varlılar ölümüdür. Yaratılan her nesne

mutlaka ölüp yok olacaktır. Yüce Allah evrendeki her şey için belirli bir süre tayin emiştir. Bu süreyi Allah'tan başkasının bilmesi mümkün değildir.

3.2. Rızk

Rızk sözlükle; yiyecek ve içecek şey. azık, nimet, kısmet, faydalanılan şey gibi anlamlara gelmektedir. Terim anlamı ise; Yüce Allahın canlılara yiyip içmek ve yararlanmak için verdiği her türlü şey demektir

İslam inancına göre herkes kendi rızkını yer. Hiç kimse başkasının rızkını yiyemeyeceği gibi bir başkası da onun rızkını yiyemez, Helal rızk için çalışmak ve çabalamak bizden, yaratıp vermek ise Allah'tandır,

3.3. Afet

Sözlükte: bela, musibet, felaket, hastalık, kusur anlamlarına gelen afet Terim olarak isabet ettiği şeyi faydalı olmaktan çıkaran durum şeklinde tanımlanmaktadır. Afet, daha çok insanın hür iradesine bağlı olmayan bir durumdur. Yüce Allah tarafından takdir edilen, nerede, ne zamanı ne olacağını hiç kimsenin bilmesi asla mümkün olmayan filler için kullanılır.

3.4. Sağlık ve Hastalık

Kaderle ilişkilendirilen kavramlardan biri de sağlıktır. Sağlık kelimesinin sözlük anlamı, afiyet.sıhhat, selamet içinde bulunmak felaketten uzak olmak demektir. Hastalık ise; sağlık durumunda meydana gelen bozukluk demektir.

Sağlık ve hastalıkla ilgili bazı fiiller Allahın takdirindedir. İnsanların bunda herhangi bir tercihi söz konuşu değildir. Bu sebeple sorumlu tutulmaları gerekmemektedir. Mesela, alınması gereken tüm tedbirler alındıktan sonra, solunum yoluyla hastalığın vücuda girmesi insanın elinde olmayan bir şeydir, insan hastalanmasından dolayı sorumlu tutulmaz.

3.5. Başarı ve Başarısızlık

Başarı veya başarısızlık da Kader ile ilişkilendirilen kavramlardandır. Bu kavramların sonuçlarını belirlemek insanın elindedir. Şüphesiz her şeyi yaratan Cenab-ı Allah tır. O'nun izni olmadan hiçbir şey olmaz. O dilemediği sürece bizim yaşamamız nefes almamız, başarmamız mümkün değildir.

Ancak başarının bize nasip olması için, Allah'ın bizim gayretimizi görmesi gerekir. Gayret ve çalışmanın olmadığı yerde başarı olmaz.

3.6. Tevekkül

Tevekkül : Bir işin olması için gerekli bütün çalışmaları yaptıktan sonra sonucu Allah’a bırakmak ve O’na güvenmektir. Mesela; Bir çiftçinin tarlasını sürmesi, ekmesi ve her türlü bakımını yaptıktan sonra Allah’a güvenmesi gibi.

3.7. Hayır ve Şer

Hayır:İyilikler,güzellikler ve helal olan işlerdir.Allah bu tür işlerin yapılmasına razıdır ve karşılığını verir.

Şer:Kötülüktür.Haram olan davranışlardır.Allah bu tür davranışlardan razı değildir;fakat bu tür kötü davranışlara müdahale etmez.

karşılığını verir.

"Kim zerre miktarı kötülük işlerse mutlaka karşılığını görecektir.

"Kim zerre miktarı iyilik işlerse mutlaka karşılığını görecektir.(Zilzal 7-8 )

TERİMLER

Kader : Allah’ın sınırsız ve sonsuz bilgisiyle meydana gelecek olayları önceden bilip takdir etmesidir.

Kaza : Allah’ın önceden bilip takdir ettiği olayların zamanı gelince ortaya çıkmasıdır.

Külli irade : Allah’ın sonsuz iradesine denir.

Cüz’i irade : İnsanların sınırlı iradesine denir.

İslam'da Tevekkül Anlayışı ve Çalışmanın Önemi
Tevekkül, yapacağımız herhangi bir iş için bütün gücümüzle çalışıp elimizden geleni yaptıktan sonra, sonucu Allah'tan beklemektir.
Bunu bir misal ile açıklayalım:
Tarlasından iyi bir ürün almak isteyen bir çiftçi; önce tarlayı güzelce sürüp tohumu eker, gübresini atar, gerekirse sulamasını da yapar. Ekinin zararlılardan korunması için her türlü tedbiri de aldıktan sonra gerisini Allah'a bırakır, O'na güvenir. Çünkü çiftçi, elinden geleni yapmıştır. Artık ekinin büyümesi ve ürün vermesi için Allah'a güvenecek, sonucu O'ndan bekleyecektir. Gerçek tevekkül budur.
Yoksa hiç çalışmadan bir işin oluvermesini istemek, kendinin yapması gereken şeyleri Allah'tan beklemek, tevekkül değildir. Müslüman’a yakışmayan yanlış bir düşüncedir.
Devesini dışarıda bağlamayıp salıveren ve Allah'a tevekkül ettim diyen bir kişiye Peygamberimiz (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurdu: "Önce deveni bağla, sonra tevekkül et." Peygamberimizin bu sözünden anlaşılıyor ki Müslüman önce elinden geleni yapacak, sonra Allah'a tevekkül edecektir.
Namaz kılmak, oruç tutmak nasıl dinî bir görev ise, geçimini sağlamak için çalışıp kazanmak da ibadet değeri taşıyan bir görevdir.
Yüce Allah: "Namaz kılınınca yeryüzüne dağılın ve Allah'ın fazlından nasibinizi arayın." buyurmuştur.
Hz. Ömer şöyle demiştir: "Hiç biriniz rızkını aramaktan vazgeçip Allah'ım bana rızık ver demesin, biliyorsunuz ki, gökten ne altın yağar ne de gümüş." Görülüyor ki, çalışmak dinimizin emri, müslümanın görevidir. Bir işi başarmak için önce elimizden geleni yapacağız, bütün gücümüzle çalışacağız. Sonra bizi başarıya ulaştırmasını Allah'tan bekleyeceğiz, O'na güveneceğiz.
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de "Hakikaten insan için çalıştığından başkası yoktur" buyurarak çalışmanın önemini bildirmiştir.
Peygamberimiz de: "Kişinin yediği en hayırlı yemek, elinin emeği ile kazandığı yemektir. Allah'ın Peygamberi Davut (a.s.)'da elinin emeği ile geçinirdi." buyurmuştur.
Dinimiz, çalışmaya büyük önem vermiş, helal kazanç sağlamak için çalışmayı ibadet olarak değerlendirmiştir.
Çalışan insan hayırlı insandır. Çünkü, insan çalışmakla hem kendisine, hem ailesine, hem de milletine yararlı olur.
Peygamber Efendimiz: "İnsanların hayırlısı, insanlara yararlı olandır." buyurarak bu gerçeği açıklamıştır.
Müslüman hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışmalı, yarın ölecekmiş gibi de ahiret için hazırlık yapmalıdır.
Peygamberimiz, daima çalışmayı tavsiye etmiş "İki günü birbirine eşit olan aldanmıştır." buyurarak Müslümanların her gün daha ileri gitmesini istemiştir.
Sevgili Peygamberimiz şu mübarek sözü ile bize dünya ve ahirette mutlu olmanın yollarını göstermiştir. Buyuruyor ki:
"Sizin hayırlınız; dünyası için ahiretini terk etmeyen, ahireti için de dünyasını terk etmeyip her ikisi için çalışan ve insanlara yük olmayandır."
O halde Müslüman hem dünya, hem de ahiret için çalışacak, her gün daha ileri gidecektir. Dinimizin emri budur.

İRADE:Sözlükte; Dilemek , istemek manasına gelir.Varlıkların akıl yoluyla tercih etme,planlama melekesidir.

1-KÜLLİ İRADE:Allahın İradesidir.Mutlak ve sınırsızdır.

2-CÜZ'İ İRADE: İnsanın iradesidir.Sınırlıdır.İnsanın istemesi Allahın rızasına bağlıdır.Allah dilerse verir,dilemezse vermez.

İNSANIN FİİLLERİ:İnsanın yapmış olduğu bütün iradeli ve iradesiz fiilleridir.

1-İRADELİ FİİLLERİ:İnsanın yaptığı bilerek ve isteyerek yaptığı davranışlardır.İnsan bu tür davranışlarından dolayı sorumludur.

2-İRADESİZ FİİLLER:İnsanın iradesi dışında gelişen ve Allahın iradesine veya reflex olarak ortaya çıkan olaylar ve fiillerdir.

ÜNİTE 2 ÖĞRENME ALANI: İBADET

İSLAM’DA İBADETLERİN FAYDALARI

1. İbadetlerin Bireysel Faydaları

1.1. İbadetler İnsanın Yaratanı ile İlişkisini Güçlendirir.

1.2. İbadetler İnsanın İç Huzurunu Güçlendirir.

1.3. İbadetler İnsanda Güven Duygusunu Geliştirir.

1.4. İbadetler İnsanda Sorumluluk Bilincini Geliştirir.

2. İbadetlerin Toplumsal Faydaları

2.1. İbadetler Güzel Ahlâkın Gelişmesine Katkıda Bulunur.

2.2. İbadetler Kötülüklerden Alıkoyar.

2.3. İbadetler Sabrı ve Diğerkâmlığı Öğretir.

2.4. İbadetler Sosyal Yardımlaşmayı Teşvik Eder.

2.5. İbadetler Kaynaşmaya Katkıda Bulunur.

3. İSLAM'DA İBADET ANLAYIŞI

ibadet; sözlükte, Yüce Allah'ın emir ve yasaklarına itaat etmek ve kullukta bulunmak anlamlarına gelmekledir. Terim olarak ibadet; bi­zi yaratan ve çevremizi bin bir türlü nimetlerle donatan Yüce Rabb'imize karşı saygıda bulunmak, onun emir ve yasaklarına uymak, yapmakla yükümlü olduğumuz kulluk görevini yerine getirmektir.

insanın görevi, varlığını borçlu olduğu yaratıcısının emir ve yasak­larına göre hareket etmek, iş ve davranışlarında onun hoşnutluğunu gözetmektir. Allah'ın nelerden razı olup nelerden razı olmadığını öğ­renmek ise kulluk görevinin yerine getirilmesinde önemli bir rol oy­nar.

ibadet sadece namaz, oruç gibi şeylerle sınırlı değildir. Bu ibadet­lerle beraber, Allah'ın rızasına uygun çalışıp, helal yoldan kazanç te­min etmek, ılım öğrenmek ve öğretmek, insanların yararına işler yap­mak, hepsi birer ibadettir.

Allah'ın bize sa­yısız iyilikleri ve ni­metleri vardır Bizi yoktan yaratıp, bize hayat veren, bütün evreni hizmetimize sunan, bize akıl ve­rerek üstün bir var­lık yapan Allah'tır. Akıl gücünü kulla­narak niçin ona iba­det etmemiz gerek­tiğini anlamak zor değildir. Örneğin; bize verilen küçük bir hediye, yapılan bir iyilik karsısında teşekkür etmeği İhmal etmeyiz. O halde bizi yaralan, çevremizi güzelliklerle süsleyen, sayısız nimetler ve güzel duygular veren Yüce Allah'a kullukta kusur etmemeliyiz.

İBADET ÇEŞİTLERİ :

1-Bedenle yapılan ibadetler : Namaz, oruç gibi.

2-Malla yapılan ibadetler : Zekat gibi.

3-Hem beden hem malla yapılan ibadetler : Hac gibi.

İslamın şartları :

1-Namaz kılmak. 4.) Hacca gitmek.

2-Oruç tutmak. 5.) Kelime-i Şehadet getirmek.

3-Zekat vermek.

-Yapılışına göre ibadet çeşitleri

1-Farz ibadetler: *Namaz (Beş vakit namazın farzları) ve kazaları,

*Oruç (ramazan orucu ) ve kazası

*Zekat

*Hacc

2-Vacip ibadetler:*Bayram namazları,

*Vitr namazı,

*Kurban kesmek

3-Sünnet ibadetler: *Namazlardaki sünnetler

*Üç aylarda , mübarek gecelerde, sevap kazanmak amacıyla tutulan oruçlar,

*Sadakalar,Fitreler,

*Umre haccı

4-Nafile ibadetler: *Her türlü ,vakit ,kaza namazları dışındaki ibadetler.(Teeccüd namazı, istiare namazı ,tövbe namazı,

*Her türlü sadaka

*Diğer insanlara karşı yapılan iyi davranışlar,

- Niçin ibadet ediyoruz?Biz insanları yaratan yüce Allahtır.Allah bizlerin yaptığı hiçbirşeye muhtaç değildir.Ancak biz müslümanlar Allaha olan sevgi ve saygımızdan, kulluğumuzdan dolayı şükür ifadesi olarak ibadet ederiz.Allah Teala Kur'anda " Ben insanları ve cinleri yanlızca bana kulluk etsinler diye yarattım."buyurur.Allaha yakınlığımız O'na karşı yaptığımız ibadetlerle ölçülür.İnsan Şeytanın şerrinden Allaha sığınmak ve verdiği nimetlere şükür etmek zorundadır.Bu sebeple Allaha ibadet eder yasaklarından kaçınırız.

-İbadetlerin bizlere kazandırdığı iyi alışkanlıklar nelerdir?

1-Allahın rızasını kazandırır.

2-Günlük hayatımızı düzene koyar.

3-Temizlik alışkanlığı kazandırır.

4-Ahlakımızı ve davranışlarımızı düzenler,

5-Başkalarına karşı sorumluluklarımızı yerine getirmemizi sağlar.

6-Toplumda kargaşa ve anarşiyi önler.

Namazın faydaları :

Namaz; Hayasızlıktan ve kötülükten alı koyar, imanımızı kuvvetlendirir, gönül rahatlığı, sorumluluk duygusu ve temizlik alışkanlığı kazandırır.

Orucun faydaları :

Ruhu terbiye eder, iradeyi güçlendirir, insanın nefsine hakim olma yeteneğini kazandırır, ruhi olgunluğa ulaştırır. İnsanlar arasında yardımlaşma ve kaynaşmayı sağlar.

Zekatın faydaları :

İnsanın mala olan düşkünlüğünü giderir. Onu malın esiri olmaktan kurtarır. Kanaatkar ve mutlu olmasını sağlar. Zekat sayesinde zenginle yoksul arasındaki büyük farklılıklar kapanır. İnsanlar birbirleriyle kaynaşır. İnsandaki kin ve kıskançlık duyguları, sevgi, saygı ve dostluk duygularına dönüşür.

Haccın faydaları :

Hac ibadeti, insanın kötülüklerden uzaklaşmasını ve iyiliğe yönelmesini sağlar. İnsanlar arasındaki eşitlik , birlik ve dayanışmanın işaretidir. Ayrıca İslam ülkeleri arasında birlik ve beraberlik duygusunu geliştirir.

MÜKELLEFİN GÖREVLERİ

FARZ :

Farz-ı ayn : Her müslümanın yapmakla yükümlü olduğu dini emirlere denir. Namaz kılmak, oruç tutmak gibi.

Farz-ı kifaye : Bazı Müslümanların yapmasıyla diğerlerinin üzerinden kalkan dini görevlerdir. Cenaze namazı gibi.

Vacip :

Yapılması farz kadar kesin olmamakla birlikte, Allah’ın mükelleften yapmasını istediği emirlerdir. Kurban kesmek, bayram namazları, vitir namazı ve fitre vermek gibi.

Sünnet :

Peygamberimizin hayatı boyunca söylemiş olduğu sözlere, yapmış olduğu iş ve davranışlara denir. Beş vakit namazın sünneti, yemekten önce ve sonra elleri yıkamak, yemeğe besmele ile başlamak gibi.

Müstehap :

Yapılmasında sevap olup terk edilmesinde günah bulunmayan söz, iş ve davranışlardır. Farz ve Vacibin dışında kılınan namaz ve tutulan oruçlar gibi.

Mübah :

Yapılıp yapılmamasında herhangi bir günah veya sevap bulunmayan iş ve davranışlardır. Yemek-içmek, uyumak gibi.

HARAM :

Allah tarafından,yapılması kesinlikle yasaklanan fiillere denir. Zina etmek, adam öldürmek gibi. Haram ikiye ayrılır. Bunlar ;

1-Asli haram : Özünde haramlık taşıyan her şey. İçki, domuz eti, zehir ve uyuşturucu gibi.

2-Arizi haram : Helal olan bir şeyin sonradan haram olması.Ekmek helaldir. Çalınırsa haram olur.

Mekruh : Yapılması hoş karşılanmayan, iyi görülmeyen işlerdir. Güneş doğarken namaz kılmak, soğan, sarımsak gibi kokulu şeyler yiyerek camiye gitmek .

Müfsit :

Başlanmış bir ibadeti bozan,söz, iş, hareket ve davranışlara denir. Namaz kılarken gülmek, konuşmak, oruçlu iken bir şeyler yiyip-içmek gibi.

İslam’da emir ve yasaklarla ilgili genel kurallar :

1-Helalı ve haramı belirleyen yalnız Allah’tır.

2-Yasaklanmamış her şey helaldir.

3-Harama götüren her şey haramdır.

4-Bazı haramların adlarının değişmiş olması onların helal sayılmasını gerektirmez.

5-İyi niyet haramı helal kılmaz.

6-Haram veya helal olduğu kesin olarak bilinmeyen şüpheli şeylerden kaçınmak gerekir.

7-Mecburiyetler, haramların işlenmesini mübah kılar.

1. İbadetlerin Bireysel Faydaları

1.1. İbadetler İnsanın Yaratanı ile İlişkisini Güçlendirir.

İbadet Allah'a gönülden yönelme ve O’na itaat etme demektir. Allah'ın eşsiz büyüklüğü karşısında insanın kendi aczini ve ihtiyacını anlayarak O'na arz etmek ve yardım dilemektir. Her türlü ibadet kendini Allah huzurunda bulma halidir.

İbadet esnasında kişinin ruhunda dinî bir atmosfer canlanır ve bu hal içinde duygular incelir, yücelir. Kur'an ı Kerim'de "Şüphe yok ki beni Allah'ım Benden başka hiçbir ilah yoktur O halde bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl." buyurulmaktadır.

Yüce Allah'ın bizler için yaptıklarını, var ettiği bunca nimetleri ve güzellikleri düşünen insan ona karşı derin bir inanç besler. Allah'a inanan insan, bir kötülük yaptığında bundan pişmanlık duyar. Allah'ın merhametini: sığınıp ondan bağış diler. Allah'ın bağış­layıcı ve merhameti geniş bir varlık olduğunu düşünmek İse insana huzur verir. Yaşama sevincini artırır.

iman, güzel davranışlarla ve ibadetlerle desteklenmezse kuvvetlenemez. Dinimizin öngördüğü inanç ve ibadetler bedenimize ve iç dünyamıza dinçlik katar örneğin, namaz, oruç, hac ve zekat bu iba­detlerden bazılarıdır. Böylece iman ruha ve iradeye en büyük desteği sağlayan önemli bir etken olarak karsımıza tıkmaktadır.

İnancın ibadete etkileri :

1-İman, ibadetin kaynak ve sebebini teşkil eder.

2-İman, ibadetin kabul olması için şarttır.

3-İman, insanı mutlu, huzurlu kılar, iradesini güçlendirir.Kişiye düzen ve disiplin kazandırır.

4-İman, insana büyük idealler kazandırır.

1.2. İbadetler İnsanın İç Huzurunu Güçlendirir.

Yapılan ibadetler, dua, iyilik ve hayırlar insan ruhunda derin etkiler meydana getirir. Örneğin; kılınan namazlar, tutulan oruçlar, yoksulların ihtiyacını karşılamak için verilen zekatlar insana huzur verdiği gibi onun Yüce Allah'a yakınlaşmasına da katkı sağlar. Zekat, fitre, sadaka gibi mali ibadetler yoluyla kişi başkalarının mutluluğu için katkı sağla­manın ve bir yoksula yardım etmenin verdiği tarifi mümkün olmayan bir mutluluk yaşar. İçi insanlara karsı sevgi hisleriyle dolar. Kin ve nef­ret gibi kolu duygulardan uzaklaşır, üstelik ibadetler sadece bunlarla da sınırlı değildir.

1.3. İbadetler İnsanda Güven Duygusunu Geliştirir.

Allah’ı hatırlama ve anmanın, O’na bağlılığın ifadesi bütün ibadetlerin özünü oluşturur. Allah’ı hatırlayan, O’nu varlığında hisseden kimse, günlük şuurun sıradan etkisi dışına çıkarak var oluşun üstün bir boyutuna açılır. Böylece ibadet kişiyi, zaman ve mekanın ötesinde hiçbir şeye benzemeyen ilahi hakikatle karşı karşıya getirmekle onda bir şuur genişlemesine imkan verir. Bu da insanın ruhi potansiyellerini daha iyi kullanmasına, duygu ve düşüncelerinin derinleşip incelmesine, manevi yönden olgunlaşmasına yol açar. Ruhi güç ve enerjilerin harekete geçmesini sağlayan ibadetler kişiliği zenginleştirip güçlendirmekte, direnme ve dayanma kabiliyetini arttırmaktadır. Farklı zaman ve mevsimlere yayılmış olan İslami ibadetler insan hayatının her yönünü kuşatmakta, kişide iç disiplin ve kendi kendini kontrol sistemi olarak görev yapmaktadır.
1.4. İbadetler İnsanda Sorumluluk Bilincini Geliştirir.

Allah'a inanan kişi, her hususta sorumluluk sahibi olduğunu bilir insanların hakkına hukukuna tecavüz etmez, onlara karşı iyilik, cömertlik, yardımseverlik gibi güzel duygular içerisinde bulunur, Birlik, beraberlik, kardeşlik duygulan içerisinde hareket eder, insan haklarına saygılı olduğu gibi toplum düzeninin sağlanma­sında da önemli bir rol oynar. Kendisini de insanları da mutlu etme­ye çalışır.

Örneğin Ahiret gününe inanmak insana sorumluluk duygusu kazandırır. Sorumluluk duygusu taşıyan bir insan davranışlarına dikkat eder.
Ahirete inanmak demek; öldükten sonra tekrar dirileceğimize ve dünyada yaptığımız işlerden Allah'ın huzurunda hesap vereceğimize, iyilik yapanların mükafat göreceklerine, kötülük işleyenlerin cezalandırılacaklarına inanmak demektir. Bu inanç insanı kötülük yapmaktan sakındırır, iyiliğe ve doğruluğa yönelterek ahlak ve fazilet sahibi yapar. Bu inanca sahip insanlardan meydana gelen bir toplumda hiç kimse başkasına zarar vermez, herkes birbirinin hakkına saygı gösterir, elinden geldiğince iyilik yapar. Bu davranışlar kişiler arasında karşılıklı olarak sevgi ve güven duygularını geliştirir.

2.2. İbadetler Kötülüklerden Alıkoyar.

Toplumsal hayatta huzursuzluklara neden olan taşkınlıklar, büyük ölçüde insanın hayvanî yönünü tatmin eden maddi zevklere düşkünlüklerden kaynaklanır. Maddi zevk deyince de akla, yeme, içme ve cinsel ilişki gibi zevkler gelmektedir. İşte oruç, bu bağlamda insanı maddi zevk ve şehvetler peşinde koşmaktan alıkoyan bir ilaç niteliğindedir. Nitekim Peygamber (s.a.s.), "Oruç bir kalkandır. Sizden biriniz oruçlu olduğu bir günde kötü söz söylemesin, kavga etmesin. Ona birisi sataşır veya küfrederse, "Ben oruçluyum" desin..." Bu hadisin de dile getirdiği gibi oruç, bilenler için gerçekten bir kalkandır. Kişiyi kötülüklere karşı korur. Toplumsal barışın ve birlikteliğin sağlanmasında da oruç etkin rol üstlenmektedir. Çünkü oruçlu kavgalara, kötü sözlere açık değildir. Onun sadece midesi değil aynı zamanda dili, eli, gönlü, bütün uzuvları dünyada bu tür çirkinliklere karşı iftarı olmayan bir oruçtadır. Evet kısa vadede onun dilinin iftarı güzel sözdür, gönlünün iftarı güzel duygulardır; elinin iftarı, hayır işlerde kullanmaktır, gözünün iftarı güzelliklere bakarak Yüce Rabbi'nin kudret ve kuvvetini anlamaktır. Aklın iftarı, millet ve insanlığa huzur verecek bilgi ve düşünceler üretmektir. Uzun vadede ise bu uzuvların iftarı, Yüce Rabbi'nin müjdesine erdiği andadır.

2.3. İbadetler Sabrı ve Diğerkâmlığı Öğretir.

İbadetlerin sağladığı faydalar bizim dışımızdaki düşünce ve ilim adamlarınca da yer yer ifade edilmektedir.

Tutacağımız oruçların, kılacağımız namazların dahası yapacağımız bütün ibadetlerin bizlere fert ya da toplum bazında psikolojik, sosyolojik, sağlık hatta ekonomik açıdan sağlayacağı faydalar inkar edilemeyecek açıklık ve boyuttadır.

İslâm dini ferdin toplum içinde uyumlu, güvenilir ve hoşgörülü olmasını sağlamaya yönelik düzenlemeler getirdiği gibi onun yaratıcı ile olan bağlantısını daha derinden hissetmesine, devam ettirmesine ve geliştirmesine hizmet edecek düzenlemeler de getirmiştir. Bu düzenlemelerin bir parçasını da ibadetler oluşturmaktadır. Oruç tamamen duygu yüklü, kul - yaratıcı arasındaki sevgi ve saygının doruğa ulaştığı bir ibadettir. Kul, oruçta Rabbi ile adeta baş başadır. Nitekim oruç ibadetinin en büyük özelliği, namaz ve hac ibadetlerinde olduğu gibi ne lisanla, ne de herhangi bir hareketle dışa yansıyan formel bir yapısının olmamasıdır. Bu yönüyle oruç kalbî bir ibadettir. Bu nedenle Allah Teâlâ bir

hadisi kudside "... İnsanoğlunun yaptığı herşey kendisi içindir. Oruç müstesna. O benim içindir ve onun mükafatını ben vereceğim."

2.4. İbadetler Sosyal Yardımlaşmayı Teşvik Eder.

Sosyal ilişkiler. toplumdaki maddi ve ahlaki sorunların çözümüne yardımolduğu ölçüde güçlenir. Zekat, sadaka, oruç, ve kurban gibi ibadetler sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın toplumda yaygınlaşmasında, önemli bir yeri vardır, Sosyal hayat açısından, önemli bir ibadet oran kurban kesmek, bir yardımlaşma ve dayanışma vesilesidir.

2.5. İbadetler Kaynaşmaya Katkıda Bulunur.

Namazın faydaları :

Namaz; Hayasızlıktan ve kötülükten alı koyar, imanımızı kuvvetlendirir, gönül rahatlığı, sorumluluk duygusu ve temizlik alışkanlığı kazandırır.

Orucun faydaları :

Ruhu terbiye eder, iradeyi güçlendirir, insanın nefsine hakim olma yeteneğini kazandırır, ruhi olgunluğa ulaştırır. İnsanlar arasında yardımlaşma ve kaynaşmayı sağlar.

Zekatın faydaları :

İnsanın mala olan düşkünlüğünü giderir. Onu malın esiri olmaktan kurtarır. Kanaatkar ve mutlu olmasını sağlar. Zekat sayesinde zenginle yoksul arasındaki büyük farklılıklar kapanır. İnsanlar birbirleriyle kaynaşır. İnsandaki kin ve kıskançlık duyguları, sevgi, saygı ve dostluk duygularına dönüşür.

Haccın faydaları :

Hac ibadeti, insanın kötülüklerden uzaklaşmasını ve iyiliğe yönelmesini sağlar. İnsanlar arasındaki eşitlik , birlik ve dayanışmanın işaretidir. Ayrıca İslam ülkeleri arasında birlik ve beraberlik duygusunu geliştirir.

2. İbadetlerin Toplumsal Faydaları

-İbadetlerin bizlere kazandırdığı iyi alışkanlıklar :

1-Allahın rızasını kazandırır.

2-Günlük hayatımızı düzene koyar.

3-Temizlik alışkanlığı kazandırır.

4-Ahlakımızı ve davranışlarımızı düzenler,

5-Başkalarına karşı sorumluluklarımızı yerine getirmemizi sağlar.

6-Toplumda kargaşa ve anarşiyi önler.

2.1. İbadetler Güzel Ahlâkın Gelişmesine Katkıda Bulunur.

İSLAM'IN AHLAKA VERDİĞİ ÖNEM

a. İslam ve Ahlak Kavramları

Ahlak ; iş ve davranışların , herhangi bir düşünceye ve fikri zorlamaya ihtiyaç duymadan kolaylıkla kendisinden çıktığı insan benliğine iyice yerleşmiş olan bir özelliktir.

Ahlakın konusu ; insandır. İnsan iyi ve kötü davranışlarda bulunabilir.Ahlak insana neyin iyi neyin kötü olduğunu belirterek insanı olgunluğa ulaştırmayı hedef alır. Kötülükten kurtulup iyiliğe yönelmenin yollarını gösterir.

Ahlakın kaynağı : Düşünürlerden bazıları ;

1-Ahlakın kaynağı konusunda Ahlakın toplum tarafından konulduğunu , toplumun iyi dediği şey iyi , kötü dediği şeyinde kötü olarak herkes tarafından benimsendiği iddia edilmiştir.

2- Ahlakın kaynağının haz, ve ya menfaat olduğunu söyleyenlerde olmuştur.Bunlara göre insanın yaptığı işten haz

( mutluluk ) duyduğu , fayda gördüğü şeyler ahlaki değer ifade ederler.

3- Ahlakın kaynağının toplumsal olaylarda , örf ve adetlerde , vicdanda , ekonomik olaylarda , görev anlayışında , şefkat ve merhamet duygularında arayan düşünürlerde olmuştur.

Bütün bu görüşleri ortaya atanlar birbirlerini tenkit etmiş , fikirlerini çürütmüş , fakat kendi düşüncelerini de isbat edememişler dir. Örneğin ; Ahlakın kaynağının “ haz” olduğunu söyleyenler , birine haz ve mutluluk veren bir işin , başkasına aynı anda nasıl üzüntü verdiğini açıklayamamışlardır. Spor yapmaktan hoşlanan iki gurupta manen haz alırken nasıl olup ta spordan haz alırken yenildiklerinde üzüntü duydukları açıklanamamaktadır.

4- Ahlakın kaynağı hakkında İslamında benimsediği görüşe göre ; dini duygular ve hükümler ahlakın değer yargılarını da oluşturmaktadır. Dinden kaynaklanan ahlak anlayışına göre ; içinde Allah korkusu taşıyan insan hareketlerinin kontrol edildiği ve davranışlarından dolayı mutlaka hesaba çekileceğini bildiğinden , davranışlarını başka kurallara göre değil , Boyun eğip itaat ettikleri Allahın dininde belirlilen kurallara göre düzenlemişlerdir.

ÜNİTE 3 ÖĞRENME ALANI: HZ. MUHAMMED

HZ. MUHAMMED’İN ÖRNEKLİĞİ

1. Kur’an’da Örnek İnsan ve Özellikleri

2. Hz. Muhammed Bizim İçin Bir Örnektir.

2.1. Hz. Muhammed’in Güvenilirliği

2.2. Hz. Muhammed’in Merhametliliği

2.3. Hz. Muhammed’in Adaletli Oluşu

2.4. Hz. Muhammed’in Kolaylaştırıcılığı

2.5. Hz. Muhammed’in Hoşgörüsü

2.6. Hz. Muhammed’in Sabrı ve Kararlılığı

3. Kültürümüzde Hz. Muhammed Sevgisi

4. Kültürümüzde Ehl-i Beyt Sevgisi

1. Kur’an’da Örnek İnsan ve Özellikleri

Muhammed (a.s.)ın Soyu

Muhammed b. Abdullah, b. Abdulmuttalib, b. Hâşim, b. Abdi Menaf, b. Kusayy, b. Kilab, b. Mürre, b. Ka'b, b. Lüey, b. Galib, b. Fihr, b. Mâlik, b. Nadr, b. Kinane, b. Huzeyme, b. Müdrike, b. İlyas, b. Mudar, b. Nizar, b. Maadd, b. Adnan.

Bütün kaynaklar Muhammed (a.s.)ın, Adnan'a kadar olan atalarının gerek isimlerinde, gerek sıralarında, ittifak halinde bulundukları gibi Adnan'ın da İsmail (a.s.) b. İbrahim (a.s.)ın öz be öz soyundan geldiğinde de müttefiktirler.

Muhammed (a.s.)ın ondokuzuncu kuşaktaki atası Maadd b. Adnan; İsa (a.s.)ın muasırı idi.

İsa (a.s.) ile Muhammed (a.s.) arasındaki fetret devrinin 600 yıl oluşu da bunu ayrıca doğrular.

Maadd, babası Adnan'ın vefatından sonra, Kâbe hizmetini üzerine almış, ve Mekke Hareminden hiç ayrılmamıştır.

Adnan da; babası Üded'in vefatından sonra Kâbe hizmetini üzerine almış, Kâbe'ye meşinden örtü örttürmüş, Mekke Hareminin yıkılan sınır taşlarını da dikmişti.

Mekke halkının Kureyş diye anılması, Muhammed (a.s.)ın onikinci kuşakta yer alan ve ilk kez Kureyş lakabıyla anılan atası Nadr b. Kinane'den dolayıdır. Ve Kur'ân-ı Kerîm'de açıklandığına göre, kendileri, İbrahim (a.s.)ın soyundan gelme torunlarıdır.[1][10] Muhammed (a.s.) da, onların arasından seçilerek, onlara peygamber gönderilmiştir.

Peygamberimiz (a.s.)ın Doğumu, Doğum Tarihi ve Doğum Yeri

Peygamberimiz (a.s.); Fil yılında, Rebiülevvel ayının 12. Pazartesi günü, tanyeri ağarırken, Şı'b'daki evlerinde doğdu.

Riyaziyecilere göre; doğum tarihi şemsî aylardan Nisan ayının yirmisine rastlamış, Mısırlı Mahmud Felekî Paşa da, bunun Milâdî 571 yılı 20 Nisan Pazartesi gününe rastladığını hesapla doğrulamıştır.

2. Hz. Muhammed Bizim İçin Bir Örnektir.

2.1. Hz. Muhammed’in Güvenilirliği

Muhammed (s.a.s.) çocukluğundan beri çalışkan ve dürüstlüğü sebebiyle halk arasında "el-Emîn" (güvenilir) ve "Sâdık" (doğru) isimleriyle tanınırdı.

Hz. Peygamberimiz, ticaret yaptığı insanlara karşı çok nâzikti ve ashâbının da öyle davranmasını isterdi. Âllah'ın Rasûlü, peygamberliğinden önce de sonra da ticarî işlerinde devamlı dürüst olduğu gibi; ashâbına da aynı şekilde davranmalarını tavsiye etmişti. Medine'de devletin başına geçince ticarî sahadaki bütün sahtekârlık, fâiz, şüphe, belirsizlik, haksız kazanç, sömürü, karaborsa gibi unsurları çıkarıp atmıştır. Ağırlık ve uzunluk ölçülerini standartlara bağlayarak insanların, güvenilirliği şüpheli ağırlık ve uzunluk birimlerini kullanmasını yasaklamıştır

2.2. Hz. Muhammed’in Merhametliliği

Bütün insanlığa ve tüm âlemlere rahmet olarak gönderilen peygamberimiz (21/Enbiyâ, 107), Allah'a dâvetin önünde engel olan zâlimlere karşı; kendisinin, aynı zamanda "savaş peygamberi" (Câmiu's-Sağîr, 1/108) olduğunu belirtmiştir. Dost-düşman, kabul etmek zorundadır ki, O'nun savaşları da baştan sona bir rahmet ve merhamet kuşağı idi. O ve O'na bağlı insanlar, mecbûriyet dışında savaşmazlarken, savaştıklarında da insanları öldürmemek; tam tersine, onları ihyâ etmek için tüm yolları tek tek kullanıyorlardı. Hz. Peygamber, sulh zamanında olduğu kadar, savaşırken de rahmet peygamberi olduğunu gösteriyordu

2.3. Hz. Muhammed’in Adaletli Oluşu

Hakka yönelmek, hakkı lâyık olana vermek, haksızlıktan kaçınmak, herkese eşit davranmak anlamlarına gelen adalet sıfatı Peygamberimizde en mükemmel şekilde mevcuttu.

Peygamberimiz dünya işlerinden elini çekmiş, hayattan uzak duran bir insan değildi. O, gençlik yıllarında Mekke'de bulunan kabilelerle birlikte yaşıyor, peygamber olduktan sonra da çeşitli kabile ve milletlerle iç içe bulunuyordu. Bu kabileler zaman olmuş, boğaz boğaza gelmişler, kan dökmüşler, çarpışmışlar, savaşmışlardı. Bunların birini memnun eden bir hareket, öbürünü rahatsız ediyordu.

İşte Peygamberimiz birbirine düşman kabileler arasında hak dini yayarken onların kalplerini kazanıyor, aralarında hak, adalet, insaf ve kardeşlik filizleri yeşertiyordu. Bu uğurda pekçok zorluklarla karşılaşıyordu. Fakat zerre kadar olsun, adalet ve insaftan ayrılmıyordu.

Arapların nüfuzlu ve zengin olanları, toplum içinde kendilerine ayrı bir yer ayırır, başkalarına, özellikle kimsesiz ve fakir kimselere yaptıkları baskıların kendilerine yapılmasına dayanamazlardı.

Mahzumîlerden bir kadın hırsızlık etmişti. Kureyşliler şerefli bir kabileden olan bu kadının cezalandırılmasını istemiyorlardı. Üsâme bin Zeyd'i Peygamberimiz çok seviyordu. Onu kırmayacağını biliyorlardı. Üsame'yi araya koyarak, Peygamberimizin bu kadına ceza vermemesini ricacı için gönderdiler. Peygamberimiz, Hz. Üsame'ye şöyle buyurdu:

"İsrailoğulları bu gibi taraf tutmaları yüzünden helak oldular. Bunlar fakirlerine en şiddetli ceza verirken, nüfuzlu ve zengin olanlarına ceza vermezlerdi."

Peygamberimiz, adaleti uygularken din farkı gözetmezdi. Hak sahibi bir Yahudi de olsa, Müslümandan hakkını alır, ona verirdi.

2.4. Hz. Muhammed’in Kolaylaştırıcılığı

Peygamberimizin ahlâkının en önemli özelliği, Allah vergisi oluşudur. O bütün güzel vasıfları, çalışıp, emek verip, bir çaba sonucu kazanmış değildir. Onun ahlâkı Allah tarafından ihsan edilmiş, ikram edilmiştir. Yüce Allah onu insanların örnek alacağı kusursuz, eksiksiz ve seçkin bir şekilde yaratmıştır.

O dünyaya gözünü açıp kapayıncaya kadar hep aynı huy ve ahlâk üzerinde yaşamıştır. Ondaki güzel vasıflar yaratılışında mevcuttu. Onu eğiten, edep ve ahlâkın en üstün özellikleriyle süsleyen Yüce Rabbidir.

İşte bundan dolayı, onu kendisine örnek kabul eden insan, onu ne kadar taklit edebilirse, o kadar istifadesi fazla olur, o nurdan aldığı feyiz, o nisbette çoğalır.

Peygamberimizin ahlâkının en belirgin özelliklerinden birisi de, insan yaratılışında var olan birbirine zıt ve ters huyları en mükemmel şekilde bağdaştırıp, bütün duyguların ideal noktasını bulmasıdır. Hiçbir şekilde aşırılığa kaçmadan, orta yola, doğruya ulaşmasıdır.

Peygamberimiz, herkesin arzu edip de bir türlü ulaşamadığı en üstün değerleri ve olgunluğu mükemmel bir şekilde hayâtı boyunca ümmetine göstermiş, bütün insanlığın gözleri önüne sermiştir.

Bazı anlar olmuş, en cesur bir fedai olarak, düşmanın kat kat üstünlüğüne hiç aldırmadan, binlerce düşmana tek başına meydan okumuştur. Ama bu halinde bile yumuşak kalpliliğini, merhametini geri bırakmamıştır.

Meselâ bir savaş sonrası, öldürülmüş olarak gördüğü düşman çocuklarına o kadar acımıştı ki, düşman da olsa çocukların öldürülmemesi gerektiğini, çünkü onların suçsuz ve Cennetlik olduklarını haber vermişti.

2.5. Hz. Muhammed’in Hoşgörüsü

Peygamber Efendimizin güzel ahlâkından birisi de affedici ve bağışlayıcı olmasıdır. Peygamberimiz kendi yakınlarına ve Sahabîlerine devamlı hoşgörülü olduğu gibi, düşmanlarını da, özellikle onlar güçsüz bulundukları ve teslim oldukları zaman bağışlamış, suçlarını affetmiş, sonunda da pek çoğunun iman etmesine vesile olmuştur.

Hz. Aişe validemizin de buyurduğu gibi, Peygamberimiz yaratılışı icabı, kendisine kötülük edene kötülükle karşılık vermez; affeder ve intikam almaya da yanaşmazdı.

Bu üstün vasıflardır ki, düşmanları tarafından bile takdir edilmiş, sevilmiş ve sevgisini onların kalbine de ulaştırarak, ebedî kurtuluşlarına vesile olmuştur.

Peygamberimiz savaş dışında, düşmanlarından kendine sığınan, teslim olan ve bağışlanmayı dileyenleri yüz üstü çevirmemiştir. Ricalarını kabul ederek affetmiştir.

Peygamberimiz kalabalık ordusuyla Mekke'nin fethi için yola çıktığı, Mekke'ye yaklaştığı ve şehre girdiği sırada, düşmanlarının pek çoğu çaresiz kalarak eline düşmüş, zelil bir vaziyette önüne yığılmışlardı. Fakat Peygamberimiz imkânı olduğu, gücü yettiği halde, rahmet Peygamberi olduğunu bir sefer daha göstermiş, düşmanlarım affetme büyüklüğünü ilan etmiştir.

Zaten Rabbi de kendisine böyle tavsiye etmiyor muydu?

"Kolaylık göster, affa sarıl, iyiliği tavsiye et, cahillerden de yüz çevir." (Araf Sûresi, 199.)

2.6. Hz. Muhammed’in Sabrı ve Kararlılığı

Bazı güzel hasletler vardır ki, her insan onlara sahip olmak, onları kendi hayâtında yaşamak ister sabır, kanaat, cömertlik, tevazu, fedakârlık, cesaret gibi...

Çünkü bunlar ve benzeri güzel vasıflar, insana gerçekten "insan" olma özelliği kazandırır.

"Güzel ahlâk" adı altında toplanan bu güzel vasıfları "örnek insan" olarak en mükemmel şekilde yaşayan insan, Peygamber Efendimizdir (a.s.m). Onun ahlâkı o kadar yücedir ki, Cenab-ı Hak, ona hitap ederek şöyle buyurur:

"Hiç şüphesiz senin için bitmez tükenmez bir mükâfat vardır. Ve hiç şüphesiz sen pek büyük bir ahlâk üzerindesin." (Kalem Sûresi, 3-4)

Yine Kur'ân'da Peygamberimiz için "Allah'ın Resulünde sizin için güzel bir örnek vardır" (Ahzâb Sûresi, 21) buyurularak, mü'minlerin, hayâtlarının bütün safhalarında onu örnek almaları tavsiye ve emredilir. Çünkü onun ahlâkı bizler için en güzel örnek, onun yaşayışı, halleri, sözleri ve hareketleri en mükemmel modeldir.

Peygamberimiz de, "Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurur ve bu özelliğini, dünyadaki göreviyle bağlantılı olarak dikkat çekip bizlere anlatmaktadır.

Dünyada kimin hayatında hüzün, elem ve keder dönemi olmaz? Fakat insanın ma­nevi olgunluğuna yakışan cevher; bir taraftan amacına ulaşma ve başarma sevin­ciyle sarhoş olup kendinden geçmemesi, diğer taraftan ise felakat ve musibetlerin acısına güler yüzle katlanması, sabırla karşı koymasıdır. İnsanın görevinin sadece çalışma ve gayret olduğuna, başarı ve başarızlığın Yüce Allah'ın elinde olduğuna kesinlikle inanmasıdır. Kur'an-ı Kerim şu âyette işte bu inceliğe işaret etmektedir:

"Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen hiçbir bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Hiç şüphesiz ki bu, Allah için çok kolaydır." (Hadîd 57/22)

3. Kültürümüzde Hz. Muhammed Sevgisi

Müslümanlar, Peygamberimizi ve ehlibeytini derin bir sevgi ile sevmekledirler. Bunlar, Peygamber Efendimizi ve onun ehlibeytini sevip saymayı kutsal bir görev kabul etmişlerdir. Müslümanların kalbinde Allah sevgisinden sonra en fazla yer [utan sevgi. Peygamberimize ve ehlibeytine duydukları sevgidir.

Milletimiz de Peygamber Efendimize çok büyük bir sevgi İle bağ­lıdır. Onun ismi, halkımızın, çocuklarına en fazla verdiği isimlerin basında gelir. Milletimiz, çok sevdiği askerine de Mehmetçik sıfatını vermiştir. Bu kelime. Sevgili Peygamberimizin ismi Muhammed'den dilimime uyarlanarak alınmıştır.

4. Kültürümüzde Ehl-i Beyt Sevgisi

Ehlibeyt, kelime olarak ev halkı anlamındadır. Terim olarak ehli­beyt Peygamberimizin ailesini, damadını ve torunlarını kapsar. Kuranıkerim'de, Peygamberimizin ehlibeytinin faziletini ve üstünlüğünü belirten ayetler bulunmaktadır. Örneğin; n'Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz... Ey ehlibeyt. Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak isti­yor. ayetleri, ehlibeytin farklı bir konuma sahip olduğunu göstermek­tedir. Peygamber Efendimiz de ehlibeytinin haklarının gözetilmesi konu­şundu uyarıda bulunmuş ve şöyle buyurmuştur: "Benim kendisine sı­ğındığım sırdaşım ehlibeytimdir. Onların kusurlularını affedin, fazi­letli olanlarına da sarılın,"

İslam alimlerinin bir kısmına göre ise ehlibeyt. Peygamberimizle birlikle onun hanımları, çocukları, damadı Hz, Ali ve torunlarıdır.Çünkü Ehlibeyt "ev halkı" anlamındadır. Dolayısıyla bu kavram, Pey­gamber Efendimizin bütün eş ve çocuklarını kapsar. Resulullahın damadı Hz. Ali de Peygamberimizin evinde yetişmiş olduğundan o da ehlibeyte dahildir.

Peygamberimizin, ilk hanımı Hz. Hatice'den altı çocuğu dünyaya girmiştir. Bu çocuklarından ikisi erkek, dördü kızdır Erkek çocuklarının isimleri; Kasım ve Abdullah'tır. Kız çocuklarının isimleri ise Zeynep, Rukiye, Ummü Gülsüm ve Fatıma'dır. Peygamberimizin, Mariya isimli hanımından da İbrahim isminde bir erkek çocuğu olmuş, Hz. Fatıma dışında bütün çocukları kendisinden önce vefat etmişlerdir.

Peygamberimiz, H k. Fatıma'yı, amcası Ebu Talib'in oğlu Hz. Ali ile evlendirmiş, bu evlilikten Hz Hasan ve Hz. Hüseyin dünyaya gelmiştir.

Peygamber Efendimizin nesli de bu iki torunundan devam etmiştir Hz, Hasan'ın soyundan gelenlere şerif. Hz. Hüseyin'in soyundan gelenlere de seyit denilmektedir.

Hz Fatıma, Peygamberimizden altı ay sonra vefat etmiştir,Resulullahın torunları Hz. Hasan, 670 yılında Medine'de vefat etmiş, Hz. Hüseyin ise halife Yezid'in askerleri tarafından, aile halkı ve yakın çevresi ile birlikte 670 yılında Kerbela'da şehit edilmiştir,

Hz- Ali ve Fatımanın soyu

Hz. Hüseyin

Hz.Hüseyin

Ali bin ZeynelAbidin

Muhammed Bakır

Cafer-i Sadık

Musa Kazım

Ali Rıza

Muhammet Taki

Ali Naki

Hasan el Askeri

Muhammed Mehdi

ÜNİTE 4 ÖĞRENME ALANI: VAHİY VE AKIL

İSLÂM DÜŞÜNCESİNDE YORUMLAR

1. İslâm Düşüncesinde Yorum Farklılıklarının Sebepleri

1.1. İnsanın Yapısından Kaynaklanan Sebepler

1.2. Sosyal Sebepler

1.3. Kültürel Sebepler

1.4. Coğrafî Sebepler

1.5. Siyasî Sebepler

1.6. Dinî Metinlerden Kaynaklanan Sebepler

2. İslâm Düşüncesinde Siyasî-İtikâdî Yorumlar

2.1. Haricîlik

2.2. Şiîlik

2.3. Mu’tezile

2.4. Maturîdilik

2.5 . Eş’ârîlik

3. İslâm Düşüncesinde Amelî-Fıkhî Yorumlar

3.1. Caferîlik

3.2. Hanefîlik

3.3. Malikîlik

3.4. Şafiîlik

3.5. Hanbelîlik

4. İslâm Düşüncesindeki Yorumları Birleştiren Unsurlar

4.1. Tevhit

4.2. Nübüvvet

4.3. Kur’an

4.4. Ahiret

İSLÂM DÜŞÜNCESİNDE YORUMLAR

1. İslâm Düşüncesinde Yorum Farklılıklarının Sebepleri

Mezheb:Sözlük anlamı gitmek, izlemek, gidilen yol demektir. Mecazi olarak kişisel görüş, inanç ve doktrin karşılığında da kullanılır. Terim olarak bir müctehidin, dinin ayrıntılarına ilişkin, kendine özgü kural ve yöntemlerle oluşturduğu inanç ya da hukuk sistemini dile getirir.

İslâm tarihinde, mezheb kelimesi genel olarak itikadi, siyasi ve fıkhi görüşlerin hepsi için kullanılmıştır. Buna karşılık siyasi ve itikadi mezhepler daha çok Fırka, Nihle, Makale kelimeleriyle ifade edilmiştir. Fırka (çoğulu fırak), farklı görüşlere sahib insan topluluğu demektir. Nihle (çoğulu nihal), görüş, inanış ve kabul ediş tarzı demektir. Makale (çoğulu makalat), fikir, inanış, görüş ve söz demektir. Çeşitli dinleri belirtmek için de Milel (tekili mille) kelimesi kullanılmıştır.

İslâm Tarihinde Mezheblerin Çıkış Sebebleri

Müslümanlar arasında mezheblerin çıkışını etkileyen başlıca sebepler şunlardır:

1- İnsanların anlayış ve idrak seviyelerinin farklı oluşu, arzu ve isteklerinin uyuşmazlığı.

2- Metod ve ölçülerin farklı oluşu. Mesela; Mu'tezile aklı esas almış ve nakli buna tabi kılmış, Ehl-i Sünnet nakli esas almış ve aklı bunu destekleyici mahiyette kullanmış, İslâm filozofları sadece aklı esas almışlardır.

3-Arab ırkçılığı. Hz. Peygamber zamanında ortadan kalkan Hz. Osman'ın hilafetinin son yıllarında yeniden açık bir şekilde ortaya çıkarak anlaşmazlıklar üzerinde etkili oldu.

4- Hilafet münakaşaları ve bunun neticesinde ortaya çıkan fitne ve iç savaşlar. Bu savaşlarda müslümanlardan ölenlerin ve öldürülenlerin durumu, öldürme (katl), büyük günah işleyenlerin (mürtekib-i kebirenin) durumu meselesi, büyük günah işleyenin kâfir olup olmaması, kader, cebir ve kulun iradesi meselesi, bu iç savaşlarda kaderin rolü, gibi meseleler müslümanlar arasında farklı görüşlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

5- Karşılaşılan eski kültür ve inançların etkisi. Fethedilen ülkelerin değişik kültür ve dinlere mensub halkının bir kısmı samimi olarak ve bir kısmı da zahiren müslüman olmuşlardı. Bunlar eski din ve inanışlarının etkileri altında cebir, ihtiyar, Allahın sıfatları hakkında fikirlerini ortaya koşmuşlar ve bir kısım müslümanları da tesirleri altına almışlardı. Selef alimlerinin bunlara cevap vermekte yetersiz kalması sebebiyle Mutezile mezhebi ortaya çıktı. Bu mezhebin salikleri de akaidde akla önem veren bir metod geliştirmişlerdi.

6- Eski Yunan, Hind ve İran felsefesinin Arapçaya tercüme edilmesi. Eski felsefenin pek çok hükümleri İslam akaidi ile uyuşmuyordu. Bazı müslümanlar İslam Akaidini felsefenin tesiri altında kalarak mütalaa etmişler ve çeşitli görüş ayrılıklarına sebep olmuşlardır. Mutezile, felsefe ile meşgul olmuş, İslam akaidini açıklamada felsefi metodları uygulamışlardır.

7- Bir takım kıssacı ve hikayeciler, İslamla uyuşmayan asılsız hikayeleri nakletmişler ve müslümanlar arasında yaymışlardır. İsrailiyat denilen ve İslâmla bağdaşmayan bu hikayeler tefsirlere ve İslâm tarihlerine girmiş ve bu da müslümanlar arasında ihtilaflara yol açmıştır.

8- İslâmın tanıdığı fikir hürriyeti. Hicri I. asrın sonlarından itibaren herkes istediği gibi düşünür ve görüşünü söylerdi. Açıkça zarurat-ı diniyyeden birini veya birkaçını inkâr etmek hâriç, fikirler ve kanâatler üzerinde baskı yoktu. İlim adamları ortaya atılan meseleler üzerinde deliliyle birlikte hakikati arar, fikir ve kanaatını serbestçe beyan ederdi.

9- Nassların karakteri. Kuranda muhkem ve müteşahih ayetlerin bulunması. Müteşabih nasların belirlenmesi ve bunların tefsir ve te'villeri ihtilafa yol açmıştır.

10- Hadislerin, zabt edilme ve senedi konusunda konulan şartlar sebebiyle sahih, hasen ve zayıf kısımlarına ayrılması, zayıf hadisle amel edilip edilemeyeceği de ihtilaflara yol açmıştır.

11- Arabçanın gramer ve belâgatını bütün incelikleriyle bilememek. İslâmın maksadını anlamamak, hüküm çıkarırken cehalet sebebiyle Kur'ân'ın bütünlüğüne riayet edememek.

12- Heva ve nefse uymak, arzulara tabi olarak delilsiz hüküm vermek, başkalarını delilsiz taklid etmek.

13- Örf ve âdetlerin değişik olması da mezheblerin çıkış sebeplerinden birisidir.

2. İslâm Düşüncesinde Siyasî-İtikâdî Yorumlar

2.1. Haricîlik

HÂRİCÎLİK (HÂRİCİYE, HAVÂRİC) Hz. Ali döneminde ortaya çıkan siyasî ve itikadî mezhep. Mezhebe Hâricı"lik adının verilmesi konusunda çok çeşitli yorumlar yapılır. Mezhepler tarihçilerince en çok kabul gören yoruma göre, mezhep üyeleri, ümmetin başındaki hak imam olan Hz. Ali'ye karşı çıkarak itâattan ayrıldıkları için Havâric (Hâriciler) olarak anılmış, mezheblerine de Hâricilik adı verilmiştir. Kendi ifadelerine göre ise, Allah yolunda huruc etmelerinden dolayı hâricîler adını almışlardır. Hâricîler başka adlar ve lâkablarla da anılmış, tanınmışlardır. Sözgelimi Hz. Ali'nin ordusundan ayrıldıklarında ilk toplandıkları yer olan Harûra'nın adına izafetle Harûrîler (Harûrîye); Allah'tan başka kimsenin hüküm verme yetkisine sahip olmadığı gerekçesiyle hakem olayına karşı çıktıkları için el-Muhakkime adıyla anılmışlardır. Kendilerinin ençok hoşlanarak kullandıkları isim ise Şürât'tır. Satın alıcı anlamındaki Şârî'nin çoğulu olan Şürât'ı kendini Allah'a verenler, satanlar anlamında kullanıyorlardı. Hâricîler iman sorununa yanlış bir usulle yaklaşarak bu konuda kimlerin kâfir olduğunu tartıştılar. Hakem olayında hakemlik yapanları ve taraflarını kafir ilan ettiler. Cemel Vak'ası'na karışanları ve taraftarlarını lânetlediler. Adâletsiz hükümdara karşı isyanı bütün mü'minlere farı kabul ettiler. Büyük günâhlar işleyen (mürtekîbü'l-kebâir) herkesi kâfir ilân ettiler (el-Bağdâdî, el-Fark beyne'l-Firâk, s. 55). Hâricîler, Hz. Ali ile Şam valisi Muâviye arasında yapılan Sıffin savaşında, sorunun çözümü için tarafların birer hakem atamaları üzerine ortaya çıktılar. Onlara göre Allah'tan başka kimsenin herhangi bir konuda hüküm verme yetkisi yoktur. (lâ hukme illâ lillâh). Böyle bir yetkiyi kabul edenler kâfir olurlar. Sorunu hakemler aracılığı ile çözmeyi kabul ettiği için Hz. Ali de kâfir olmuştur. Kâfir olduğuna inandıkları Hz. Ali'den ayrılmanın farz olduğu düşüncesiyle Hâricîler, gizlice ordudan ayrılarak Harûra'da toplandılar. Bu huruc (çıkış) hareketi ile İslâm tarihindeki ilk siyasî parçalanma gerçekleşti. Harûra'dan sonra Nehrevân'da üslenen bu grup, İslâm tarihinin en katı, en savaşçıl partisini oluşturdu (Ahmet Emin, Duha'l-İslâm, III, 5). İşin ilginç yanı, Kur'ân'ı mızraklarının ucuna takarak Hz. Ali ve ordusunu kitab'ın hükmüne çağıranlar, bunu düpedüz yenilgiden kurtulmak amacıyla bir hile olarak yapmışladı ve ilk başta buna aldanarak savaşı durdurması ve isteklerini kabul etmesi için Hz. Ali'yi zorlayanlar, hattâ tehdit edenler, sonradan hurûc edenlerle aynı insanlardı. Savaşı kendileri durdurmuş, Hz. Ali adına, onun hiç istemediği bir kişiyi hakem atamışlar, sonra da bütün bunlardan dolayı Hz. Ali ve ona uyanları kâfir ilân ederek ayrılmışlardı. Bu durum, en bağnaz düşmanlarınca bile teslim edilen doğruluk ve samimiyetleri konusunda şüphe uyandırdıktan başka, hareketin kökeninde sadece inanç farkının yatmadığını da düşündürmektedir. Mezhepler tarihçileri, Hâricîlerin ortaya çıkışını ünlü hakem olayına bağlamakla birlikte başka nedenlerin varlığından ve etkisinden de sözetmektedirler. Bunların en önemlileri şöyle özetlenebilir:

1. Hâricîlik hareketi, kurra diye bilinen son derece dindar ve bilgili bir kesimin öncülük ettiği bir düşünceyi temsil etmektedir. Bu kesim siyas"ı çalkantılardan ve toplumsal dengesizlikten rahatsız olmakta, İslâm'ın ilk yıllarındaki ideal toplumun özlemini duymaktadırlar. Hâricîlik hareketi, bu idealist grubun özlemlerini gerçekleştirme girişimidir.

2. Hâricîliğin ortaya çıkmasındaki önemli bir neden, merkezî yönetime karşı süregelen geleneksel direniş psikolojisidir. Buna, câhiliye döneminin zihin yapısını karakterize eden bireysel bağımsızlık eğiliminin de önemli bir etkisi olduğu eklenebilir.

3. Hâricîlik hareketinde, çeşitli Arap kabîleleri arasında eskiden beri süregelen kavmiyet psikolojisi ile babadan oğula geçen savaş ruhu da önemli ölçüde kendisini göstermektedir.

4. Hâricîlerin ortaya çıkmalarına yol açan nedenlerden biri de, bu kişilerin aşırı Şii fırkalardan olan Sebeiyye ile olan bağlantılarıdır. Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle sonuçlanan isyan hareketleri sebeiyye tarafından başlatılmış ve yürütülmüştü. Hâricîler ve önderleri de bu hareketler içinde yeralmışlardı. Hâricîler, Hz. Osman'ın şehîd edilmesi sorumluluğuna katılıyorlar, hattâ bununla övünüyorlardı. Haremlerin bir anlaşma sağlamaları durumunda hiç şüphesiz bundan en çok zarar görecekler Hâricîler olacaklardı. bu riedenle Hz. Ali'yi terkederek bu yoldaki muhtemel bir gelişmenin etkilerinden kendilerini kurtarmak istemişlerdi. Hz. Ali'den ayrılarak önce Harûra'da, daha sonra Nehrevân'da toplanan ve Abdullah b. Vehb er-Râsibî el-Ezdî'yi kendilerine halife seçen Hâricîler, kısa zamanda tam bir terör havası estirmeye başladılar. Görüşlerine katılmayan, önderlerini halife olarak tanımayan, Ali ve Osman'ı kâfir ilân edip lânetlemeyen her müslümanı kâfir sayıyor, acımasızca öldürüyorlardı. Başlangıçta sayıları on iki bin kadardı. Hz. Ali'nin çeşitli girişimleri sonucunda büyük bir bölümü isyandan vazgeçerek Ali saflarına katılmış, geride yalnız dört bin kişi kalmıştı. Bunların bütün uyarılara rağmen eylemlerini sürdürmeleri, Hz. Ali'nin ordusuyla üzerlerine gelmesine neden oldu. Nehrevân'da, Hz. Ali'nin ordusuyla Hâriciler arasında yapılan savaş, güçler arasındaki dengesizlik nedeniyle Hâricîler için tam bir felâketle sonuçlandı. Bazı rivâyetler bu savaştan ancak sekiz-on Hâricînin kurtulabildiğini belirtir. Bu büyük hezimetten sonra hayatta kalabilen Hâricîlerin her birinin başka bir yere kaçtıkları ve çok sayıda hâricî kollar oluşturdukları söylenir. Nehrevân bozgunu Hâriciler üzerinde silinmez bir etki bırakmış, onlar için Allah yolunda ölmenin, şehâdetin bir simgesi hâline gelmiştir. Bu olaydan sonra hâricileri yönlendiren en önemli duygu, intikam duygusu olmuş ve bu, bir türlü tatmin edilememiştir. Hz. Ali bir Hâricî tarafından şehîd edilmiş; Hâricîler, Emevîler ve Abbasîler döneminde de sayısız isyan hareketiyle varlıklarını sürdürmüşlerdir (Taberî, Tarih, VI, 29 vd). Hâricîlerin büyük çoğunluğunu bedevî çöl Arapları oluşturuyordu. Yaşama şartları ve biçimleri, çoğu yoksul olan bu insanları sertliğe, şiddete ve kabalığa sürüklemişti. Taşkın bir ruha, atılgan bir mizaca sahiptiler. İslâm'a samimiyetle inanmışlardı ancak ufukları dar, düşünceleri yüzeyseldi. Onlar için hareket her zaman bilgiden önce geliyordu. Bu nedenle inançlarındaki samimiyet onları bağnazlığa, katılığa, hoşgörüsüzlüğe götürmüştü. Kendilerini bilgi değil, bir din hâline getirdikleri slogan ve heyecanları yönlendiriyor, muhâlif olma düşüncesi gerçeğe ulaşmalarını engelliyordu. Kur'ân'ı çok okuyor, zâhir anlamına sarılıyor, kendi anladıklarının dışında başka bir anlam tanımıyorlardı. Kendilerinin haklılık ve doğruluğundan öylesine emindiler ki, her an ölmeye, kendilerini fedâ etmeye hazırdılar. Hiçbir önemli neden olmadan tehlikelere atılmaktan sakınmıyorlardı. Kendileri gibi düşünmeyen bütün insanları kâfir sayıyor, öldürülmeleri gerektiğine inanıyor ve bu yolda son derece acımasız davranıyorlardı. Başlangıçta tek bir slogan (lâ hukme illâ lillâh) etrafında toplanan Hâricîler, Nehrevân olayından sonra çeşitli kişileri önder tanıyarak kollara ayrıldılar ve kendilerine özgü kimi inanç ve düşünce ilkeleri belirlediler. Bu kollar arasında, aynı kökten geldiklerinden şüpheye düşürecek kadar derin görüş ayrılıkları görülür. Muhâlif tavırları ve savaşçılıkları bir yana, düşünce ve inanç açısından paylaştıkları görüşler son derece azdır. Mezhepler tarihçilerinden Ka'bî ve Şehristânî'ye göre bütün Hâricîler yalnızca şu üç noktada görüş birliği içindedirler. 1. Hz. Ali ve Hz. Osman'ı, hakemler Amr b. el-Âs ve Ebû Musa el-Eş'arî'yi, Cemel savaşına katılan Hz. Âişe, Talha ve Zûbeyir'i hakemlerin hükmüne razı olan herkesi kâfir kabul etmek. 2. Büyük günâh işleyen kimseyi cehennemde ebedî olarak kalacak kâfirlerden saymak. 3. Zâlim devlet başkanına karşı isyanı farz kabul etmek. Bunlara göre ayrıca devtet başkanının Kureyş'ten olması gerekli değildir. Hür seçimle işbaşına gelmesi şartıyla herkes İmam olabilir. Hattâ zulme saptığında görevden alınması daha kolay olacağı için İmam'ın Kureyş'ten olmaması daha iyidir. Seçimle başa geçirilen kişi doğru yoldan saparsa görevden alınması, hattâ öldürülmesi farz olur. Eş'arî ve Bağdâdî'ye göre hâricîler yukarıda sıralanan maddelerden yalnızca birinci ile üçürıcüde sözbirliği içindedirler. İsferâyînî ve Razi'ye göre ise, yalnız birinci ve ikinci maddede ittifak edebilmektedirler. Bu bilginlere göre Hâricîler yalnız büyük günâh işleyenleri değil, küçük günâh işleyenleri, hattâ bir hata yapanları bile kâfir saymaktadırlar. Muhakkime-i Ulâ da denilen ilk Hâricîlerden sonra Hâricîlik çok sayıda kola ayrıldı. Bunlar içinde en önemlileri, kendilerinden de birçok kollara aynlan Ezânka, Necâdât, Sufriyye, Acâride, İbâdiyye ve Şebibiye'dir. Ezârika, Ebû Râşid Nâfi b. el-Ezrâk'ı İmam tanıyan Hâricîlerin oluşturduğu koldur. el-Ezrâk, taraftarlarıyla birlikte 64/683 yılında Basra'da isyan etti, Ehvâz'da Basra valisinin kuvvetleriyle savaşırken öldürüldü (ö. 65/684). Ezârika'nın görûşleri şöyle özetlenebilir: Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Âişe, Hz. Talha, Hz. Zübeyir, Hz. Abdullah b. Abbâs ve bunlarla birlikte hareket edenlerin tümü kâfirdir ve cehenemde ebedî kalacaklardır. Savaşlarda kendilerine katılmayarak bir kenarda oturmayı seçenler de kâfirdir. Hem bunlar, hem de kadın ve çocuklarının öldürülmesi mübahtır. Zinâ suçunun cezası kırbaçtır, recm uygulamak yanlıştır. Müşriklerin çocukları da babaları ile birlikte cehennemde ebedî olarak kalacaklardır. Takiyye hiçbir şekilde câiz değildir. Büyük günâh işleyen kimse İslâm'dan çıkmıştır. İmam'ın emrine itâat, emri ister haklı, ister haksız olsun, farzdır. İmamın emrine karşı gelen kâfir olur ve öldürülmesi gerekir. Necedât, Necde b. Âmir el-Hanefiyye'yi İmam tanıyan Hâricîlik koludur. Necde, Yemâme'de isyan etti. Yemen, Hadramût ve Taif'i istilâ etti. Kendisi ve taraftarları Haccac tarafından öldürüldü (ö. 69/688). Necedât'a göre din iki bölümdür. Birincisi, Allah'ı, Peygamber'i, müslümanların (yani kendilerinin) kanlarının haram olduğunu ve Allah katından gelen şeylerin tümünü bilmektir. Bunları bilmek farzdır, bilmemek özür sayılmaz. İkincisi ise bu sayılanların dışında kalan hususlardır. İnsanlar, haram ve helâl olan hususlarda kendilerine delil gösterilene kadar bilgisizliklerinden dolayı mazurdurlar. Kendileriyle anlaşma yapılan kişilerin kan ve malları helâldir. Küçük, zararsız bir yalan söyleyip bu yalanında ısrar eden kişi müşriktir. Buna karşılık zinâ eden, içki içen, hırsızlık yapan fakat bu hareketinde ısrar etmeyen kimse müşrik değildir. Can korkusu varsa takiyye câizdir. İnsanların başında bir imam'ın bulunması şart değildir. Sufriyye Ziyâd b. el-Asfar'a uyanların oluşturdukları koldur. Buna Ziya'diyye de denir. Sufriyye'ye göre kendileriyle birlikte isyan ettikleri halde savaşa katılmayanlar, inançları kendilerininkine uyuyorsa, tekfir edilmez. Zinâ eden recmedilir. Müşriklerin çocukları cehennemlik değildir. Takiyye, amelde değil, ancak sözde câizdir. Zinâ, içki ve iftira gibi dünyada cezayı gerektiren fiilleri işleyenlere kâfir ya da müşrik denilemez. Fakat bu dünyada cezası olmayan namazı terk gibi büyük günâhları işleyenler kâfirdir. Birisi şeytana uymak, diğeri putlara tapınmak olmak üzere iki çeşit şirk vardır. Küfür de, birisi nimeti inkâr, diğeri Allah'ı inkâr olmak üzere iki çeşittir. Berâet de ikiye ayrılır; birisi, sünnet olan, haddi gerektiren fiilleri işleyenlerden uzaklaşmak; diğeri de farz olan ve Allah'ı inkâr edenlerden uzaklaşmak. Acâride, Abdulkerim b. Acred'e uyanların oluşturduğu Hâricîlik koludur. Kurucusu hakkında hemen hiçbir şey bilinmeyen bu kolun başlıca görüşleri şunlardır: Yûsuf sûresi Kur'ân'dan değil, yalnızca bir kıssadır. Böyle bir aşk kıssasının Kur'ân'da yer alması câiz değildir. Büyük günâh işleyenler dinden çıkmışlardır. Savaşa katılmayanlar, aynı inancı paylaşıyorlarsa düşman sayılmazlar. Acâride kolu, kendi içinde Hazımiyye, Şu'aybiyye, Halfiyye, Ma'lûmiyye, Mechuliyye, Saltıyye, Hamziyye ve Sa'lebiyye olmak üzere sekiz kola ayrıldı. Sa'lebiyye'den de Ma'bediyye, Ahnesiyye, Şeybaniyye, Rûşeydiyye, Mukremiyye adlarıyla anılan kollar sürdü. İbâdiye, Abdullah b. İbâd tarafından kurulan Haricilik koludur. Günümüze kadar varlığını sürdüren tek Hâricîlik kolu budur. Haliç ülkelerinden Umman sultanlığı ve Zengibar'da resmî mezheb durumundadır. Bu kola göre kendi görüşlerini paylaşmayanlar kâfirdir. Ama bunlarla evlilik ilişkisi kurulabilir, mirasları helâldir. Bu kimselerle savaşıldığı zaman ele geçirilen ganimetler helâl, kalanları haramdır. Muhâliflerin şâhitliği câizdir. Büyük günâh işleyenler mü'min değildirler. Müşriklerin çocuklarını ne olacağım yalnız Allah bilir. İntikam amacıyla işkence câizdir. Nifak çıkaran kimse müşrik değildir. İbâdiyye'nin Hafsıyye, Harisiyye ve Beyhesiyye adlarıyla anılan üç kolu vardır (bk. E. Ruhi Fığlalı, İbadiyenin Doğuşu ve Görüşleri, s. 53). Şebibiyye, Şebib b. Yezid eş-Şeybâni'ye uyanların oluşturduğu koldur. Abdulmelik b. Mervan zamanında huruç eden Şebib, Haccac ve Abdulmelik tarafından üzerine gönderilen yirmi ayrı askerî birliği bozguna uğrattı. Sonunda Kûfe'yi bastı. Mescide giderek orada bulunanları öldürdü. Ancak sabahleyin toplanan Haccac'ın askerlerince kaçmak zorunda bırakıldı. Şebib, Duceyl (Küçük Dicle) ırmağı üzerindeki asma köprüden geçerken, Haccac'ın askerlerinin köprüden iplerini kesmesi üzerine ırmağa düşerek boğuldu. Şebib, kişisel isteklerinin yerine getirilmemesi üzerine isyan ettiği için düşünce ve inançları konusunda bilgi yoktur. Fakat kendisinin ve taraftarlarının Hâricîliğin genel inançlarını benimsediği bilinmektedir. Hâricîler "Allah'ın vahyettiği ile hükmetleyenler kâfirdirler" (el-Mâide, 5/47) âyetini "Lâ hukme illâ lillâh" (Allah'tan başka kimse hükmedici değildir) şeklinde formüle ediyorlardı. Akîdelerini de mâsum mü'minleri kılıçlarıyla katlederek tatbike geçtiler ve öldürülünceye kadar öldürmeye doymadılar (el-Malatî et-Tenbîh, Neşr. İzzet el-Attar el-Hüseynî, s. 51). Hâricîler Allah'ın sıfatlarında teşbihe karşıdırlar. Kur'ân'ın mahluk olduğunu, çünkü yalnızca Allah'ın Kadîm olduğunu ifade ederler. İmâmet hakkında imamların Kureyş'ten olmasına karşıdırlar. Son derece sert ve acımasız bir adâlet görüşüne sahiptirler. Emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'lmünker ilkesini şiddet yoluyla müslümanlara tatbik etmişlerdir. Hâricîler bu görüşleriyle Mu'tezile'ye tesir etmişlerdir. Bazı görüşlerinde Kur'ân ve Sünnet'e dayandıklarından ehl-i sünnet'e uygun görüşleri de vardır. Ancak ehl-i sünnet'le temel de ters düştükleri meseleler de vardır. Allah'ın hem dünyada hem âhirette görülemeyeceği, haktan ayrılan imamı azletmek için isyan etme, ehl-i kıbleyi tekfir, İslâm'ın imandan olduğu, Kur'ân'ın yaratılmış olması, Hz. Peygamber'in günahkârlara şefâatini red, büyük günâh işleyenin ebedî cehennemde kalacağı gibi görüşleriyle ehl-i sünnet'e karşı çıkmışlardır.

2.2. Şiîlik

ŞÎA Hz. Peygamber'in vefatından sonra İmametin Hz. Ali ve evlatlarına ait bir hak olup nass ve tayinle gerçekleşeceğini iddia eden birbirlerinden farklı mezheplerin müşterek adı. Şîa kelimesi Arapcada şe-ye-a kökünden fırka, bölük, taraftar, yardımcı, bir kimseye uyan ve yardımcı olan manalarına gelen bir kelimedir. Kur'ân-ı Kerîm'de değişik yerlerde geçen bu kelime (bk. el-En'am, 6/65, 159; el-Hicr, 15/10; Meryem, 19/69; el-Kasas, 28/4, 15; er-Rûm, 30/32; Sebe, 34/54; el-Kamer,54/-51; es-Saffât, 37/83) Arapçada daha çok taraftar anlamında kullanılmıştır. Genel olarak halife Osman b. Affan'ın öldürülmesinden sonra meydana gelen olaylarda Ali b. Ebi Talib tarafını tutan, onunla birlikte düşmanlarına karşı savaşan ve mücadele edenlere Ali b. Ebi Talib'in taraftarları (Şatu Ali b. Ebi Talib) denildiği görülmektedir (eş-Şehristan, el-Milel ve'nNihal, I, 146). Şîa kelimesinin bu manada kullanılışı genel olarak Hz. Hüseyin'in 10 Muharrem 61/10 Ekim 681 tarihinde Kerbelâ'da şehid edilişinden sonraya kadar devam etmiştir. Kerbelâ hadisesinden bir süre sonra Şîa kelimesi bir terim olarak Emevilere karşı Hz. Hüseyin'in intikamını almak, Hz. Ali ve soyunun haklarını aramak, onun nesline yardım etmek için bir araya gelenleri ve onlara taraftar olanları ifâde etmeye başlamıştır. Şîa'nın ne zaman doğduğu konusu oldukça ihtilaflıdır. Şii kaynaklar, Hz. Peygamber zamanında, Ali b. Ebî Talib'i diğer sahabelerden üstün gören ve onu halifeliğe en layık sahabi olarak kabul eden Ebu Zer el-Gıfarî, Selmân el-Farisî, Mikdad b. el-Esved gibi ashabın ilk şiîler olduğunu, bu bakımdan Şîa'nın Hz. Peygamber devrinde doğduğunu belirtmektedir (bk. En-Nevbaht, Firaku'ş-şîa, Necef 1368, 39-40). Fakat Hz. Ali'yi üstün ve faziletli gören bu grup ile daha sonra mezhep olarak teşekkül etmiş olan Şîa'nın Hz. Peygamberin vefatını takiben, Hz. Ali'nin meşru halife olduğu iddiasıyla doğan tamamen bir siyasi hareket olarak çıktığı iddiası (bk. Bernard Lewis, the Origins of İsmailism, Cambridge 1940, 23 ve Ahmed Emin, Fecrul-İslâm, Kahire 1964, 266 vd.) yanında Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra (bk. J. Wellhausen, el-Havâric ve'ş-Şa, Kahire 1968, 146) veya Hz. Ali'nin halifeliği esnasında özellikle Camel ve Sıffın savaşlarını takiben (bk. İbnü'n-Nedim, el-Fihrist, Beyrut 1954, 175) yahut Hz. Ali'nin öldürülmesi ve cemaatin Muaviye b. Ebi Süfyan'a beyat etmesi ile doğduğu (bk. Taha Hüseyin, el-Fitnetu'l-Kübra, II, Kahire 1966, 175) ileri sürülür. Bütün bu olaylar Şîa'nın ortaya çıkış zamanını kesin olarak belirtmeseler de olayların hepsinin Şîa'nın gelişmesinde müessir olduğu görülmektedir. Şîa diger fırkalar gibi, İslâm'da ana bünye diyebileceğimiz cemaatten ayrılarak, yine İslâm içinde ortaya çıkan bir zümreleşme hareketidir. Hz. Ali'nin, Hz. Peygamber tarafından takdir edilen, yiğitlik, kahramanlık, ilim ve takva gibi şahsî meziyetleri bize kadar intikal eden özellikleridir. Onun bu özelliklerinden dolayı bazı sahabîler tarafından beğenilip takdir edilmesi ve üstün görülmesi manevi bir bağlılık ve samimi bir dostluk ifade etmektedir. Hz. Peygamber'in ashabından bazılarını takdir eden ifâdeler kullanması ve onlara iltifatı düşünüldüğünde sadece Hz. Ali'nin özelliklerini takdir etmediği de görülür. Bütün bunlar dikkate alındığı takdirde Hz. Ali devri de dahil Hulefâyı Raşidin devrinde, dostluk ve sevgi izharı ötesinde bir mezhebî gruplaşma olmadığı anlaşılır. Bu açıdan Şîa'nın Hz. Peygamber devrinde teşekkülü mümkün görülmemektedir. Şîa en erken, Hz. Hüseyin'in şehâdetinden sonra siyasî bir eğilim olarak kamuoyu oluşturmaya başlamıştır. Özellikle 65/684 yıllarında ortaya çıkan ve Hz. Hüseyin'in intikamını almak üzere toplanan, onu davet ettikleri halde yardımsız bıraktıkları için ızdırap duyan ve tevbe eden Kûfelilerin oluşturduğu Tevvâbin hareketi, Şîa'nın bir terim haline gelişinin ve İslâm içinde bir kitleleşme hareketinin başlamasının ilk belirtilerinden biri olarak kabul edilebilir. Tevvâbin hareketinin Emeviler karşısında başarı kazanamaması sonucunda, kurtulanlarla birlikte, Ehl-i Beyt'in intikamını almak için ortaya çıkan Hz. Ali'nin Havle binti'l-Hanefiyye'den doğan oğlu Muhammed b. el-Hanefiyye'nin imametini savunan, İslâm tarihinde Mehdilik, gaib imam, ric'at ve bedâ gibi görüşlerle esaslı yankılar uyandıran Muhtar b. Ebi Ubeyd es-Sakaf (67/687) gibi kimseler de Hz. Ali'nin neslinin adını kullanarak toplumun içinde itibar kazanmaya çalışmışlardır. Keysaniyye veya Muhtariyye ismi ile ortaya çıkan ve Muhammed b. el-Hanefiye'nin imametinini savunan bu fırka günümüze ulaşmamıştır. Şia'nın bütün fırkalarında ilk ve ihtilafsız İmam Hz. Ali'dir. Onun ölümünden sonra imamet görevi oğulları Hasan ve Hüseyin'e intikal etti. Hüseyin b. Ali'nin ölümünden sonra imamet oğlu Ali b. Hüseyin Zeynü'lAbidin'e geçti. Emevilere karşı Muhammed b. el-Hanefiyye'nin imametini savunanlar da, onun ölümünden sonra Ali b. Hüseyin'e bağlandılar. Böylece imamet hemen tamimiyle Hz. Ali'nin, Hz. Hüseyin'den gelen evlâtlarına intikal etmiş oldu. Kerbelâ'da katliamdan kurtulan Ali b. Hüseyin, Medine'ye intikal ettikten sonra siyasetten tamamen uzaklaşarak ölümüne kadar (95/713) ilimle meşgul oldu ve çevresindeki insanları yetiştirmeye gayret etti. Daha sonra imâmeti devam ettiren büyük oğlu Muhammed el-Bâkır ölümüne kadar (114/733) babasının prensiplerini izleyerek ilmî konularla meşgul oldu ve çevresindeki mensuplarını korumak için siyasetten uzak kalmaya çaba sarfetti. Altıncı İmam Ca'fer es-Sâdık gerçekten alim ve faziletli bir kişidir (bk. Mustafa Öz, "Ca'fer es-Sadık", TDV İslâm Ansiklopedisi, VII, I, 3). Devrinde birçok kimse kendisinden istifâde etmiştir. Bu imamın devrinde, İslâm tarihinde, Hz. Hüseyin'in şehadetinden sonra Emevilere karşı, Ehl-i Beyt adına ilk defa ayaklanan Zeyd b. Zeynü'l-Abidin'dir. Ali b. Hüseyin Zeynü'l-Abidin'in küçük oğlu, Muhammed el-Bâkır'ın kardeşi ve Ca'fer es-Sadık'ın amcası ve akranı olan Zeyd, Emevi halifelerinden Hişam b. Abdulmelik'e karşı Kûfe'de isyan etti. Kendisine bey'at eden onbeşbin kişi ile Hişam'ın Kûfe-Basra (Irakeyn) valisi Yusuf b. Ömer es-Sakafi ile giriştiği savaşta (122/740) başarısızlığa uğradı ve öldürüldü. Zeyd'den sonra fikirlerini sürdüren oğlu Yahya (ö. 125/743) ile Zeydîyye fırkası ortaya çıkmıştır. Zeyd b. Zeynelâbidin'in ölümünden sonra Carudiyye, Süleymaniyye, Batriyye gibi çeşitli fırkalara ayrılan Zeydîyye mensupları uzun süre dağınık halde kalmışlardır. Abbasi halifelerinin siyasî otoritelerinin zayıflamasından faydalanarak Yemen ve Taberistan'da ayaklanarak muhtelif devletler kurmuşlardır. Hazar denizinin güneyinde Taberistan'da kurulan zeydî devleti 305 (917) yılına kadar varlığını sürdürmüştür. Yemen Zeydîliği ise günümüze kadar varlığını muhafaza edebilmiştir. VI/XII. yüzyıldan itibâren sınırlarını Tihâme'ye kadar genişleten Zeydler daha sonra Osmanlı hakimiyetine girmişlerdir. Günümüzde Yemen'in resmî mezhebi Zeydîyedir. İmâmet konusunda daha mutedil bir yol izleyen bu fırka mensupları büyük günah işleyenler hakkında daha çok Haricilik ve Mutezile'nin tesiri altında bulundukları için bu tip kimselerin tam anlamıyla tevbe etmedikçe Cehennemde ebedi kalacakları görüşündedirler. Fıkıh konusunda genel olarak, Ehl-i Sünnet mezheplerinden Hanefiliğe yakın bir yol izlerler. İsnaaşeriyye'den * farklı olarak mut'a nikahını meşru olarak kabul etmezler (Konu ile ilgili geniş bilgi için bk. Zeydîyye Mad). Ca'fer es-Sadık'ın imamet devresinde önceleri oğlu İsmail'in kendisine halef olacağını kesin olarak belirtmişken daha sonra bazı sebeplerle onu halifelikten çekti. İsmail babasının sağlığında vefat etti. 148 (765) yılında, Ca'fer es-Sadık'ın ölümü üzerine, İsmail'in taraftarları onun adına oğlu Muhammed b. İsmail'e bey'at ettiler. Böylece Şîa bünyesinde İsmailiyye adı ile anılan yeni bir fırka ortaya çıkmış oldu. Aşırı bir Şiî mezhebi olan İsmailiyye kuruluşundan itibaren bir buçuk asır süre ile gizli imamlar ve dâiler tarafından idâre edildi. Basra, Kûfe, İran, Yemen, Bahreyn ve Kuzey Afrika'ya gönderilen dâiler, mezhebi yaymak için büyük çaba gösterdiler. Ali b. el-Fadl ve İbn Havşeb, Yemen'de Ebu Said el-Cennâbî ve oğlu Ebu Tahir el-Cennâbî Bahreyn'de, Ebu Abdulah eş-Şiî ise Kuzey Afrika'da devlet kurmaya muvaffak oldular. III/IX. asrın sonuna doğru Suriye'nin Selemiyye şehrinden Kuzey Afrika'ya intikal ederek burada mehdiligini ilan eden İsmaili imamı Ubeydullah 297 (909) yılında Fatimîler Devletini kurmayı başardı. Kısa zamanda Mısır'ı ele geçiren Fatımler, burada kurdukları müesseselerle yaklaşık üç asır süreyle mezheplerini yaymaya çalıştılar. Fatımî halifelerinden el-Mustansır'ın 487 (1094) yılında ölümü ile birlikte İsmailiyye, Nizâriyye ve Müsta'liyye diye iki büyük kola ayrıldı. Doğu ve Batı İsmailiyyesi diyebileceğimiz bu iki koldan birincisi İran'da Hasan Sabbah'ın şahsında büyük bir himayeci bulmuş, özellikle Kazvin yakınında başta Alamut kalesi olmak üzere diğer kalelerde yerleşen Nizarî fedaileri İslâm hükümdar ve devletleri için daima bir korku unsuru olmuşlardır. İsmailiyye'nin bu kolu 1254 yılında Hülagu tarafından, Suriye Nizârleri ise 1273 yılında Sultan Baybars tarafından ortadan kaldırılmıştır. İsmailiyye'nin Musta'liyye kolu ise kısa bir müddet Mısır'da hâkimiyetini sürdürmüş, daha sonra birbirinden farklı kollara ayrılarak Yemen'e intikal etmiştir. Buradan Hindistan'a geçen Müsta'liler, günümüzde Davudler ve Süleymanîler olmak üzere iki kısma bölünmüşlerdir. Müsta'lî İsmailleri Hindistan'da Bohra adıyla anılmaktadırlar. Hülagu'dan sonra daha çok İran Azerbaycan'ında kalan Nizarî İsmailîler, tasavvufi bir görünüm altında varlıklarını sürdürmüşlerdir. 1718 yılında öldürülen 45. Nizarî imamı Halilullah Şah'tan sonra İran Kaçar sarayında Ağa Han ünvanı ile damat olan 46. İsmailî imamı Hasan Ali Şah'tan itibaren Nizârî imamları Ağa Han ünvanı ile anılmışlardır. Ali Şah ve Sultan Muhammed Şah'dan sonra günümüzdeki Nizârî İsmailîyyenin 49. imamı olan Kerim Ağa Han bu görüşü sürdürmektedir. Tarih boyunca Batıniyye, Sebiyye, Talimiyye, Melâhide vb. isimlerle anılan İsmâilîyye'nin Behvalar hariç günümüzde ilmî çalışmaları, bir tefsir ve fıkıh sistemleri mevcut değildir. Daha çok ticâretle uğraşan İsmailiyye mensuplarına göre dinin en önemli özelliği imâmettir. İbadetler konusunda diğer Şîa fırkalarından oldukça farklı özellik gösterirler (Geniş bilgi için bk. İsmilyye mad.). Ca'fer es-Sadık'tan sonra taraftarlarının ekseriyeti oğlu Musa el-Kâzım'a tabi oldular. Harun er-Reşid zamanında isyan edebileceği endişesiyle Medine'den Bağdad'a celbedilen Musa el-Kâzım uzun süre hapis hayatı yaşamıştır. Kendisinin 183 (799) yılında ölümü üzerine imam olan Ali er-Rıza, Abbasi halifelerinden el-Me'mun tarafından Irak'a getirilerek veliahd tayin edilmiş daha sonra 203 (818) yılında zehirlenmek suretiyle öldürülmüştür. Bundan sonraki imamlar sırasıyla Muhammed et-Takî (ö. 220/835), Ali en-Nakî (ö. 254/868), Hasan el-Askerî (ö. 260/873) ve Muhammed el-Mehdi'dir. el-Mehdiyyü'l-Muntazar, Hüccet, Sahibuzzaman lakaplarıyla anılan Sâmarra'da bir mahzende kaybolduğuna, yeniden dünyaya gelip dünyayı ıslâh edeceğine inanılan bu imamla, imamların sayısı onikiye ulaştığı için Şîa'nın bu fırkası İsnaaşeriyye (onikiciler) diye anılır. Ayrıca imameti dinin en önemli rüknü saymaları hasebiyle İmamiyye, İmam Ca'fer es-Sadık'ın fıkhını uygulamaları sebebiyle de Caferiyye diye bilinirler. İmamiyye bir fırka olarak 260 (873) yılından sonra teessüs etmiştir. Bu bakımdan Zeydiyye ve İsmiliyye'den daha geç oluşmuş bir fırkadır. 12. imamın 260 (873) - 328 (940) yılına kadar süren gaybet devresinde Ebu Amr Osman b. Said, Ebu Cafer Muhammed, Hüseyin b. Ruh ve Ali b. Muhammed gibi sefirler aracılığıyla imamla irtibat kurulduğu için bu devreye küçük gaybet devresi denilir. 238 (940) yılında son sefirin ölümü ile birlikte imamla irtibat kesildiği için günümüze kadar olan devre büyük gaybet devresi olarak adlandırılmaktadır. İmamiyye Şîası gaybet-i kübra yani büyük gaybetin başlamasından itibaren İran'ın resmi mezhebi olduğu 10 (16) asra kadar İslâm dünyasında güçlü bir varlık göstermemiştir. Ancak Safevilerin kurulmasıyla İmamiyye 907 (1501) 1149 (1736-37) yılları arasında kendisini himaye eden bir devlete sahip olmuştur. Şah İsmail devrinden itibaren İran'da camilerde ilk üç halifeye lânet edilmesi kararlaştırılmış, ezana ilaveler yapılmıştır. Safevilerin Şiîlik üzerine kurulu siyaseti ile Sünnilik üzerine kurulu Osmanlı siyaseti arasındaki farklılık sebebiyle Osmanlılarla İran ordusu arasında 1514 yılında cereyan eden Çaldıran savaşında İran ordusunun mağlup olması sonucunda Osmanlı-İran münasebetleri normal mecrasında yürümemiştir. 12/18. yüzyıldan 14/20. yüzyıla kadar sağlanan bir devlet desteği olmadan kendi seyri içinde gelişme kaydeden İmamiyye şîasının temsilcileri olan ulema 1905-6 yıllarındaki anayasa faaliyetlerinde önemli rol oynamışlardır. Kaçar hanedanının 1925 yılında yıkılışından sonra İran'da idareyi ele geçiren Pehleviler devrinde ulema kısmî nüfuz kaybına uğramıştır. Uzun bir hazırlık döneminden sonra Şîa yetullah Humeynî'nin çabalarıyla 1979 yılından itibaren İran'da hakim kılınmış ve mezhebin prensipleri devletin yürütülmesinde esas olarak kabul edilmiş bulunmaktadır. Tevhid, nübüvvet, imamet, adl ve mead esaslarını usuluddin olarak kabul eden bu fırka Zeydiyye'den sonraki mutedil bir şii firkası olarak kabul edilir. Kitap, sünnet, icma ve aklı, şer'i deliller olarak kabul eden bu fırka, ibâdet ve muameleler konusunda mut'a nikahı hariç Ehl-i Sünnet fıkhı ile cüz'i ayrılıklar göstermektedir. Günümüzde İran, Irak ve Pakistan'da bulunan bu mezhebin mensupları Şîa'nın büyük ekseriyetini teşkil etmektedirler (bk. Ca'feriyye mad). Bu üç fırkanın ötesinde kendilerini şiî sayan ve fakat mutedil Şîa'nın kendileri ile ilgileri bulunmadığını belirttikleri gulat, galiye yahut aşırı şiî fırkalar vardır. İslâm mezhepler tarihi ile ilgili eserlerde belirtilen Sebeiyye, Beyâniyye, Muğiriyye, Harbiyye, Mansuriyye, Cenâhiyye, Nusayriyye, Hattabiyye ve Gurâbiyye gibi fırkalar Hz. Ali'yi ilâh yahut Allah'ın ona hulûl ettiğini iddia ettikleri için mutedil Şîa tarafından İslâm ve Şîa dışı aşırı cereyan olarak değerlendirilmektedir. Şîa fırkaları arasında müşterek nokta İmamet esasıdır. Düşüncelerine göre Cenab-ı Hak Hz. Peygamber'i İslâm dinini yaymak için göndermiş, o da peygamberlik görevini yerine getirerek yirmi üç sene süreyle Allah'ın dinin neşretmiştir. Hz. Peygamber'in inanç ve amel yönünden yirmi üç sene zarfında gerçekleştirdiği ıslah hareketinin O'nun ölümü ile ortadan kalkması Allah'ın hikmetine uygun düşmez. Bu sebeple Hz. Peygamber'in faaliyetlerinin boşa gitmemesi ve devam etmesi için nübüvvetle eş değer olan bir imamet müessesesi gereklidir. İslâm dünya durdukça devam edecek bir ilahî din olduğuna göre bütün zamanlar boyunca, Hz. Peygamber adına dinî konulara çözüm getirecek ve İslâm ümmetini yönetecek bir imama zaruri olarak ihtiyaç vardır. Bu imamın Hz. Peygamber'in neslinden olması gereklidir. İmamların ilki Ali b. Ebi Talib'dir. O, sadece Hz. Peygamber'in yakını ve damadı olduğu için değil Allah'ın emrinin gereği olarak imam tayin edilmiştir. Kendisinden sonra imâmet, -Keysaniyye hariç- Hz. Fâtıma'dan olan neslinden devam edecektir. Hz. Peygamber'e bu manada naib olan imamlar, onun ümmet üzerindeki velâyetini hâizdirler. İmamların tayini hiç bir zaman ölümlü, ihtirasına ve menfaatine tutkun olan insanlar tarafından değil, Allah, Peygamber ve bir önceki imam tarafından gerçekleştirilir. İmamlar Hz. Peygamberin ilminin hamilleri ve onun gibi masum kimselerdir. Aksi halde onların sözlerine itimad edilemez. Şîa'nın imamet konusunda böyle düşüncesine rağmen aralarında en çok ihtilaf edilen konunun yine imâmet olduğu söylenebilir. Hemen her imamın ölümünden sonra o imâmın oğulları arasında cereyan eden mücâdelelerde İmam olan kişinin güçlü ve itibarlı olması sebebiyle mi yoksa Allah'ın onu İmam tayin ettiğinden dolayı mı İmam olduğu konusu daima tartışılabilir. Yukarıda İmamet konusu ile ilgili esaslar genellikle günümüzde en güçlü olan İmamiyye yahut İsnaaşeriyye tarafından benimsenen hususlardır. İmamet konusunda en mutedil davranan Şiî mezhebi Zeydiyye'dir. Onlar yukarıda belirtildiği gibi, imamın Hz. Peygamber'in kızı Fatıma neslinden gelmesini kabul etmekle birlikte masumiyetini ve ismen tayinini benimsememektedirler. İmamın vasfen tayin edilmesi gereği üzerinde duran bu fırkaya göre, Hz. Fatıma neslinden gelen cömert, âlim ve takva sahibi olması gereken imam, kendini izhar edip imamlığını ilan etmelidir. Takıyye veya mestur imam düşüncesi Zeydiyye'de mevcut değildir. İsmail b. Ca'fer es-Sâdık'ı imam tanımakla İsmailiyye, nasların bâtınî manası bulunduğunu iddia ettikleri için Batıniyye ve bilginin akıl ve duyularla değil ancak masum imamın öğretmesiyle elde edileceğini iddia ettikleri için Ta'limiyye adını alan bu fırka imamet konusunda gerek ilk devrede gerekse Fâtımîler devrinde farklı özellikler göstermiştir. İmamı bilme ve ona bağlanma dinin aslı olduğu, dünya ve ahiret saadetine ancak bu şekilde ulaşılacağı, genel olarak İsmailiyye'nin prensipleri arasında bulunmaktadır. Bu fırka günümüzde imamet konusundaki müfrit düşüncelerini sürdürmektedir. İmametin dışında takıyye, bedâ, rec'at gibi talî esaslar Şîa fırkalarının ekseriyeti tarafından benimsenmektedir. Günümüzde İslâm dünyasının muhtelif yerlerinde Şîa mevcudu kesin bir istatistik bulunmamasına rağmen %7 - %9 arasında tahmin edilmektedir.

2.3. Mu’tezile

İslâm'da ilk zuhur eden ve akideleri aklın ışığında izah edip temellendirmeye çalışan büyük kelam ekolünün adı. Lügatta, "uzaklaşmak, ayrılmak, bırakıp bir tarafa çekilmek" gibi anlamlara gelen "i'tizal" kelimesinin ism-i fail siğasından meydana gelen çoğul bir isimdir. Müfredi, "mu'tezilî"dir. Kelime, hemen hemen aynı anlamlarda Kur'ân-ı Kerim'de de geçmektedir: "Eğer bana iman etmezseniz benden ayrılın, çekilin" (ed-Duhân, 44/21); "Ben sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan ayrıldım" (Meryem, 19/48; ayrıca bk. el-Kehf 18/16, en-Nisâ, 4/90).

Mu'tezile'ye bu ismin hangi sebeple verildiği hususunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür:

Bu konuda en yaygın kanaat, devrin en büyük alimi sayılan Hasan el-Basrî (öl. 110/728) ile Mu'tezile'nin kurucusu Vâsıl b. Ata (öl. 131/748) arasında geçen şu olaya dayanmaktadır. Hasan el-Basrî'nin, Basra camiinde ders verdiği bir sırada bir adam gelir ve büyük günah işleyenin bazıları tarafından kâfir olarak vasıflandırıldığını, günahın imana zarar vermeyeceğini iddia eden bazıları tarafından ise tekfir edilmeyip mü'min sayıldığını söyler ve bu mesele hakkında kendisinin hangi görüşte olduğunu sorar. Hasan el-Basrî vereceği cevabı zihninde tasarlarken, öğrencilerinden Vâsıl b. Ata ortaya atılır ve büyük günah işleyen kimsenin ne mü'min ne de kâfir olacağını, bilakis bu ikisi arasında bir yerde, yani fasıklık noktasında bulunacağını söyler. Halbuki, Hasan el-Basrî büyük günah işleyenin münafık olduğu kanaatindeydi. İşte bu hadiseden sonra Vâsıl b. Ata, Hasan el-Basrî'nin ilim meclisinden ayrılır (bir rivayete göre de hocası tarafından dersten uzaklaştırılır) ve arkadaşı Amr b. Ubeyd (öl. 144/761) ile birlikte caminin başka bir köşesine çekilerek kendisi yeni bir ilim meclisi oluşturup görüşlerini anlatmaya başlar. Bunun üzerine Hasan el-Basrî, "Vâsıl bizden ayrıldı (Kadi'tezele anna Vâsıl)" der. Böylece Vâsıl'ın önderliğini yaptığı bu gruba mu'tezile adı verilir (Abdulkerim eş-Şehristanî, el-Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1975, I/48; Abdulkâhir el-Bağdadî, el-Fark Beyne'l-Fırak, Çev. E. Ruhi Fığlalı, İstanbul 1979, s. 101, 104).

Mu'tezile ismini bu görüş etrafında temellendirmeye çalışanlara göre, bu isim onlara muarızları tarafından verilmiştir. Çünkü onlar, "Ehl-i sünnetten ayrılmışlar, Ehl-i sünnetin ilk büyüklerini terketmişler, dinin büyük günah işleyen kişi (mürtekib-i kebîre) hakkındaki görüşünden ayrılmışlardır. Takılan bu isim onların bu tutumunu gösteriyordu" (İrfan Abdülhamit, İslam'da İtikadî Mezhepler ve Akaid Esasları, Çev. M. Saim Yeprem, İstanbul 1981, s. 94).

Mu'tezile mezhebini siyâsî ve itikadî olmak üzere ikiye ayıran ve ikincisini birincisinin devamı sayan bazı ilim adamlarına göre bu isim, çok daha önceleri mevcuttu. Bunlara göre, Hz. Osman'ın şehit edilmesinden sonra meydana gelen Cemel ve Sıffin savaşlarında tarafsız kalıp, savaşlara katılmayanlar, Mu'tezile'nin ilk mümessilleridir. Sa'd b. Ebî Vakkas, Abdullah b. Ömer, Muhammed b. Mesleme ve Usame b. Zeyd gibi bazı kimseler meydana gelen savaşlarda her hangi bir tarafı desteklemeyip, olaylardan uzak durmayı (itizali) tercih etmişlerdi. Bu nedenle bunlara, "ayrılanlar bir kenara çekilenler" anlamında Mu'tezile denmiştir.

Diğer bir görüşe göre ise, Vasıl b. Ata mürtekib-i kebîre konusunda icma-ı ümmete muhalefet ettiği için, ona ve taraftarlarına bu ad verilmiştir. Mu'tezile'ye bu ismin verilmesinin sebebi, onların bu dünyadan el etek çekip, bir tarafa çekilerek zahidane bir hayat sürmelerinde arayanlar da vardır (İ. Abdülhamit, a.g.e., s. 94 vd.; Kemal Işık, Mu'tezile'nin Doğuşu ve Kelâmî Görüşleri, Ankara 1967, s. 52 vd.)

Mu'tezile mezhebi, kaynaklarda daha değişik isimlerle de anılmaktadır. Fiillerde irade ve ihtiyarı insana verip, insanı fiillerinin yaratıcısı kabul ettikleri iç:n el-Kaderiyye; Ru'yetullah, Allah'ın sıfatları ve halk-ı Kur'an gibi meselelerde Cehm b. Safvan'ın görüşlerine katıldıkları için el-Cehmiyye Allah'ın bazı sıfatlarını kabul etmedikleri için de Muattıla olarak zikredilmişlerdir. Fakat onlar bu isimleri kabul etmeyip, kendilerini Ehlul-Adl ve't-Tevhîd olarak vasıflandırmışlardır (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, İstanbul 1981, s. 170; Kemal Işık, a.g.e., s. 56 vd.).

Mezhebin Doğuşunu Hazırlayan Faktörler ve Tarihî Seyir:

İslâm'da itikadî meselelerin gündeme gelip tartışılmasına sebep olan ve neticede itikadi mezheplerin doğuşunu hazırlayan çeşitli faktörler vardır. Bunlar aynı zamanda, bir itikadî mezhep ve yeni bir düşünme biçimi olan Mu'tezile mezhebinin doğmasına da zemin hazırlamıştır.

Bu faktörlerin başında, müslümanlar arasında zuhur eden ihtilaf ve çekişmeler yer almaktadır. Çok ciddi boyutlara ulaşan bu ihtilaflar neticesinde bir takım yeni meseleler ortaya çıkmış ve tartışılmaya başlanmıştı. Bu meseleler için teklif edilen çözümler, itikadi fırkaların doğmasına neden olmuştur. Müslümanlar arasında hararetle tartışılan meselelerden birisi de mürtekib-i kebîre'nin durumu idi. Haricîler, mürtekib-i kebîre'nin kâfir olduğunu iddia ederken, Mürciîler, mü'min olduğunu iddia ediyorlardı. Vâsıl b. Ata ve taraftarları ise, meseleye "el-menzile beyne'l-menzileteyn* (iki yer arasında bir yer)" prensibiyle yeni bir çözüm şekli teklif ediyordu. Yaygın olan rivayete göre, bu çözüm önerisi ile Mu'tezile mezhebi ortaya çıkmış oldu. Bu durumda Mu'tezile, müslümanlar arasında zuhur eden yeni meselelere yeni bir bakış açısını ifade etmektedir.

Mu'tezile'nin doğuşuna zemin hazırlayan amillerden birisi de, İslâm dininin fetih politikasıyla ilgilidir. Müslümanlar çok kısa bir zaman zarfında Arap Yarımadasını aşarak bir çok ülkeyi kendi topraklarına kattılar. Değişik kültür ve dinlere mensup olan bu ülkelerin ilhakı ile, bir takım yeni problemler ortaya çıktı. Bu ülke halklarından İslam'ı kabul edenler yanında etmeyenler de vardı. Kabul etmeyenler mensup oldukları dinlerin savunmasını yaparken, kabul edenler de, eski kültürlerinin etkisinden tamamen kurtulamıyorlardı. Köklü bir geçmişe sahip olan Yahudilik, Hristiyanlık, Seneviye, Zerdüştlük gibi din ve görüşler, zaman içerisinde müesseseleşmiş ve belli bir savunma mekanizması da geliştirmişlerdi. İslâm dini için henüz böyle bir mekanizma mevcut değildi. Çok geçmeden müslümanlarla tartışmaya dalan yabancı unsurlarla başedebilmek için güçlü bir diyalektik (cedel) yönteme ihtiyaç vardı. İşte bunu hisseden ve bu doğrultuda yöntem geliştirmeye çalışan ilk alimler Mu'tezilîler olmuştur. Mu'tezile, yabancı kültürlerden de istifade ederek İslâm düşüncesine Kelâm metodunu getirmiştir. Gayri müslimlere karşı İslam'ı savunma ve akideleri aklî bir platformda değerlendirme yolundaki takdire şayan Mu'tezilî gayret İslam düşüncesine yeni bir renk katmıştır.

Mu'tezilî düşüncenin temel esprisi; İslâm akaidini aklî tefekkür zeminine oturtmak ve akılla çatıştığı anda nassı aklın istekleri doğrultusunda tevil etmektir. Naklî düşüncenin yanında, zaman içerisinde aklî düşüncenin de teşekkül etmesi; aklı rehber kılan bir zümrenin ortaya çıkması tabii bir durumdur. Bu durum, dinlerin normal seyri içerisinde tabii ve zorunlu bir merhalenin ifadesidir. İslam düşüncesinin bu merhalesinde aktif rol oynayan ve dolayısıyla felsefi düşünceye ve yeni ilimlere rağbet gösteren ilk kişiler Mu'tezilîler olmuştur (İrfan Abdülhamit, a.g.e., s.121 vd.; Bekir Topaloğlu, a.g.e., s. 171; Kemal Işık, a.g.e., s. 28; Muhammed Ebu Zehra, İslam'da Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi, Çev. E.Ruhi Fığlalı, Osman Eskicioğlu, İstanbul 1970, s.180 vd.).

İşte bu ve benzeri şartlar altında Mu'tezile cereyanı Hicri birinci asrın sonlarıyla ikinci asrın başlarında Vâsıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd'in önderliğinde Basra'da ortaya çıktı. Genelde kabul gören görüşe göre, Mu'tezile akımı Vâsıl b. Ata ile Hasan el-Basrî arasında geçen tartışma neticesinde ortaya çıkmıştır.

Mu'tezilî düşüncenin Basra'da ortaya çıkışından yaklaşık bir asır sonra Bişr b. el-Mu'temir (öl. 210/825) başkanlığında Bağdat Mu'tezile ekolü de teşekkül etti. Temel prensipler itibariyle aynı görüşleri paylaşan bu iki ekol mensupları arasında teferruatla ilgili bir çok görüş farklılığı da vardır. Vâsıl b. Ata, Ebu'l-Huzeyl el-Allâf (öl. 235/850), İbrahim en-Nazzâm (öl. 231/845), Ebu Ali el-Cübbâî (öl. 303/916), el-Câhız (öl. 225/869) gibi Mu'tezilîler Basra ekolüne; Bişr b. el-Mu'temir, Sümame b. el-Eşras (öl. 213/828), el-Hayyat (öl. 298/910) gibi Mu'tezilîler de Bağdat ekolüne mensuptur.

Terceme faaliyetleri çerçevesinde İslâm kültür dünyasına kazandırılan yeni eserlerle birlikte, siyâsî etkenlerin de tesiriyle giderek güç kazanan İtizal akımı kısa zamanda devlet ricalini de cezbeder duruma geldi ve daha Emevîler döneminde bile halifeler düzeyinde kabul gördü.

Bu mezhep bir fikir hareketi olarak Abbâsîler döneminde gelişip yaygınlık kazandı. Abbasî halifelerinin Mu'tezile'ye karşı tutumları genelde müspet olmuştur. Harun er-Reşîd döneminde (170-193/786-808) saraya kadar nüfuz etmiş olan Mu'tezilî düşünce, altın çağını el-Me'mun (öl. 218/833), el-Mu'tasım ve özellikle el-Vâsık'ın hilafetleri esnasında yaşamıştır. Bu halifeler döneminde Mu'tezilî görüş devletin resmi mezhebi durumuna gelmiş, Mu'tezile âlimleri de devlet ricâli nezdinde en muteber kişiler olarak saygı ve itibar görmüşlerdir. Mu'tezile âlimleri, bu dönemlerde, halifeleri kendi düşünce ve kanaatleri doğrultusunda yönlendirdikleri gibi, kendileri de devletin yüksek kademelerinde mevki sahibi olmuşlardır.

Mu'tezile'nin devlet otoritesi ve resmi mezhebi haline geldiği, yaklaşık 198-232/813-846 yılllarını kapsayan bu dönem, Ehli sünnet âlimleri ve müslüman halk açısından ve ızdırabın hüküm sürdüğü bir dönem olmuştur. Mu'tezile doktrinini devletin resmi görüşü olarak benimseyen, devrin hükümdarları el-Me'mun, el-Mu'tasım ve el-Vâsık, bununla yetinmeyip resmi organlar vasıtasıyla halkı da bu görüşleri kabullenmeye zorladılar. Özellikle, Kuran-ı Kerim'in yaratıldığını varsayan (Halku'l-Kur'ân'ı* Mu'tezîli görüşün devlet eliyle zorla kabul ettirilmeye çalışıldığı bu dönem, İslâm mezhepleri tarihinde "mihne" olarak bilinmektedir. Başta Ahmed b. Hanbel (öl. 241/855) olmak üzere, resmi düşünceye karşı çıkan pek çok İslâm âlimi, bu tutumlarından dolayı mahkûm edilip işkenceye maruz kaldılar.

Bir tür Engizisyon anlamına gelen "mihne" el-Me'mun'dan sonra, el-Mu'tasım ve el-Vâsık dönemlerinde de şiddetini artırarak devam etti (Macid Fahrî, İslâm Felsefesi Tarihi, Çev. Kasım Turhan, İstanbul I987, s. 54).

Başlangıçta hür düşüncenin savunucusu olarak ortaya çıkan Mu'tezile, bu halifeler döneminde tam aksi bir pozisyonda bulunmuştur. Mu'tezile'nin parlak dönemi ve dolayısıyla "mihne" hadisesi, el-Vâsık'ın ölüp yerine el-Mütevekkil (247/861)'in geçmesiyle son buldu. Mu'tezilî düşünce daha önce el-Mehdî ve el-Emîn'in halifelik dönemlerinde de hüküm giyip cezalandırılmıştı. Fakat asıl darbe el-Mütevekkil'den geldi. Mu'tezile Mütevekkil'in hilafetiyle devlet kademelerinden kovuldu ve giderek gerilemeye başladı. Bu mezhep, sonraki asırlarda Büveyh oğulları ve Selçuklu sultanı Tuğrul Bey dönemlerinde rağbet görmüşse de bir daha eski itibarına kavuşamamıştır (Kemal Işık, a.g.e., s. 59 vd.; Bekir Topaloğlu, a.g.e., s. 183; M. Ebu Zehra, a.g.e., s. 182).

Mezhepler tarihi kaynakları, Mu'tezile'nin çöküşünü hazırlayan sebepler arasında, "mihne" hadisesini, Mu'tezile'nin akla ifrat derecede önem vermesini ve bu arada el-Eş'arî ile el-Matüridî'nin öncülüğünde Ehl-i Sünnet ilm-i kelâmının zuhur etmesini göstermektedirler (İrfan Abdülhamid, a.g.e., s.125; B. Topaloğlu, a.g.e., s. 183).

Mu'tezile'nin Metodu ve Kelamî Görüşleri:

İslâm'da akaid esaslarını aklın ışığı altında ele alıp değerlendiren, meselelere aklın ölçüleri doğrultusunda çözüm getirmeye çalışan ilk düşünürler, Mu'tezile ve onların selefleri olan Kaderiyye ve Cehmiyye'dir. Mu'tezile âlimleri, akaid meselelerinin çözümünde, daha önceki İslâm âlimlerinin yaptığı gibi, sadece nakille yetinmeyip akla da önem vermiş, hattâ naklin yeterince açık olmadığı ve önceki İslâm âlimlerinin susmayı tercih ettiği konularda tek otorite olarak aklı kabul edip te'vil yoluna gitmiştir. Selefiyye tarafından şiddetle eleştirilen bu yeni yaklaşım tarzının adı Kelâmî metottur. Mu'tezilîler, benimsemiş olduklar Kelam metodu ile, akideleri kendilerine has bir üslupla değerlendirip, Ehl-i sünnet öğretisinin dışında farklı kanaatlere ulaştılar. Bu nedenle, Mu'tezile,ehl-i bid'at fırkaları arasında zikredilmektedir (el-Bağdâdî, a.g.e., s. 100).

Mu'tezile doktrininin esasını teşkil eden ve bütün Mu'tezile alimlerince benimsenen beş temel prensip (elusûlü'l-hamse) vardır:

1-'Tevhid: Mu'tezile'nin en temel ilkesi olan tevhid anlayışı, bütün İslâm düşüncesinin de temelini oluşturmaktadır. Sadece Mu'tezile'ye göre değil, bütün İslâm mezheplerine göre önemli bir prensip olup bu, Allah birdir, eşi ve benzeri yoktur, ezeli ve ebedîdir anlamına gelir. Bu konuda Mu'tezile'yi diğerlerinden ayıran husus, Allah'ın sıfatlarına dair tartışmalarda ortaya çıkmaktadır. Mu'tezile'ye göre Allah'ın en önemli iki sıfatı "birlik" ve "kıdem"dir. Mu'tezile Allah'ın sıfatlarını kabul eder, fakat bu sıfatlara Allah'ın zatının dışında bir varlık hakkı tanımaz. Onlara göre "Allah âlimdir" demek doğru; "Allah ilim sahibidir" demek ise yanlıştır. Çünkü ilim, sem', basar gibi, sıfat-i maânînin kabulü, kadim varlıkların çokluğuna (taadüdü kudemâ) delâlet eder. Halbuki tek kadim varlık vardır. O da Allah'tır.

Mu'tezile, sıfatlar konusunda kendisini ehlu't-Tevhîd olarak isimlendirirken, Ehli sünnet âlimleri tarafında da Muattıla (Allah'ın sıfatlarını inkâr edenler) olarak vasıflandırılmıştır.

2- Adalet (el-Adl): Mu'tezile'ye göre, insan tamamen hür bir iradeye sahiptir ve fiillerinin yegâne sorumlusu odur. Yapmış olduğu iyilik de kötülük de kendisine aittir. Bu nedenle yapmış olduğu iyi amellere karşı mükâfaat, kötü amellere karşı da ceza görecektir. Eğer kulun fiillerinde Allah'ın bir müdahalesi olsaydı, o zaman kul yapmış olduğu fiillerden mesul olmazdı. Çünkü bu durumda bir zorlama (cebr) sözkonusu olurdu. İnsanı, zorlama altında yapmış olduğu fiillerden sorumlu tutmak ise zulümdür. Bu, Allah'ın adaleti ile bağdaşmaz. Çünkü Allah en âdil varlıktır.

3- İyi amellerde bulunanların mükâfatlandırılması, kötü amellerde bulunanların cezalandırılması (el-Va'd ve'l-Va'îd): Güzel amellerin mükâfatla kötü amellerin de ceza ile karışık görmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle Allah, adâletinin bir gereği olarak, iyi amellerde bulunan kullarını cennetle mükafatlandıracağını (el-va'd); kötü amellerde bulunan kullarını ise Cehennemle cezalandıracağını (el-va'îd) bildirmiştir. Allah'ın, bunun aksini yapması, bu sözünden vazgeçmesi mümkün değildir. Mü'min, mutlaka Cennete; büyük günah işleyipte tevbe etmeden ölen kimse ise mutlaka Cehenneme gidecektir. Allah'ın adaletinin gereği budur. Mutezile, bu görüşü ile şefaati reddetmiştir.

4- el-Menziletü beyne'l-Menzileteyn (İki Yer Arasında Bir Yer):

Bu prensip, büyük günah işleyen kimsenin imanla küfür arasında bir yerde, yani fasıklık noktasında bulunacağını ifade eder. Bu görüş, büyük günah işleyeni kâfir sayan Hâricîlerle, mü'min sayan Mürcie mezhepleri arasında mütevassıt bir görüşü temsil etmektedir.

5- İyiliği emretmek kötülükten Nehyetmek (el-emru bi'l-ma'ruf ve'nnehyu ani'l-münker): Mutezile, toplumda hak ve adaletin sağlanması ve ahlâkî yapının sağlıklı olabilmesi için, her müslümanın iyiliği emredip, kötülüğü yasaklamasını gerekli görmektedir (el-Bağdâdî, a.g.e., s. 100 vd.; Kemal Işık, a.g.e., s. 67 vd.; M. Ebu Zehra, a.g.e., s.174 vd.; B. Topaloğlu, a.g.e., s.174 vd.; İ Abdülhamid a.g.e., s. 105 vd.; eş-Şehristani, a.g.e., I, 43).

2.4. Maturîdilik

İslâm akaidinde imam Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Matüridiyye nisbet edilen mezhep. İmam Ebu Mansur el-Mâturidinin akaiddeki mezhebine mensub olanların meydana getirdiği topluluğa Matüridiyye denilir.

Alemü'l-Hudâ, İmamü'l-Huda ve el-Mütekellim lakablarıyla da anılan Matüridi takriben 238/852'de Maveraünnehir'de bulunan Semerkand'ın Matürid köyünde doğmuştur. 333/944'te Semerkand'da vefat etmiştir. O, İslama çok değerli hizmetler vermiş öncü İslâm âlimlerinin başında gelir. Maveraünnehir'de Ehli Sünnet'e nisbet edilen Kelâm ekolünün kurucusu ve mümessilidir. Ehli Sünnet kelâmının Irak'taki mümessili ise Ebul Hasen el-Eş'arî'dir (v. 324/936). Maturîdinin yaşadığı çağda, ilim ve edebiyata hizmet etmiş olan Samanoğulları devleti (844-999) hüküm sürmekteydi. Bize kadar gelen Te'vilâtu'l-Kur'an ve Kitâbü't-Tevhîd gibi eserlerinden anlıyoruz ki, Matüridi, Kelâm, Tefsir, Mezhebler Tarihi, Fıkıh ve Fıkıh usulünde derin bilgi sahibiydi. Mâturidinin hocaları, ilimleri İmam A'zam Ebu Hanife'ye uzanan Ebu'n-Nasr el-İyazi, Ebu Bekr Ahmed el-Cürcânî ve Muhammed b. Mukatil er-Râzî'dir. Bunların hocası ise İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'den okumuş olan Ebu Süleyman b. Musa el-Cürcânî'dir. İmameyn lakabıyla tanınan İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed, İmam A'zam'ın en seçkin talebeleriydi. Matüridi, hocalarından İmam A'zam'ın akaide dair el-Fıkhü'l-Ekber, er-Risale, el-Vasiyye, el-Fıkhü'l-Ebsat, el-Âlim ve'l-Müteallim isimli risalelerini de okuyup rivayet etmiştir. Matürîdî, imam ismini almaya lâyık Hâkim es-Semerkandî (340/951), Ebul-Hasen er-Rustuğfeni (v. 345/956), Ebu'l-Leys el-Buhârî, Ebu Muhammed Abdülkerim b. Musa el-Pezdevî (v. 390/999) gibi büyük afimler de yetiştirmiştir. İmamları Mâtürîdiyye büyük bir sevgi ve saygı ile bağlı olan bu âlimler, Maveraünnehir'de Matüridiyye mezhebini delilleri ile kuvvetlendirerek açıklıyorlar ve yaymaya çalışıyorlardı.

Eş'ariyye Kelâm mektebinin doğup geliştiği yer olan Irak, pek çok bid'at mezhebinin çıktığı bir bölgeydi. İmam Eş'arî, Revâfız, Karamita ve özellikle Mu'tezile ile çok şiddetli ve gürültülü cedel ve münakaşalarda bulunmuştu. Matüridî'nin yetiştiği Maveraünnehir ise Irak'tan uzak olduğu için az da olsa bid'at akımlarından uzak kalmıştı. Fakat sonunda bu akımlardan bir kısmı Maveraünnehir'e sızmış, Mu'tezile'nin sesi buralara kadar aksetmişti. Nisbi de olsa, bid'at mezheblerinin mensubları buralarda da bulunuyordu. İmam Matüridî, Maveraünnehir'e kadar gelen Mu'tezile'den başka, Dehriye, Seneviyye ve Karâmita'ya karşı mantıklı ve istikrarlı mücadeleler vermişti. Onun Kitâbü't Tevhid'i bunlar gibi sapık fikir ve bid'at cereyanlarını içine alan ve bunları gereği gibi çürütmeye çalışan en değerli ve en eski vesika mahiyetini taşımaktadır.

Metodu:

Gerek Eş'arî gerekse Matüridî, Mu'tezile ve diğer bid'at mezheblerine galebe çalabilmek için, hasımlarının metodlarının akl-ı selime uygun taraflarını almışlar ve Ehli Sünnet Kelâmı'nın kurucusu olmuşlardır. Fakat, Ehl-i Sünnet'in Kelâm metodunu daha ziyade doğru ve ilmi bir şekilde başlatan, akla ve nakle de lâyık oldukları değeri vererek bu iki asla bağlı kalan ve bu şekilde İslâm akaidini açıklamaya çalışan, imam Matüridî olmuştur. Çünkü, dinde akla uymayan bir şey yoktur. Allah'ın varlığı, hayat, ilim, kudret, irade gibi sıfatları ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliği akılla isbat edilir. Yine naklin bildirdiği ahiret ve ahvali gibi gayb haberlerinin imkânı akıl ile gösterilir ve Resulün haber verdiği şekilde bunlara iman edilir. Kelâm metodunda iman edilecek esas ve konuların hepsi haber-i sadık (sahih bir şekilde bize kadar gelen haber-i Resul ile) tesbit edilir. Bunları isbat etmeye yarayacak delillere gelince... Bunlardan duyulur âleme ait olanlar için duyular ve bunun ötesinde kalanlar için akıl kullanılır. Bu şekilde bilgilerimizin üç temel kaynağı ve bunların değerleri hakkında gerekli açıklamayı yapan, İmam Matüridî olmuştur. O, bilgilerimizin sebepleri ve değeri hakkında söz edilen ilk İslâm âlim ve mütekellimi olduğu için bu konularda kendisinden sonra gelen kelâmcılara çığır açmıştır. Ondan sonra gelen kelâmcılar da yazdıkları eserlerin mukaddimelerinde bilgilerimizin kaynağı ve değeri hakkındaki görüşlerini yazmışlardır.

Matüridî, Kitabü't-Tevhidinde, insanı ilme ulaştıran yolların iz'an (sağlam duyu organları ve bunlarla yapılan deney ve gözlem), haberler ve aklî istidlal olduğunu ve bilgiye ulaşabilmek için bu yolların hiç birisinden müstağni olunamayacağını söylüyor. Ona göre bunlardan her birinin sahasına giren bilgiler grubu vardır. Her bilgi alanına ancak kendisine götüren yolla gidilir. Duyularla elde edilen bilgiyi inkâr eden, inatçı ve kendisini beğenmiştir (Kitabü't-Tevhid Beyrut, 1970 s. 7-8).

Matüridî iki çeşit haber olduğunu söyler: 1- Mütevatir haber. Bunun doğru olduğunu tesbit etmek için konuyu araştırıp tetkik etmek lâzımdır. 2- Peygamberlerin haberleri. Yanlarında doğruluklarını gösteren ayetler (mûcizeler) bulunduğu için, onların verdikleri haberlerden daha doğru bir haber yoktur. Çünkü doğruluklarının açıklık ve seçikliği bakımından kalbin ısınıp yatışacağı sözler peygamberlerin haberleridir.

Matüridî akıl hakkında şöyle der:

Aklın istidlâline gelince; bunun ilmin sebebi olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü duyular vasıtası ile elde edilen bilgileri düşünüp tertipleyerek hüküm veren odur. Duyulardan uzak olan ve bunların dışında kalan şeyleri anlayan, haberlerle bilinen şeyler de yanlışlık olup olmadığı ihtimali üzerinde duran, sonra peygamberlerin mucizeleri ile sihirbazların aldatmacalarını ayırdeden ve başka şeylerin doğruluğunu veya yanlışlığını anlayan akıldır. Aklın tefekkürü ile mahlukattaki hikmeti ve yaratıcı olan Allah'ın varlığına delâlet eden delilleri anlarız.

Nitekim akıl ile, Kadîm olan Allah'ı bilir ve onu hâdis olan mahlukattan ayırdederiz (Kitabü'l-Tevhid,s. 78). Matüridî, Tevilatü'l-Kur'an ve Kitabü't-Tevhid isimli eserlerinde aklî tefekkür ve istidlâli müdafaa eder; vahyin aklî delil getirmesini mutlaka gerekli görür. Akıl şaşar veya doğruyu bulamaz korkusuyla, sadece nakle dayanmayı gerekli gören fukaha ve hadisçilere karşı çıkar ve şöyle der:

"İnsana aklını kullanmaktan vazgeçmeyi telkin eden, şeytanî vesveseden başka bir şey değildir. Çünkü şeytan, kişiyi aklının semeresinden alıkoyar, iyi fırsatlara nail olmak ve istediğini elde etmek için güvencelerini sarsar. Aklı kullanarak eşyayı düşünmek, onun prensip ve sonuçlarından gizli olanları bilmek içindir. Sonra bunlarda, eşyanın hâdis olduğuna ve bunları yaratanın varlığına, nefislerini şehvetlerine uymaktan alıkoyanlar için deliller vardır. Bilinsin ki, aklı kullanmaya engel olan, şeytanın vesvesesi ve işidir" (Kitabu't-Tevhid s. 136).

Yine Matüridi'ye göre aklı hata ve sürçmelerden korumak için ihtiyatlı davranmak, makûlün yanında nakle de dayanmak gerekir. O bu konuda şöyle der: "Kim nakle dayanarak aklı kullanmada dikkatli ve ihtiyatlı bulunmayı inkâr eder ve akıldan gizli kalan şeylerin mahiyet ve künhünü anlamak ister ve Hz. Peygamber'den bir işaret olmaksızın nakıs ve sınırlı aklıyla Allah'ın hikmetlerinin tamamını ihata etmeye çalışırsa, aklına zulmeder ve ona kaldıramayacağı şeyleri yüklemiş olur" (M. Ebu Zehra Tarihul-Mezahibil-İslamiyye fi's-Siyaset-i Vel-Akaid, s. 212-213).

Matüridî'nin elinde hocalarından okuyup rivayet ettiği İmam A'zam'ın risaleleri, Akaid'den, İlm-i kelama dönüştü. Bu risaleler inanılması lâzım gelen Ehli Sünnet akidesini açıklayan bilgiler idiler. Matüridî bunlarda beyan edilen akaidi başka nakli delillerle takviye etti ve aklı kesin delillerle destekledi. Akâid'in teferruâtını bürhanlarla kesinleştirip kuvvetlendirdi. O Maveraünnehir ülkesi ve diğer İslam bölgelerinde Ebu Hanife ekolünün kelamcısı Ehl-i Sünnet Vel-Cemaatın reisi oldu. Bu sebeple akaidte Hanefî mezhebi, Matüridi'ye nisbet edildi. Böylece, az bir kısmı hariç, Hanefî mezhebinde bulunan kelâmcılara Matüridiyye denildi. Ebu Hanife'nin ismi ancak Hanefî fıkıhçılarına nisbet edilmekle yetinildi. Bir çok kelâmcı ve araştırıcılar, Matüridiyye diye anılan bu Ehli Sünnet mezhebinin asıl kurucusunun İmam Matüridi değil, İmam A'zam Ebu Hanife olduğunu, Matüridî'nin ise onun yazdığı akaid esaslarını aklî ve naklî delillerle destekleyerek açıkladığını ifade ederler. Bazılarının iddia ettiği gibi Matüridî, İmam Eş'arî'ye bağlı bir kimse değil, İmam A'zam ve arkadaşlarının esaslarını tedvin ettiği Ehli Sünnet mezhebini açıklayan ve destekleyerek devam ettirenlerdendir.

İmam Ebul-Hasen el-Eş'arî ile İmam Ebu Mansur el-Matüridî, Ehli Sünnet akidesini yayma gayesinde ve pek çok izahlarının neticelerinde birleşiyorlarsa da; her ikisinin Kelâm metodları birbirlerininkinden az çok farklıdır. Şüphesiz her iki kelâmcı da Kur'an'ın ihtiva ettiği akaidi, akıl ve mantığı bürhanlarla isbat etmeye çalışıyorlardı. Çünkü selim akıl ile sahih nakil asla çatışmazdı. Fakat Matüridî, Eş'arî'nin verdiği önemden daha fazla akla değer veriyordu. Ona göre aklın daha çok değeri olduğuna şu örnekler delâlet etmektedir:

1- Her iki mezhebe göre; Allah'ın varlığını aklî delil getirerek bilmek farzdır. Matüridiyye'ye göre peygamber gönderilmezse bile Allah'ı aklen bilmek gereklidir. Allah'ı bilmenin vücubunu idrak eden akıldır. Akıl tek başına Allah'ın varlığını ve bunun vacib oluşunu bilebilirse de, peygamber gönderilmeden, Allah tarafından yapılması teklif edilen hükümleri tek başına bilemez. Allah'ı akılla bilmenin aklen vacib olduğu görüşü, Matüridilere İmam A'zam Ebu Hanife'den geçmiştir. Beyazî'nin (1098/1687) açıklamasına göre, Ebu Hanife "Akıl yaratıklara bakarak Büyük Yaratıcıyı bilmenin aleti olduğu için Allah'ı bilmemekte kimsenin mazereti olamaz" demiştir (Ebu Hanife'nin bu görüşleri için bk. Kemaleddin el-Beyazî, İşaratü'l-Meram, Mısır 1949/1368, s. 78).

Eş'arîler ise; akıl, Allah'ın varlığını ve birliğini bilmede alet olduğu halde, ona bu bilmenin vücubunu emreden akıl değil, Allah'tır. Allah'ın emri de vahiy ve şeriatla bilinir, diyorlar.

Matürîdîler de; Allah'ı bilmenin vücubunu emreden Allah ise de, akıl, Allah'ın koyup emrettiği bu vücubu bilebilir, diyorlar. Fakat, "akıllı bir kimsenin mazeretsiz olarak Allah'ın varlığına ve birliğine dair akli delil getirmeyi terketmesi haramdır. Aklî delili bir özrü olmadan terkeden günahkâr olur. Akıl tek başına Allah'ı bilebilir. Fakat teklifi hükümleri (insanların Allah tarafından mükellef tutulduklârı hükümleri) bilemez" düşüncesinde her iki mezheb de birleşiyorlar.

2- Matüridî, yine, hüsün ve kubuh meselesinde der ki: "Allah bir işi haddi zatında ve aslında güzel olduğu için veya faydası zararından daha çok olduğu için emreder. (Hüsün emrin medluldür) Allah'ın bir işi emretmesi, o işin aslında güzelliğine delâlet eder. Bir şey mahiyeti itibarıyla çirkin olduğu için Allah o şeyden nehyeder. Allah'ın bir şeyi nehyetmesi, o şeyin aslında çirkinliğine veya zararının faydasından daha çok olduğuna delâlet eder." Matüridi'ye göre hüsün ve kubuh açısından eşya ve işler üç kısımdır: a) İnsan aklının tek başına güzelliğini anladığı şeyler, b) Tek başına aklın çirkinliğini idrak ettiği şeyler, c) Tek başına insan aklının ne güzelliğini ne de çirkinliğini anlayamadığı şeyler, ki, bunların da güzelliği ve çirkinliği ancak Allah'ın emretmesiyle anlaşılır. Şu kadar var ki; aklın güzelliğini bildiği şeyleri bile Allah emreder, çirkinliğini bildiği şeylerden de Allah nehy eder. Aklın tek başına mükellef kılma ve sorumlu tutma hakkı yoktur. Dini sorumluluklarda sorumlu tutma hakkı yalnız Allah'ındır. Yegâne hüküm veren ve insanları mükellef tutan O'dur.

Eş'arîler ise; "eşyanın aslında ve fiillerin mahiyetinde güzellik ve çirkinlik yoktur. Allah emrettiği için bir şey güzeldir, nehyettiği için de çirkindir", derler. Aklın, fiillerin aslında güzellik ve çirkinliği idrak ettiğini kabul etmezler.

Mutezileye göre ise; aklın güzelliğini idrak ettiği şeyler, yine aklın mükellef kılmasıyla vacib olur. Çirkinliği anlaşılan işten de kaçınmak aklın teklifiyle vacib olur.

3- Eş'arî; "Allah Teâlâ, bir sebeb ve maksattan dolayı fiillerini işlemez (Allah'ın fiilleri, maksat, gaye ve illetlerle muallel değildir). Yani, Cenab-ı Hak bir şeyi sebeb, maslahat ve gayesiz olarak işler de; bir sebebe müstenid ve bir maslahata mebni işlemez. Çünkü o işlediğinden sorumlu tutulmaz. Ayetlerde geçen Allah'ın hikmetini de ilim ve iradesine irca eder.

Matüridi'ye göre, Allah kendisine hakim (hikmet sahibi) diyor. O halde O'nun hikmet sıfatı da vardır. Allah boş ve abes işlerden münezzehtir. Her işinde hikmet vardır. Yüce Allah, gerek teklifi hükümlerinde, gerekse yarattığı işlerinde bir zorlayan ve vacip kılan olmaksızın bu hikmeti murat etmiş ve kasdetmiştir. Çünkü O muhtar, serbestçe dileyen ve dilediğini işleyendir. Mutezile'nin dediği gibi, kullarının mesalihine riayet etmesi O'na vacip olmaz. Çünkü, vücub ve gerekli olma, iradeye aykırı olur ve başkasının O'nda hakkının olduğunu hatırlatır ve O'nun yaptığı şeylerden sorumlu olmasını gerektirir. Allah yaptığından sorumlu değildir.

4- Matüridiler, Allah'ın tekvin (halk) sıfatını, kudret sıfatından başka ezeli ve hakiki sıfat kabul ederler. Çünkü Allah, Kur'an'da kendisini halık (yaratıcı) olarak vasıflandırmıştır. Allah eşyayı kudret sıfatıyla değil, tekvin sıfatıyla yaratır, derler.

Eş'arîler ise, tekvin sıfatını, Allah'ın kudret sıfatının yaratacağı şeylere hadis olan bir taallûku olarak kabul ederler.

Görülüyor ki Matüridi'ler nakle bağlı kalmışlar ve bu başlılıktan taviz vermeksizin, nassların özüne uygun akli açıklamalarda bulunmuşlardır. İzmirli İsmail Hakkı'nın "Yeni ilm-i Kelâm" isimli eserinde Eş'ariyye ile Matüridiyye arasındaki farkları belirtirken; "Eş'ariyye indinde, tevbe-i ye's (bir kimsenin ölüm esnasında ilâhi azabı görürken tövbekâr olup iman etmesi) makbul değildir; Matüridiyye'ye göre ise makbuldür" (Yeni İlm-i Kelâm, I, 115) demesi tamamen yanlıştır. Çünkü Matüridilere göre de tevbe-i ye's asla makbul değildir.

Matüridî, Te'vilâtında; Ebul-Mu'in en-Nesefi, et-Tabsira' adlı eserin de tevbe-i ye'sin makbul olmayışının sebeplerini açıklarlar: "Çünkü bu iman korku ve azabı gidermek için inanmadır; çalışma ile erişilen iman değildir ki onun (ölenin) inanması ictihad (emek ve gayret ile husule gelen iman olsun..." (Te'vilat li-Ebi Mansur el-Matüridî, Kayseri Raşid Ef. Kütüphanesi No: 47 vr. 1829).

"Bir kimsenin ye's halinde veya ahirette azabı görürken iman etmesi geçersiz ve faydasız olur... (Tabsıratül-Edille, Raşid Ef. Küt. No: 496, vr. 86).

Tevbe-i ye'sin makbul olmayacağı hakkında Kötülükleri işleyip dururken ölüm bunlardan birine geldiği zaman şimdi tevbe ettim, diyenlerin tevbesi yoktur... " (en-Nisa, 4/18) Azabımızı gördükleri vakit iman etmeleri kendilerine fayda verecek değildir" (el-Mü'min, 40/85) gibi âyetler vardır. Matüridîler ayetlerin zahirine aykırı düşecek görüşlerde bulunmazlar.

İslâm tarihinde akaidi açıklayan itikadî mezhebler başlıca dörttür. Bunlar, Resulullah'ın ve Ashab-ı kirâmın akâidine ve üzerinde bulundukları yola yakınlıkları itibarıyla şöyle sıralanırlar:

a) Ehl-i Sünneti hassa denilen Selefiyye: Bunlar nassların zahirine bağlılığı ve teslimiyeti prensip edinmişlerdir. Kur'an'da bildirilen iman esaslarını akılla fazla irdeleyip kurcalamadan iman ederler.

b) Eş'ariyye: Nassları esas olarak alıp akli delillerle bunları desteklerler.

c) Matüridiyye: Bunlar da Eş'ariyye gibi kelâm metodunu kabul ederler. Kur'an ve sahih sünnette bildirilen akaidi daha fazla aklî ve kuvvetli delillerle desteklerler.

d) Mutezile: Bunlar aklı esas alıp nakil ile bunu desteklemeye çalışırlardı. Bazı araştırıcılar, akla bu kadar önem verdiği için Matüridiyye, Selefiyye'den daha çok Mutezile'ye yakındır demişlerdir. Dikdörtgen şeklinde bir alanın ucunda Selefiyye yani Ehl-i hadis; öteki ucunda Mutezile bulunur. Alanın Mutezileye bitişik 1/4'ünde Matüridiyye; Muhaddislerin yanında Eş'ariyye mevcuttur, demişlerdir.

Matüridî, nassların yardımıyla akli istidlalin gerekli oluşu prensibini tefsirinde de uygulamıştır. O "Tevilatü'l-Kur'an"isimli eserinde müteşabihleri muhkem ayetlere hamletmektedir. Yol bulabildiği vakitte Kur'an'ı Kur'an ile tefsir etmektedir. Çünkü Kur'an'ın bir kısmı diğer bir kısmıyla çelişmez. Eğer o (Kur'an) Allah'tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan bir çok şeyler bulurlardı" (en-Nisa, 4/82). Matüridî, müteşâbih ayeti, dayanacağı bir muhkem ayet veya kat'i bir delil bulamazsa te'vil etmekten kaçar. Müteşabih ayetleri te'vil hususunda takib edilen bu metodu Eş'ari de kullanmıştır. Ancak Eş'ariyye ve Matüridiyye kelamcılarının müteahhirini, halk yanlış yorumlayarak teşbihe düşmesinler diye müteşabih ayetleri te'vil etmişlerdir. Bu te'villerinde bu ayetlerin kesin anlamı olmadığını, ihtimal dairesi içinde olduğunu belirtmişlerdir.

Matüridiyye Mezhebini Geliştirenler:

Matüridi'nin akaid ve kelam metodu bizzat bu ekole bağlı olan müelliflerin eserlerinden öğrenilmektedir. Matüridî pek çok eser telif etmiştir. Ancak bunlardan pek çoğu kaybolmuş, günümüze kadar ancak iki tanesi gelebilmiştir:

Bunlardan birisi "Tevilâtü'l-Kurân "diğeri adı "Te'vilatü Ehli's-Sünne"dir. Dünya kütüphanelerinde elli tane kadar nüshası olduğu sanılmaktadır. Hemen hemen İstanbul'un her kütüphanesinde bir nüshası mevcuttur. Dirayet usulünü takip eden çok kıymetli bir Kur'an tefsiridir. Müellif münasebet düştükçe akaid konularına çok yer ayırır ve bid'at mezheblerinin görüşlerini reddeder. Bu bakımdan Matüridiyye akaidine ait kıymetli bir kaynak sayılır. Bu eser, Ebu Bekir Muhammed b. Ahmed es-Semerkandî (v. 533/1158) tarafından şerh edilmiştir. Bir nüshası şehid Ali Paşa kütüphanesinde No: 283 mevcuttur. Matüridi'nin diğer eseri Kitabü't-Tevhid olup, dünyadaki tek nüshası Cambridge Üniversitesi kütüphanesinde 3651 numarada kayıtlıdır. Dr. Fetullah Huleyf tarafından tahkik edilerek 1970 de Beyrut'ta bastırılmıştır.

Matüridiyye mezhebini geliştiren ve zirvesine çıkaran alim Ebul-Mu'in Meymun b. Muhammed en-Nesefi'dir (417-508/1024-1115). Matûridiyye'nin yetiştirdiği en büyük kelamcıdır. Nesefi, İmam Matüridi'nin görüşlerine (Mukallidin imanı hakkındaki görüşü hariç) bağlı kalmıştır. Eş'ari kelamında Ebu Bekir el-Bakıllani (v. 403/1013) ve Gazzali (505/1111)'nin değeri ne ise Matüridi kelamında da, Nesefi'nin değeri aynıdır. Matüridi'nin kitablarının özellikle Kitâbü't Tevhîdinin iyi anlaşılması için Nesefi'nin Tabsiratül-Edille, isimli kitabı bir anahtar mesanesindedir.

Nesefi'nin diğer bir kitabının ismi "et-Temhid li-Kavaidi't-Tevhid"tir. Bu kitabın İstanbul Kütüphanelerinde bir kaç nüshası vardır. Mesela Beyazıd Küt. No: 3078,158. (vr.) Nesefî'nin Bahrul-Kelâm fi Akaidi Ehli'l İslâm isimli kitabı ise Konya'dan Ali Ramazan Hadimi tarafından 1327-1329/1911 de bastırılmıştır. Bu kitap yine aynı yılda Kahire'de de basılmıştır.

Matüridiyye kelâmına hizmet eden başka Nesefîler de yetişmiştir. Nesefi Semerkant ile Ceyhun nehri arasında bulunan bir şehirdir. Ortaçağda bu şehirde İslâmî ilimlerin her dalında eser telif etmiş pek çok alim yetişmiştir. Ebu Hafs Necmeddin Ömer en-Nesefi (v. 537/1142) Burhanuddin en-Nesefi (687/1289) Ebul-Berekat en-Nesefi, Matüridiyye mezhebine hizmet eden büyük âlimlerdendir. Bu sonuncusunun "Medariku't-Tenzil ve Hakaiku't Te'vil" isimli tefsiri. pek meşhurdur. Tefsirin muhtelif yerlerinde Matüridî kelâmına ait görüşler yer alır.

İmam Ebu Mansur Matüridî, bir müminin inancını akli delile dayanmadan körü körüne taklid eden kimsenin (mukallidin) imanının, kuvvetli bir temele dayanmadığı için, makbul olmadığını söylemiştir. Matüridînin bu konudaki görüşleri, Nesefi'nin Tabsiratül-Edille'sinde şöyle dile getirilir: "Delilsiz olduğu için mukallidin tasdiki faydalı olmaz. Çünkü sevap kulun çektiği meşakkat karşılığında verilir. Mukallidin, imanın aslını kazanmasında sıkıntısı yoktur. Bilakis, imana ulaşmada delil getirme ve şüphe ile kesin delilleri ayırdetmede düşünmenin kaidelerini gözetip nazar ve teemmüle alışarak karşılaşılan kuşkuları gidermek için sıkıntı çekilir... Kişi emek ve gayretini sadece peşin lezzetleri elde etmek için harcar, yalnız kendisini geçici dünya ile faydalanmaya terkeder, sonra hiç bir sıkıntıya göğüs germeksizin külfet ve meşakkate katlanmaksızın iman ederse, sevap elde edemez ve bu imanının faydasını görmez. Nitekim önceden istidlali olmadığından dolayı, azabı görürken inananın bu imanı kendisine fayda vermez" (Tabsıratü'l-Edille, Raşid Ef. Küt. No: 496, vr. 86; Fatih Küt. No: 2907, vr. 96-10). Matüridi'nin bu görüşüne başta Nesefi olmak üzere hiç bir Matüridiyye kelâmcısı katılmamıştır. Çünkü iman Allah'ı ve Resulünün Allah tarafından getirdiklerini tasdik etmektir. Kalbte şüphesiz kesin tasdik bulunup bunun zıddı tekzib gelmediği müddetçe iman makbuldur. Gücü yettiği halde Allah'ın varlığına deliller getirmeyi terkeden mümin, günahkâr olur.

2.5 . Eş’ârîlik

Ebu'l-Hasen el-Eş'ârî'nin (324/935-36) öncülüğünü yaptığı, kelâm metodunu benimseyen kelâm ekolü. Çoğulu "Eşâ'ira" gelir.

Eş'ariyye ismi, her ne kadar, Ehl-i Sünnete mensup iki ekolden birisinin ismi olsa da, bu ekolün ortaya çıkışı dikkate alındığında, ehl-i bidata mukabil kullanılması itibariyle genel anlamda Mâtûridîyye'yi de içine alarak, Ehl-i Sünnet'in genel ismi olarak anlaşılmaktaydı. Zira, o yıllarda akaidin önemli meselelerinden birini teşkil eden Allah'ın sıfatları meselesinde birbirine zıt iki görüş ileri sürülüyordu. Bunlar, sıfatları kabul eden Selefiyye görüşü ile onların bir kısmını kabul etmeyen Muattıla görüşü idi. Selefiyye'ye sıfatları kabul etmesi sebebiyle "Sıfâtiyye" deniliyordu. Eş'ârî Selefiyye'ye geçtikten ve Eş'ariyye ekolünün temsilcisi olduktan sonra, sıfatları kabul eden Ehl-i Sünnete "Eş'ârîyye" denilmiştir. İşte bu bakımdan Eş'ârîyye, ehl-i bid'ata mukabil olarak kullandığı takdirde Maturidiyye'yi de içine almaktadır (Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi 153. Ayrıca kaynaklar için bk. Şehristânı, el-Mile'l 1/92-93; İzmirli, Yeni İlm-i Kelâmı/l 10).

Eş'ârîyye Mezhebi, Mu'tezile'ye karşı bir anti-tez olarak doğmuş ve selef akidesini esas almıştır. Fakat, akaid meselelerinin ele alınışında kelâmı bir istidlâl kullanılmış, te'vile yer verilmiştir. Eş'ariyye'ye mensup kelâm âlimleri zamanla te'vile daha çok yer vermişler, zaman zaman da kelamda yenilikler yaparak, Kelâm ilmini felsefe ile meselelerini tartışabilecek bir güce kavuşturmuşlardır. Gazzâlî'nin faaliyetleri bu hususun en canlı örneği olarak ele alınabilir. Kısacası, Eş'ârî kelâmında aklın büyük önemi vardır. Zira, ortaya çıkışındaki ortamda bunun böyle olmasını zorunlu kılıyordu .

Eş'ârîyye ekolü önce Irak ve Suriye'de yayılmış daha sonra da Nizamiye medreselerine Eş'ârî âlimlerinin tayin edilişiyle geniş bir alana yayılma imkânı bulmuş ve Mısır ile Mağrîb ülkelerine kadar yayılmıştır.

Eş'ârî'den sonra bu ekole mensup olarak, ortaya atılan fikirleri geliştiren âlimler arasında şunları saymak mümkündür: Ebû Bekir el-Bâkıllânî (403/1012-1013); İmâmu'l-Haremeyn Cüveynî (478/1085-86); Ebû Hâmid Gazzâli (505/1111); Şehristânî (548/1153-54); Fahru'd-din Râzı (606/1209-10); Sayfullah Âmidî (631/1233-34); Beydâvî (685/1286 -87); Sa'dud-din Teftâzânî (793/139091); Seyyid Şerif Cürcânî (816/141314); Celâlu'd-din Devvânı(908/1502503).

Eş'ârîyye ekolünün genel görüşlerine gelince; Bunları bir fikir vermesi açısından ana hatlarıyla şöyle sıralanabilir: Ancak bu görüşleri tam anlamıyla ifade edebilmek için dayandıkları esaslar ve istidlâl yollarıyla, delilleriyle ele almak en doğru yol olacaktır. Bu da burada mümkün olmadığı için bunları ana başlıklarıyla verme yolunu tercih ediyoruz.

1. Ma'rifetullah: Akıl hiç bir şeyi vâcip kılamaz. Akıl, Allah'ı bulabilecek güçte bile olsa, Allah'ı bilmek şer'an vaciptir. Aklen bir vucûbiyyet yoktur. Şeriattan, dinden- haberi olmayan insan, hiç bir şeyden sorumlu değildir.

2. Nübüvvet: Nübüvvet için erkek olmak şart değildir. Kadında peygamber olabilir.

3. Cüzi İrade: Cüzi irade müstakil değildir, onu da Allah yaratır.

4. Kesb: Kesb, insan gücünün, güç yetirilen şeyle birlikte olmasıdır. Eş'ârîyye ekolünde kesb anlayışı kapalı bir şekilde anlatılmıştır. Bu yüzden anlaşılması diğer meselelere göre daha zordur.

5. Husn ve Kubh: Husn ve kubh şer'îdir, akıl ile idrak olunamaz. Ancak Allah'ın emir ve yasağı ile bir şeyin iyi ya da kötü olduğu bilinir. Bir şey emredilmiş ise iyidir, nehyedilmiş ise kötüdür. Emir ve nehiy olmadan iyilik ve kötülük bilinemez.

6. Tekvin: Tekvin hakiki bir sıfat olmayıp, itibarı bir sıfattır, kudret sıfatının bir taallukudur.

7. Sebep ve Hikmet: Allah'ın fiilleri bir hikmete göre olmadığı gibi bir sebebe de bağlı değildir. Çünkü Allah, yaptıklarından sorumlu değildir.

8. Güç Yetirilemeyen Şeyle Teklif: Allah'ın insanın gücünün dışında kalan bir şeyin yapılmasını emretmesi ve kullarını bununla mükellef tutması caizdir. Ama böyle bir durum vaki olmamıştır.

9. İbadet Mükellefiyeti: Kâfirler iman etmekle mükellef oldukları gibi, ibadet etmekle de mükelleftirler. İbadet etmedikleri için ayrıca ceza göreceklerdir.

10. İrtidad: Dinden çıkmış olan, yeniden iman ederse amelleri de kendisiyle geriye dönmüş olur.

11 . Kelâm-ı Nefsı: Kelâm-ı Nefsî'nin işitilmesi caizdir.

12. Kur'an-ı Kerîm: Kelâm-ı nefsî durumundaki Kur'an mahluk değildir. O Allah'ın kelâmıdır. Ses ve harflere muhtaç değildir. Elimizde bulunan mushaf ise, ses ve harflere muhtaç olan kelâm-ı lâfzîdir ve mahluktur. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Bir şeyi(n olmasını) dilediğimiz zaman sözümüz ancak ona "ol" dememizden ibarettir. O da derhal oluverir" (en-Nahl, 16/40). Kur'an yaratılmış olsa idi, Allah kendi sözü olan Kur'an'a ol demiş olacaktır. Halbuki "ol' sözü de Kur'ân'dadır.

13. Ezelde Ma'dûma Hitab: Yüce Allah'ın hitabının ezelde ma'duma (yokluk) taalluk etmesi caizdir. Buna göre Yüce Allah ezelde mütekellimdir.

14. Tevbe-i Ye's: Ümitsizlik halinde yapılan tevbe makbuldur.

15. Şefaat: Şefaat haktır ve kıyamet günü gerçekleşecektir.

16. Rü'yet: Yüce Allah'ın ahirette mü'minler tarafından gözle görülmesi mümkündür ve görülecektir. Bu hem aklı deliller hem de naklî deliller ile desteklenmiştir. Allahu Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurur: ''O günde (kıyamette) peygamberlerin velilerin ve müminlerin yüzleri apaydınlıktır. Rablerine orada hiçbir engel olmaksızın bakıcıdırlar'' (el-İnsân, 75/22-23) .

3. İslâm Düşüncesinde Amelî-Fıkhî Yorumlar

3.1. Caferîlik

Caferilik, Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) 'ın mezhebine mensup olmak demek olup, Hz. Resulullah (s.a.a) 'dan sonra İslam camiasının önderliğinin ilki Hz. Ali olan on iki imama ait olduğuna inanan Ehl-i Beyt mektebinin ortak ismidir. Bu mektebe aynı zamanda İsnaaşeriyye, İmamiyye, Şiilik ve Alevilik de denmektedir. Ancak bu mektep, Türkiye'mizde daha çok Alevilik ve Şiilik isimleriyle tanınırken; İran, Irak, Azerbaycan, Lübnan, Bahreyn, Suriye, Afganistan, Arabistan, Pakistan Bengladeş ve Hindistan gibi, aynı inancı paylaşan Ehl-i Beyt dostlarının yoğun olduğu ülkelerde Şiilik ve Caferilik isimleriyle meşhur olmuştur.
Burada şunu da vurgulamalıyız ki, bu mektebe Caferi mezhebi denilirken, onun da İslam camiası içerisinde ortaya çıkan Hanefi, Şafii, Maliki, Hambeli Zahiri, Sevri ve diğer İslami mezhepler türünden bir mezhep olduğu anlaşılmamalıdır. Çünkü mezhep, belli bir ilmi kariyer ve şartlara haiz olarak içtihat derecesine ulaşan bir alimin, İslam dini üzerinde ortaya koyduğu yorum ve fetvalar mecmuasına denir. Oysa bu mektep, kendisini müntesip kıldığı İmam-ı Cafer Sadık ve diğer imamları müçtehit olarak kabul etmiyor. Aksine; imamların Allah Teala'nın emri ve Hz. Resulullah'ın açıklaması ile tayin edilen birer ilahi hüccet olduklarına inanır. Dolayısıyla da İmam Cafer Sadık da dahil olmak üzere, on iki imamın din konusunda yaptıkları açıklamaların, onların kendi içtihatları sonucu vardıkları şahsi fetva ve yorumları değil de, bizzat Allah Teala'nın Resul-ü Ekrem'e indirdiği dini öğretinin özü olduğuna inanır.
Aslında bu mektebe mezhep ismini veren de bu mektebin kendi mensupları değildir. İslam camiasında her hangi bir müçtehidin fetvalarına uyan diğer İslami fırkalar bu mektebe mezhep ismini yakıştırmışlardır. Onlar, kendi yöntemlerine mezhep ismini verdikleri gibi, bu mektebin öğretilerinin daha çok Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) 'dan geldiğini ve diğer imamların böyle bir şansı yakalayamadıklarını görünce, Hz. İmam Cafer Sadık (a.s) 'ın da kendilerinin müntesip olduğu müçtehitlerden biri gibi sıradan bir müçtehit olduğuna inandıklarından, kendi mezheplerine kıyasla bu mektebe de Caferi mezhebi ismini koymuşlardır. Oysa bu mektep, kendisini bir mezhep olarak nitelendirmemektedir.
Bu mektep, Hz. İmam Cafer Sadık da dahil olmak üzere ne Hz. Resulullah'tan sonra İslam camiasının önderleri olduğuna inandığı on iki imamın, diğer İslam ulemasının yaptığı gibi, normal ilim tahsil sürecini geçiren müçtehitler olduğuna inanır, ne de on iki imamdan gelen açıklamaların onların İslam dini üzerinde yaptıkları içtihat sonucu vardıkları şahsı yorum ve fetvaları olduğunu kabul eder. Bu mektep, imamlardan gelen açıklamaların Hz. Resulullah'ın açıklamalarının aynısı olduğuna inanır. O halde bu mektep, imamların açıklamalarının İslam dini üzerinde yapılan bir yorum değil, bizzat İslam dininin kendi öğretileri olduğu görüşündedir.
Ehl-i Beyt mektebi, diğer İslami mezhepler gibi, rey ve görüşe dayalı olan bir mektep değildir. Ehl-i Beyt mektebi, Hz. Resulullah (s.a.a) ’dan alınan İslam dininin hiçbir yoruma tabi tutulmaksızın sunuluşudur.

3.2. Hanefîlik

İmam-ı Âzam lâkabıyla şöhret bulan Ebû Hanîfe'ye izâfe edilen fıkıh ekolünün adı. Ebû Hanife'nin asıl adı Numân, babasının adı Sâbit, dedesinin adı ise Zûta'dır. Zûta, Irak ve İran'ın müslümanların eline geçmesinden sonra müslüman olmuş ve Kûfe'ye yerleşmiştir. O ve oğlu Sâbit Kûfe'de Hz. Ali ile görüşmüştür

Ebû Hanîfe H. 80 yılında Kûfe'de doğdu, varlıklı bir ailenin çocuğu olarak orada yetişti. Irak ve Hicaz Ebû Hanife'nin yetiştiği dönemde önemli iki ilim merkezi hâlindeydi. Çünkü Hz. Ömer (ö.23/643) devrinde Fustat (eski Mısır), Kûfe ve Basra gibi büyük İslâm şehirleri kurulmuş ve bu merkezlere aralarında birçok sahâbenin de bulunduğu binlerce müslüman yerleşmişti. Hz. Ömer Kûfe'ye fasih Arapça konuşan kabîleleri yerleştirmiş ve Abdullah b. Mes'ûd (ö. 32/652)'a onlara ilim öğretmesi için göndermiş, "kendisine ihtiyacım olduğu halde Abdullah'ı size göndermeyi tercih ettim" demiştir (İbnü'l-Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkin, I, 16, 17, 20).

İbn Mes'ûd, Kûfe'nin kuruluşundan Hz. Osman'ın halifeliğinin sonlarına kadar Kûfelilere Kur'ân ve fıkıh öğretmiştir. Bu sayede orası, pekçok kurrâ, fıkıh ve hadis bilginiyle dolmuştur. Onun talebelerinin dört bin dolaylarında olduğu söylenir. Ayrıca Kûfe'de Sa'd b. Ebî Vakkas (ö. 55/675), Huzeyfe İbnü'l-Yemân (ö. 36/656), Selmân-ı Fârisî (ö. 36/656), Ammâr b. Yâsir (ö.34/657), Muğîre b. Şu'be (ö. 50/670), Ebû Mûsa-Eş'ar, (ö. 44/664) gibi. seçkin sahâbiler de bulunuyordu (en-Neysâbûrî, Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadîs, nşr. es-Seyyid Muazzam, Kahire 1937, s. 191, 192). Bunlar İbn Mes'ûd'a yardımcı oluyorlardı. Hz. Ali Kûfe'ye geldiğinde buradaki fakihlerin çokluğuna sevinmiş,

"Allah, İbn Mes'ûd'a rahmet etsin, bu şehri ilimle doldurmuş; İbn Mes'ûd'un öğrencileri bu şehrin kandilleridir" demiştir (el-Kevserî, Fıkhu Ehli'l-Irak ve Hadisühum, Nasbü'r-Râye mukaddimesi, I, 29, 30).

Mısır'a yerleşen sahâbilerin üç yüz dolaylarında olmasına karşılık el-İclî, yalnız Kûfe'ye yerleşen sahâbilerin bin beş yüz dolaylarında olduğunu, bunlardan yetmiş kadarının Bedir savaşına katıldıklarını söyler.

Kûfe'de bu alim sahâbelerden feyiz ve ilim alarak ictihad yapabilecek dereceye ulaşan tâbiîlerden bazıları da şunlardır: Alkame b Kays (ö. 62/681), el-Esved b. Yezîd (ö. 75/694), Şurayh b. e1-Hâris (ö. 78/697), Mesrûk b. el-Ecda' (ö. 63/683), Abdurrahmân b. Ebî Leylâ (ö. 148/765), İbrahim en-Nehâî (ö. 96/714), Âmiru'ş-Şa'bi (ö. 103/721), Said b. Cübeyr (ö. 95/714), Hammâd b. Ebî Süleyman (ö. 120/738).

İşte Hanefi mezhebînin kurucusu Ebû Hanîfe (ö.150/767) böyle bir ilim ortamında yetişti. Ebû Hanife'nin fıkhı, kendisinden on sekiz yıl ders aldığı Hammad b. Ebî Süleyman vâsıtasıyla, İbrahim en-Nehâî, Alkame ve Esved yoluyla, Abdullah b. Mes'ûd, Hz. Ali ve Hz. Ömer gibi sahâbe bilginlerine dayanır. Hz. Ömer'in Irak ekolüne etkisi tbn Mes'ûd vasıtasıyla olmuştur. Hz. Ali ise kazâ ve fetvâlarıyla Iraklılara önderlik yapmıştır.

Kûfe aynı dönemlerde hadîs malzemesi bakımından da zengindi. Müctehidlerin kullandığı ibâdet, muâmelât ve ukûbâtla ilgili hüküm hadislerinin sayısı sınırlı olduğu için, bu konularda Hicaz'ın hadis malzemesi bütün şehirlerin bilginlerince biliniyordu. Çünkü onlar hacc dolayısıyla sık sık Mekke ve Medîne'yi ziyaret ediyorlardı. Aralarında kırktan fazla hacc ve umre yapan vardı. Sadece Ebû Hanife elli beş kere haccetmişti. İmam Buhârî'nin (ö. 256/869) hocalarında Affân b. Müslim el-Ensârî el-Basrî'nin (ö. 220/835) şu sözü Irak yöresinin hadîs bakımında ne kadar zengin olduğunu göstermeye yeterlidir: "Kûfe'ye gelip dört ay oturduk. İsteseydik yüz bin hadis yazardık; ancak elli bin hadis yazdık. Biz yalnız herkesin kabul ettiği hadisleri aldık. Çok hadis yazmamıza Şerîk b. Abdillâh (ö. 177/793) engel oldu. Kûfe'de Arapça'sı bozuk ve hadis rivâyetinde gevşeklik gösteren kimseye rastlamadık" (el-Kevserî, a.g.e.,I, 35, 36).

Affân hakkında, İbnü'l Medinî;

"Hadisteki bir harfte şüphesi olsa o hadisi almazdı"; Ebû Hatîm ise; "imamdır, sikâdır." demiştir. Böyle titiz bir hadisçi kûfe yöresinde dört ayda Ahmed b. Hanbel'in (ö. 241/855) Müsned'indekinden daha çok hadis toplayabilmiştir.

Ebû Hanife Kûfe'de önce Kur'ân-ı hıfzetti. Sarf, nahiv, şür ve edebiyat öğrendi. Kûfe, Basra ve bütün Irak'ın en önde gelen üstadlarından hadis dinledi ve fıkıh meselelerini öğrendi. Doğuştan mantık, zekâ, hâfıza gücü ve çalışkanlığı ile ilim sahipleri arasında temayüz etti. Onun ilme yönelmesinde Âmiru'ş-Şa'bî'nin etkisi olmuştur. Numân, hacc seyahati sırasında, bizzat sahâbelerden hadis dinlemiş olan Atâ b. Ebî Rabah (ö. 115/733) ve İbn Ömer'in mevlâsı Nâfi' (ö. 117/735) gibi tâbiîlerden bazıları ile temas etmiş ve onlardan da hadis dinlemiştir.

Hocası Hammâd'ın vefâtında Ebû Hanîfe kırk yaşlarında idi. Onun vefâtıyla boşalan kürsüsünde ders vermeye başladı. Ebû Hanife'nin ders ve fetvâ vermedeki usûlü, rivâyet ve anânecilerin sema' (dinleme) usûlünden farklıdır. Onun ders halkasında iki türlü müzâkerenin oluştuğu anlaşılıyor a) Talebeleri için verdiği düzenli fıkıh dersleri. b) Dışarıdan ve halk tarafından cevabı istenilen sorular (istiftâ). Hanefi mezhebi istişâre esasına dayandırılmıştır. Ebû Hanife meseleleri tek tek ortaya atar, öğrencilerini dinler, kendi görüşünü söyler ve onlarla konuyu bir ay hattâ daha fazla süreyle münâkaşa ederdi. Meselenin incelenmesinde hazırlığı olan ve ictihad derecesinde bulunanlar da düşünce ve ictihadlarını söyledikten sonra, bu mesele hakkında müzâkere bitmiş sayılır ve sıra Ebû Hanife'ye gelirdi. O, meseleyi yeniden izah ve tasvir ettikten, kendi delillerini ve ictihadını ortaya koyduktan, gerekli düzeltmeler yapılıp cevaplar verildikten sonra, alınan karar çoğu defa delillerden tecrit edilerek son derece veciz cümlelerle, bizat kendisi tarafından imlâ ettirildi. Bu imlâ vecizeleri daha sonra fıkıh kaideleri hâline gelmiştir (Hatîb, Tarihu Bağdâd XI, 307 vd.; el-Kevserî a.g.e., I, 36 vd.). Ebû Hanife'nin bu ilim halkalarında İslâm'ın bütün hükümleri yani ibâdât, muâmelât ve ukubâta âit emir ve yasaklarını yeni baştan gözden geçirilerek incelenmiştir. Konularına göre tasnîf edilip tedvîn edilen bu hüküm ve meseleleri Zâhiru'r-Rivâye adıyla kaleme alan Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî'dir. (ö.189/805). eş-Şeybânî daha küçük yaşta iken Ebû Hanîfe'nin ilim meclislerinde hazır bulunmaya başlamış; eğitimini daha sonra Ebû Yusuf'un yanında tamamlamıştır. Ebû Hanife, öğrencileri için şöyle demiştir: "İçlerinizde otuz altı tane yetişkin olanı var, onlardan yirmisekizi kadılık, altısı müftîlik, ikisi de hem başkadılık ve hem de fetvâ makamına lâyıktırlar (el-Bezzâzî, Menâkıb, II, 125). Bunlar da Ebû Yûsuf ve Züfer'dir"

Zâhiru'r-Rivâye kitapları altı tane olup, daha sonraki bilginlere tevâtür yoluyla nakledilmiştir. Bunlar; " el-Asl (veya el-Mebsût)", "el-Câmiu's-Sağîr", " el-Câmiu'l-Kebîr" " es-Siyeru's-Sağîr", "es-siyeru'l-Kebîr" ve "ez-Ziyâdât" adlarını alırlar. Hanefi mezhebinin temellerini oluşturduğu için bunlara "Mesâil-i usûl"de denilmiştir. Zâhiru'r-Rivaye'de Ebû Hanife, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'in görüşleri toplanır. Devrin özelliği olarak Ebû Hanife fıkıh meselelerini talebelerine imlâ ettirmiş olmalıdır. Bu altı kitap metinlerinde kendisine isnad edelin meselelerin ona âit olduğunda şüphe yoktur. Hattâ meselelerin ifadesinde vecîz metinlere bile Ebû Hanife'nin sözü ve uslûbu olarak bakılabilir.

Zâhiru'r-Rivâye kitapları Hâkim eş-Şehîd Ebû Fazl Muhammed el-Mervezî (ö. 334/945) tarafından kısaltılarak bir araya getirilmiş ve eser el-Kâfr adını almıştır. Kendi devrinde bu eser Hanefi mezhebinin görüşlerini, meselelerini öğrenmek isteyene yeterli görülmüştür. el-Kâfı, bir buçuk asır kadar sonra Şemsü'l-Eimme es-Serahsî (ö. 490/1097) tarafından şerhedilmiş ve el-Mebsût isimli bu eser otuz cilt hâlinde basılmıştır.

Ebû Hanife'nin kendisine isnad olunan ve günümüze ulaşan kitapları dah çok akaid ve kelâm konularına âittir. el-Fıkhu'l-Ekber, Kitâbü'l-Âlim ve'l-Müteallim, Kitâbü'r-Risâle, beş tane el-Haşiyye kitabı, el-Kasidetü'n-Nu'mâniyye, Ma'rifetü'l-Mezâhib, Müsnedü'l-İmam Ebî Hanife (Bunların rivâyet, nüsha ve şerhleri için bk., Brockelmann, Galş Fuad Sezgin, Gas; Halim Sâbit Şibay, " Ebû Hanife ", İA, IV, 26, 27).

Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed, mezhebin teşekkülünde etkili olmuş büyük Hanefi müctehidleridir. Ebû Yûsuf, mal, vergi ve devlet hukukuna dair Kitabü'l-Harâc adlı eserini yazmış, hanefî meıhebinin devlet ricâli ve kitleler arasında yayılmasına katkıda bulunmuştur. Abbâsî halifesi Hârun er-Reşîd zamanında "kâdıu'l-kudât (baş kadı)" olmuş, böylece mezhebin icrâ ve kazâda uygulanması yolunu açmıştır.

es-Serahsî'nin, el-Mebsût'undan sonra Hanefi fıkhını açıklayan ve geliştiren te'lifler devam etmiştir. el-Kâsânî'nin (ö. 587/1191) Bedâyiu's-Sanayi' fi Tertîbi'ş-Şerâyî' adlı eseri son derece sistemli ve değerli bir eserdir. Daha sonraki önemli te'lîf ve şerhlerden bazıları da şunlardı. el-Merginânî'nin (ö. 593/1197) el-Hidvye adlı eseri. Bunun başlıca şehrleri İbnü'l-Hümâm'ın (ö. 861/1457) Fethu'l-Kadîr, es Siğnakı'nin (te'lif: 700/1300) en-Nihâye, el-Bâbertî'nin (ö. 786/1384) el-İnâye ve el-Kurlânî'nin (ö. VIII/XIV. asır) el-Kifâye adlı eserleridir. en-Nesefi'nin (ö. 710/1310) Kenzü'd-Dekâik'i sonraki önemli te'liflerden olup, yine aynı müelif tarafından, el-Nâfı adıyla şerhedilmiştir. Diğer önemli şerhleri; ez-Zeylaî'nin (ö. 743/1342) Tebyînü'l-Hakâik'i ile İbn Nüceym el-Mısrî'nin (ö. 970/1562) el-Bahru'r-Râik adlı eserlerdir. Osmanlılar döneminde yazılan en önemli eserler şunlardır: Molla Hürsev'in (ö. 885/1480) ed-Dürer'i ve buna Vankulî (ö. 1000/1591) ile başkaları tarafından yazılan şerhler, el-Halebî'nin (ö. 956/1549) el-Mülteka'l-Ebhur'u ile bunun Şeyhzâde (ö.1078/1667) tarafından te'lif edilen Mecmau'l-Enhur adlı şerhi. Timurtâşî'nin (ö.1004/1595) Tenvîru'l-Ebsâr'ı ile el-Haskefî'nin (ö. 1088/1677) ed-Dürrü'l-Muhtâr'ına yazılan şerh ve İbn Âbidîn (ö. 1252/ 1836) tarafından yazılan Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr adlı büyük şerh de önemli eserlerdendir. Yine Tanzimat devrinde Ahmed Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından 1869-1876 yılları arasında hazırlanan 1851 maddelik Mecelle medenî hukuk alanında meydana getirilmiş önemli bir çalışmadır. Mecelle, şahıs, aile ve miras münâsebetlerine ve aynî haklara âit birçok önemli konuları fıkıh ve fetvâ kitaplarına bırakmıştır. Mecelle'nin şerhleri arasında; Ali Haydar Efendi'nin (ö.1355/1936) Düraru'l-Hukkâm adlı Türkçe şerhi ile Mes'ud Efendi'nin (ö. 1310/1893) Arapça Mir'ât-ı Mecelle'si zikredilebilir. 1875 M. tarihinde Mısır adliye nâzın Muhammed Kadri paşa tarafından tedvîn edilen el-Ahkâmü'ş-Şer'iyye ile 1917 tarihli Osmanlı Hukuk Âile Kararnâmesi diğer kanun mecelleleridir.

Hanefi mezhebinin özelliklerine gelince bizzak Ebû Hanife ictihad ederken takip ettiği usûlü şu şekilde açıklamıştır: "Allah'ın kitabındakini alır kabul ederim. Onda bulamazsam Rasûlullah'ın mûtemed alimlerce mâlûm, meşhur sünnetiyle amel ederim. Onda da bulamazsam ashâb-ı kiramdah dilediğim kimsenin re'yini alırım. Fakat iş, İbrahim en-Nehaî, eş-Şa'bî, el-Hasenü'l-Basrî ve Atâ'ya gelince, ben de onlar gibi ictihad ederim" (el-Mekkî, Menâkıb, I, 74-78; ez-Zehebî, Menâkıb, s. 20-21). Ebû Hanife fıkhı; "kişinin leh ve aleyhte olanı, yani iyi ve kötüyü tanımak" diye tanımlar ve meselelerin hükümlerini kitap, sünnet, icmâ ve kıyas delillerinden birisine bağlar. Herhangi fıkhî bir mesele önce Kur'ân âyetleri ile karşılaştırılır. Âyetin İbâre, işâre, iktizâ veya delâletinde bir şey varsa ona bağlı olarak çözülürdü. Kur'ân'da bir çözüm bulunmazsa, sünnete başvurulur. Ancak Hanefilerin sünnetin Hz. Peygamber'e dayanmasını tâyin hususunda özel metotları vardır. Bu usûle göre, her an'ane bir sünnet olmayabilir. Mütevâtir ve meşhur hadisler dışında kalan haber-i vâhid ve mürsel hadisler özel incelemeye tâbi tutulur.

Ebû Hanife haber-i vâhidi (tek râvînin rivâyet ettiği hadis), râvînin güvenilir (sika), fakih ve adâletli olması; rivâyet ettiği şeye aykırı bir amelde bulunmaması şartıyla kabul eder. Meselâ Ebû Hüreyre'nin (ö. 58/677) rivâyet ettiği; "Birinizin kabına köpek batarsa, birisi temiz toprakla olmak üzere, onu yedi defa yıkasın" (Buhârî, Vüdû', 33; Müslim, Tahâret, 89, 91, 92, 93) hadîsini Ebû Hanife kabul etmez. Çünkü Ebû Hüreyre bu hadisle amel etmez ve böyle bir kabı üç kere yıkamakla yetinirdi. Bu durum hadîsi rivâyet bakımından zayıflatmakta, hattâ, Ebû Hüreyre'ye isnadını bile şüpheli bir duruma sokmaktadır. Ebû Hanife'nin âhâd haberleri kabulde esas aldığı prensipleri şöylece özetlemek mümkündür:

a) Ahâd haber, İslâm hukukunun kaynakları tek tek incelendikten sonra elde edilecek ortak esaslara göre değerlendirilir. Eğer âhâd haber bu esaslarla çatışırsa, iki delilden daha kuvvetli olanı alınır; çatışan tek râvili haber terkedilerek sözkonusu esasa dayanılır ve böyle bir haber "şâz" sayılır.

b) Âhâd haber Kur'ân'ın genel ifadesine (âmm'e) veya Kur'ân'da bulunan bir lâfza (zâhir anlama) aykırı düşerse, haber terkedilerek Kitap'la amel edilir. Burada da iki delilden daha kuvvetli olanı tercih vardır. Çünkü Kur'ân'ın sübûtu kat'îdir. Ebû Hanîfe'ye göre, delâlet bakımından Kur'ân'ın zâhirleri ve genel ifadeleri kesindir. Haber, Kur'ân'ın âmm ve zâhirine aykırı olmaksızın, onun mücmel'ini beyan ederse, bu haber kabul edilir. Bu, âhâd haberler Kur'ân'da olmayan bir hükmü ona ilâve anlâmına gelmez.

c) Âhâd haberin meşhur sünnetle çatışması hâlinde, kuvvetli olan meşhur sünnet esas alınır.

d) Âhâd haber, kendisi gibi tek râvili bir haberle çelişirse, râvisi daha bilgili ve fakîh olan tercih edilir.

d) İki haberden birisinde, senet veya metin bakımından fazlalık varsa, ihtiyat yönü düşünülerek bıi fazlalık kabul edilmez.

e) Âhâd haberle, kaçınılması imkansız olan "umumî belvâ", yanı sık sık vukû bulduğu için herkesin yapmak zorunda kaldığı hususlarda amel edilmez. Bu gibi durumlarda haberin mütevâtir veya meşhûr olması gerekir.

f) Yine Ebû Hanife âhâd haberlerin, seleften hiç kimse tarafından tenkid ve ta'n'a uğramaması; râvînin onu işittiği andan rivâyet ettiği ana kadar ezberinde tutması, haberi kimden aldığını hatırlamaması halinde, yazısına güvenmemesi; şüpheli hallerde uygulanmayan had cezalarında değişik rivâyetler bulunursa, ihtiyat yönünün tercih edilmesi; başka haberlerle desteklenene âhâd haberlerin alınması gibi prensipler geliştirmiştir (M. Zahid el-Kevserî, a.g.e., I, 27, 28) Aynı Müellif; Te'nîbü'l-Hatîb,1361 Kahire, s. 152-154).

Mürsel hadisler için de bazı şartlar öngörülmüştür. Senedi Hz. Peygamber'e ulaşmayan ve senedinde kopukluk bulunan hadîse mürsel veya munkatı' hadis denir. Şâfiîler mürsel için birtakım kabul şartları öne sürerken; Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik mürsel hadisi kayıtsız-şartsız kabul eder. Yalnız hadîsi rivâyet eden râvinin sika olmasını yeterli görürler. Diğer yandan mürsel hadis, kendisinden daha kuvvetli olan bir delille çatışmamalıdır. İslâm'ın ilk devirlerinde mürsel hadislerle amel edilmiştir. Hattâ İbn Cerîr et-Taberî (ö. 310/922), "mürsel haberi mutlak olarak reddetmek hicrî ikinci yüzyılın başında ortaya çıkan bir bid'attır" demiştir. Buhârî ve Müslim gibi mûteber hadisçiler eserlerinde mürsel hadislere yer vermişler, bunları delil olarak zikretmişlerdir (Buharî, Ezân, 95; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s. 111).

Ebû Hanife'nın az hadis bildiğini, hadise gereken önemi vermediğini veya hadislere muhâlefet ettiğini, ya da zayıf hadisleri aldığını öne sürenler, mezhep imamlarının hadisleri kabul için ileri sürdükleri şartları tetkik etmeyen kimselerdir. Fitne ve yalanın yaygın olduğu bir devirde, Hz. Peygamber şöyle buyurdu, diyerek hadis nakleden herkesin rivâyet ettiği hadîsi kabul edenler, Hanefîlerin hadislere muhâlefet ettiğini sanırlar. Halbuki onlar, kitap, sünnet ve sahâbilerin hükümleri gibi nass'ların kaynaklarını araştırmada son derece titizlik göstermişler; nass'a dayanan ve kabule lâyık görülen, birbirine benzer meseleleri çıkardıkları temel prensibe dayandırarak bir kaide altında toplamışlardır. Tarafsız âlimlerin incelemesini göre, Ebû Hanife'nin ictihad şûrâsında kendisine yardımcı olan hadis hâfızlarının bulunduğu ve ictihadlarında bizzat üstadlarından öğrendiği dört bin kadar hadis kullandığı açığa çıkmıştır. Onun bazı hadisleri reddetmesi, hadisin sıhhati için ileri sürdüğü şartlara bu hadislerin uymaması yüzündendir. Ebû Hanife sahih hadîsi reddetmek bir yana, mürsel ve zayıf hadisleri bile kıyasa tercih etmiştir (İbn Hazm, el-İhkâm fi Usüli'l-Ahkâm, Nşr. A.M. Şakir Mısır (t.y.), s. 929; el-Kevserî, Te'nîb, s. 152; Mekkî, Menâkıb, II, 96).

Ebû Hanife ictihadlarında kıyas ve istihsana çok yer vermiştir. Kıyas; hakkında Kur'ân ve sünnette hüküm bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet dolayısıyla, hakkında nass bulunan meselenin hükmüne bağlamak demektir. Aslında daha önce sahâbe devrinden müctehid imamlar devrine kadar kıyasa başvurulmuştu. Ebû Hanife'nin yaptığı, kıyası kaideleştirmek, çok kullanmak ve henüz meydana gelmemiş hâdiselere de uygulamaktan ibarettir (İbnü'l-Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, l, 77, 227).

Kıyas uygun düşmeyen yerde Ebû Hanife istihsan yapardı. Ebû'l-Hasen el-Kerhî (ö. 340/951) İstihsânı şöyle tarif eder: "Müctehidin daha kuvvetli gördüğü bir husustan dolayı, bir meselede benzerlerin hükmünden başka bir hükme başvurmasıdır" (Ebû Zehra, a.g.e., s. 262). İmam Mâlik; "İstihsan ilmin onda dokuzudur" derken; İmam Şafiî, istihsanı şer'i bir delil saymamı ve onu " Bir kimsenin keyfine göre bir şeyi beğenmesi, hoş ve güzel bulmasıdır"sözleriyle reddetmiştir. Hattâ o, el-Ümm adlı eserinde, "Kitâbü İbtâli'l-İstihsân" başlıklı bir bölüm ayırarak, istihsâna hücum etmiştir (bk. el-Ümm, VII,267-277). İbn Hazm'a göre istihsan; "Nefsin arzuladığı ve beğendiği şekilde hükmetmektir" (İbn Hazm el-İhkâm, s. 22; İbn Hazm İbtâlü'l-Kıyâs, s. 5-6)

Ancak hiçbir İslâm hukukçusu, bu arada Hanefiler istihsânı bu şekilde anlamamışlardır. Aksi görüşte olanlar yanlış anladıkları için tenkitte bulunmuşlardır. Kıyası kabul edenler arasında Hanefilerin kastettiği anlamda istihsan yapmayan yoktur. Şafiilerin istihsânın aleyhinde öne sürdükleri deliller, doğru bulunursa, bu onların benimsediği kıyası da geçersiz kılar (M. Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s. 270 vd.)

el-Kevserî'nin, Ebû Bekir er-Râzi'den (ö. 370/980) nakline göre, istihsan iki alanda cereyan eder. a) İctihad ve re'yimize bırakılmış miktarların miktar ve tespitinde re'yimizi kullanmak. Mehir, nafaka, tazminat bedeli, yasak ava karşılık kesilecek hayvanın takdirlerinde olduğu gibi. b) Daha kuvvetli bir delilden dolayı kıyası terketmek. es-Serahsî (ö. 490/ 1097) bunu şöyle açıklar: "Gerçekte istihsan iki kıyastan ibaret olup, birisi açık (celî) ve etkisi zayıftır. Buna "kıyas" adı verilir. Ötekisi kapalı (hafî) ve etkisi kuvvetlidir. Buna da "İstihsân" adı verilir, yani "kıyas-ı müstahsen" denilir. Bunlarda tercih, tesire göre olup, açıklık ve kapalılık sebebiyle değildir" (es-Serahsî, el-Mebsût, X, 145; el-Kevserî a.g.e., I, 24-27).

Yukarıdaki kıyasa şu örneği verebiliriz: Kurt vb. yırtıcı hayvanların etleri haram olduğu gibi, içtikleri suyun artığı da haramdır. Aynı şekilde yırtıcı kuşların da hem etleri, hem de artıkları haramdır. Bu zâhir (açık) kıyasın bir sonucudur. İstihsana göre ise, hafi (gizli) kıyas yoluna gidilerek, başka bir sonuca ulaşılır. Şöyle ki; yırtıcı hayvanların artıkları salyaları karıştığı için pistir, çünkü salyaları onların pis olan etlerinden meydana gelmektedir. Yırtıcı kuşlar ise, suyu gagalarıyla içtikleri için artıkları salyalarıyla temas etmez. Gagaları de kemik olduğu için artıkta herhangi bir eser bırakmaz. Buna göre, istihsânen yırtıcı kuşların artığı olan su pislenmez, ancak ihtiyat bakımından böyle bir suya mekruh denilir.

Bazan şer'i bir delille çatışan kıyas terkedilerek istihsan yoluna gidilir. Kıyasa göre, unutarak yiyip içen kimsenin orucu bozulur, fakat bu kimsenin orucunu bozulmayacağına dair Hz. Peygamber'den rivâyet edilen bir hadis (Buharî, Savm, 26; Müslim, Sıyam,171) sebebiyle kıyas terkedilmiştir. Yine namazda kahkaha ile gülenin, kıyasa göre yalnız namazının bozulması gerekirken, hadisle abdestinin de bozulacağı bildirilmiştir. (Zeylaî, Nasbu'r-Raye, I, 47). İstisnâ' (sanatkâra bir iş ısmarlama) akdinde, akde konu olan şey, akid sırasında mevcut olmadığı için kıyasa göre akdin bâtıl olması gerekirken, her devirde bu türlü akitle muâmele yapılageldiğinden, onun sıhhati üzerinde icmâ' veya örf teşekkül etmiş ve bu yüzden kıyas terkedilmiştir. Bazan zarûret yüzünden kıyas terkedilerek istihsan yapılır. Meselâ; kadının bütün vücudu mahremdir. Fakat, hastalık hâlinde doktorun onun bazı uzuvlarına bakması câiz olur. Burada, "zarûretler haram olan şeyleri mübah kılar" kaidesi uygulanır. Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı gibi, Hanefilerin uyguladığı istihsan ya nass'a, ya kıyasa, ya icmâ'a yahut da zarûrete dayanmaktadır. Bu temele dayanan istihsânı, başka kavramlar altında da olsa Şâfiîlerin de kabul etmesi gerekir. Şâfiî'nin itirazları belki, sadece örf sebebiyle istihsan çeşidini içine alabilir. Çünkü örfün hüküm istinbâtı için bir temel teşkil edip etmemesi bu iki mezhep arasında ihtilâflıdır (bk. eş-Şâfiî, el-Ümm, VII, 267 vd.; el-Kevserî, a.g.e., I, 23-27; es-Serahsî, el-Mebsût, X, 145; es-Serahsî, el-Usûl, II, 201; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s. 263-273).

Hanefî mezhebi Irak'ta doğmuş ve Abbâsîler devrinde ülkenin başlıca fıkıh mezhebi olmuştur. Mezhep özellikle doğuya doğru yayılarak Horasan ve Mâverâunnehir'de en büyük gelişmesini göstermiştir. Birçok ünlü Hanefî hukukçu bu ülkelere mensuptur. Mağrib'te Hanefîler V. yüzyıla kadar Mâlikîlerle beraber bulunuyorlardı. Sicilya'da ise hâkim durumda idiler. Abbasîlerden sonra Hanefi mezhebinde bir gerileme görülmüşse de, Osmanlı devletinin kurulmasıyla yeniden gelişme olmuş; Osmanlı sınırları içinde, halkı başka bir mezhebe bağlı olan yerlere bile, İstanbul'dan Hanefi mezhebine sâlik hâkimlerin gönderilmesi, mezhebe buralarda resmîlik kazandırmıştır (Mısır ve Tunus'ta olduğu gibi). Günümüzde Afganistan, Pakistan, Türkistan, Buhara, Semerkand gibi Orta Asya ülkelerinde hanefîlik hakimdir. Bugün Türkiye ve Balkan Türkleri", Arnavutluk, Bosna-Hersek, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya müslümanları genel olarak Halefîdirler. Hicaz, Suriye Yemen'in, Aden bölgesindeki müslümanların bir kısmı da Hanefidir (Ebû Zehra, Ebû Hanife, terc. O, Keskioğlu, İst. 1966, s. 473 vd.).

3.3. Malikîlik

Malik b. Enes b. Malik b. Ebi Amir el Asbahî'ye nisbet edilen fıkhî ekolün adı. Büyük fıkıh ekollerinden biri olan Malikî mezhebinin imamı İmam Malik, Hicrî 93 yılında Medine'den doğmuştur. İmam Malik, ilimle uğraşan bir aileye mensup olduğu için tahsil hayatına küçük yaşta başlamış ve Medine'nin seçkin âlimlerinden hadis ve fıkıh dersleri alarak kısa zamanda ilmî olgunluğa erişmiş, yeterliliğine kanaat getirince de Mescid-i Nebî'de ders okutmaya başlamıştı.

İmam Malik'in fıkıhta hocası Rabi'atu'r-Rey'dır. Bununla birlikte, onun fıkıhta derinleşmesinde ve hadis ilminde söz sahibi bir seviyeye yükselmesinde Medine'nin seçkin âlimlerinden Abdurrahman ibn Hürmüz, Şihab ez-Zuhrî, Ebu Zinad, Yahya b. Sa'id el-Ensârî ve Hz. Ömer'in azadlısı Nafi'in büyük katkıları olmuştur. O Nafi'den Hz. Ömer (r.a) ve oğlu Abdullah'ın fıkhını ve fetvalarını iyice öğrenmişti.

O, hayatı boyunca Medine'den başka bir yere gitmemiştir. İlimde ihtiyacı olduğu her şeyin, sahih bir şekilde Medine'de bulunduğuna inanıyor, manevî havasını teneffüs ettiği Peygamber şehrinden uzaklaşmak istemiyordu. Tahsilini Medine'de yapması ve hayatı boyunca oradan ayrılmamış olmasının, onun fıkhının oluşmasındaki tesirleri büyük olmuştur.

İmam Malik'in zamanı, âlimlerin odaklaştığı bir kısım şehirlerde, daha önce Ashab'ın ve Tabiinin buralara taşıdığı ilimler çerçevesinde, ekolleşmelerin başladığı bir dönemdir. Basra fıkıh ile birlikte, akaidle alâkalı meselelerin tartışıldığı, kelâmı görüşlerden doğan fırkalaşmaların görüldüğü, vaizlerin ve az da olsa fakihlerin bulunduğu bir şehirdi. Burada kendi şartlarına has bir fıkıh ekolü oluşmakta idi. Kûfe ise, İbn Mes'ud'un rivayetlerine dayanan Irak fıkhının merkezini oluşturuyordu. Bu fıkıh ekolünün, İmamı Malik'in de kendisiyle görüşüp bilgi alış verişinde bulunduğu Ebu Hanife'dir. Burada fıkıh, sadece vuku bulmuş olaylara verilen fetvalar üzerine bina edilmiyordu. Meydana gelmiş hadiseler yanında, vuku bulması muhtemel meseleler çerçevesinde bir takdirî ve farazî fıkıh oluşmuştu.

Irak fıkhının en belirgin özelliği ise, reye çokça başvurulmasıdır. Kıyas ve istihsan, orada en çok kullanılan temel fıkhi öğelerdendir. Şam bölgesinde ise sahabe kavilleri ve Tabi'in fetvalarına dayanan fıkıh hakim olup, reye pek başvurulmazdı. Şam ekolünün temsilcisi ise Evzâi'dir.

İmam Malik'in imamı olduğu Medine ise, hadisin beşiği, Sünnetin amelî rivayetinin yapıldığı ve herkesin Sünnete sıkıca yapıştığı bir yerdi. Ayrıca, Hz. Ömer (r.a), Zeyd b. Sabit (r.a), Hz. Aişe ve İbn Ömer'in fıkhî görüşleri ve onları takip edenler, Medine'de bulunmaktaydı. Medine'nin Yedi Fukahası diye şöhret bulan Tabi'inden, Sa'id b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Kasım b. Muhammed, Harise b. Zübeyr, Ebu Bekir b. Ubeyd, Süleyman b. Yesar ve Ubeydullah b. Abdullah Ashabın fıkhını nakleden Medine'nin seçkin âlimleriydi. İmam Malik bu âlimlerin fıkıh usullerini kavramış, fıkhî görüşlerini iyice özümlemişti. Medine; hadis, sünnet ve reyin hepsinin bir arada bulunduğu, her taraftan ilim arayanların doluştuğu ve yüksek bir ilmî hareketliliğin yaşandığı bir yerdi.

İmam Malik'in kendine has fıkhî ekolün oluşmasına tesir eden unsurlar şöyle sıralanabilir:

a) İbn Hürmüz'den edindiği çeşitli fırkalar ve düşüncelerine dair aktüel bilgiler ve farklı fıkhî ve fıkıh dışındaki mezhebler ve bunların ayrılık sebebleri hakkındaki derin bilgi.

b) Ashab'ın, özellikle Hz. Ömer'in oğlu Abdullah ve Hz. Aişe (r.a)'nın fetvaları ve Tabii'nin büyüklerinden İbn Müseyyeb ve diğerlerinin, rivayet yoluyla öğrendiği fetvaları.

c) İlk hocası Rabi'atu'r-Rey diye şöhret bulan Rabia b. Ebu Abdurrahman'dan aldığı rey fıkhı. Ancak Rabianın reyi Iraklıların reyinden farklı olup, muhtelif naslar esas alınarak halkın problemlerinin çözülmesi demek olan mesalih-i mürsele esasına dayanmaktaydı.

d) Çok mevsuk gördüğü ravilerden aldığı hadisler. O, hadis ilminin dinin kendisi olduğunu kabul eder ve hadis talep edenlere, hadisleri kimlerden aldıklarına dikkat etmelerini tenbihlerdi.

Malikî fıkhı; İmam Malik'in Mescid-i Nebi'de ders vermeye başlamasından sonra, derslerine devam eden öğrencilerinin onun fıkıh usulüne göre şekillenmesiyle yavaş yavaş oluşma aşamasına girdi.

İmam Malik, kendi usulüne dair bir eser yazmadığı gibi, bu konuda açık bir şeyde söylemiş değildir. Zaten, diğer imamlarda olduğu gibi o da herhangi bir ekol oluşturma endişesiyle hareket etmiş değildi. Öğrendiği ilimleri, çevresinde toplanan öğrencilerine aktarırken ve problemlerin çözümü için fetva soranlara fetva verirken, dinin kendisine yüklemiş olduğu sorumluluğu yerine getirme endişesinden başka bir duygu ile hareket etmiş değildir. Onun talebeleri memleketlerine döndüklerinde, halkın meselelerini İmam Malik'in fetvalarına göre çözüyorlardı. Onun fetvalarının yetersiz olduğu konularda ortaya çıkan yeni meseleleri onun usulüne uygun olarak, hallediyorlardı. İşte onun talebeleri, mezheplerinde ihtiyaç duydukları usulü, Malik'in ana hatlarıyla işaret ettiği doğrultularda ortaya koymuşlardır. İmam'ın Muvatta'da takip ettiği yöntem, onun fıkıhtaki usulünun temel prensiplerini açıklar niteliktedir. O fıkhî bir mesele ile alâkalı olarak önce hadisi alır, peşinden Medineliler'in o konudaki uygulamalarına değinir, arkasından da Tabi'in ve diğer ulemanın görüşlerini zikreder.

Anlaşılacağı gibi, diğer fakihlerden ayrı olarak, onun fıkıh anlayışında Medineliler'in amelinin özel bir yeri vardır. Ona göre Medinelilerin amelî, sünnetin amelî olarak rivayet edilmesidir. Zira onlar, hayatlarını, aralarında yaşamış olan Hz. Peygamber (s.a.s)'in gösterdiği doğrultuda şekillendirmişlerdir.

İmam Malik'in fıkıh usulü ve hukuk ekolünde reye az başvurulmuş olmasına rağmen, diğer mezheplerde rey için delil durumunda olan Kıyas, İstihsan, Mesalih-i mürsele vb. Fer'i deliller çokça kullanılmıştır.

Malikî mezhebinin dayandığı deliller şunlardır:

1- Kitap: Bütün mezheplerde olduğu gibi, uyulması icab eden ana kaynak, dinin her şeyini içine alan Kur'an-ı Kerim'dir. Sünnet ise, Kitabın tefsiri mahiyetinde olup, onu açıklamaktadır. Bundan dolayıdır ki İmam Malik Kur'an tefsirinin sünnetle olduğunu kabul eder, İsrailiyyat türü haberlerin ona sokulmasına şiddetle karşı çıkardı.

O, Cumhur'un icma ettiği gibi, Kur'an-ı Kerim'in lâfız ve manadan ibaret olduğu inancındadır. İmam Malik, her şeyde olduğu gibi, bu konuda da hiç bir zaman tartışmaya girmemiştir (Muhammed Ebu Zehra, İmam Malik, Ankara 1984, 200).

2- Sünnet: İmam Malik, fıkıhta imam olduğu gibi hadiste de imamdır. Onun hadisi fıkha nasıl hâkim kıldığı Muvattada açıkça görülmektedir.

Bütün imamlar, meseleleri çözümlerken hadisi ikinci sırada delil almakla beraber, ondan hüküm çıkarmada kullandıkları usuller birbirinden farklı olmuştur.

İmam Malik, Ebu Hanife gibi Kur'an'ın zahirini Sünnetten önde tutar. Ancak Sünnet, ayrıca başka delillerle takviye edilirse o zaman Kur'an'ın bu umumunu tahsis, mutlakını da takyid eder. Bir kadını halası veya teyzesi ile birlikte nikahlamanın yasak oluşu böyledir. Kur'an'da nikahı yasak olanlar arasında zikredilmediği halde, Sünnette bunun yasaklığı üzerinde icma' vardır. Dolayısıyla İcma, Sünneti desteklediği için, ayetin umumunu tahsis etmektedir.

Malik'e göre Sünnet; icma', Medineliler'in amelî veya kıyasla desteklenmediği takdirde, zahiri üzere olduğu gibi kalır.

Meselâ: "Sizden birinizin kabını köpek yalarsa, onu, birinde toprakla olmak üzere, yedi defa yıkasın" hadisi: Av için yetiştirdiğiniz köpeklerin avladıkları yenir" ayetine aykırı olduğu için, köpeklerin necis olmadığına hükmetmiş ve haberi vahidi terketmiştir. Mütevatir sünnet ise mutlak hüküm ifade etmektedir.

Ayrıca, ravileri mevsuk ve güvenilir mürsel hadisleri de delil olarak kullanmış, onlara göre fetvalar vermiştir. Tek şahid ve yemin ile birlikte hüküm verme hadisini Muvatta'da mürsel olarak vermekte ve onu delil olarak almaktadır (Muvatta, III, 180). Onun Muvatta'ında üç yüze yakın mürsel hadis bulunmaktadır. Böylece o çağının seçkin fakihlerinden Hasan el-Basrî, Süfyan b. Uyeyne ve Ebu Hanife'nin yürüdüğü yoldan yürümektedir. İmam Malik'in hadis fıkhını takib ettiği ve re'yi kullanmadığı iddiaları doğru değildir. Hatta ibn Kuteybe onu, rey fakihi olarak kabul etmektedir (Ebu Zehra, a.g.e., 291). O, bazan rey ve kıyasla hüküm vererek, haber-i vâhid'i terkederdi. Ancak onun haber-i vâhidi veya reyi tercih ederken belirli sağlam temel kıstaslardan hareket etmekte olduğu görülmektedir (bk. M. Ebu Zehra, a.g.e., 291-300).

3- Sahabe kavilleri: İmam Malik, hadisin yanında sahabe sözlerine ve fetvalarına da çok önem vermekteydi. O, bunları sünnetin bir parçası sayar. Onun görüşüne göre sünnet, Ashabın kabul ettikleri şeylerdir. Bundan dolayıdır ki o, Abdullah ibn Ömer'in fetvalarını öğrenebilmek için Nafi'in peşini hiç bir zaman bırakmamıştır.

Muvatta'daki sahabe görüş ve fetvalarının çokluğu, onun delil olarak buna verdiği önemi gösterir. Sahabe fetvalarını Sünnetten sayması ve onlarla sürekli ihticac etmesi, onun sünnet imamı sayılmasına sebep olmuştur. Ashabın görüşlerini delil kabul etme ve onların yolundan ayrılmama hususunda diğer mezheb imamları da aynı titizliği göstermiş olmakla beraber, Malik onlara, fıkhında diğerlerinden daha çok istinat etmiştir.

Sahabe fetvasını alırken de bir usule göre hareket etmekteydi; Sahabe fetvası sünnet hükmünde olmakla birlikte, eğer ictihada dayanıyor ve o konudaki merfu bir hadisle çelişiyorsa, merfu hadis tercih edilmektedir.

İmam Malik, Ebu Hanife ve Şafiînin aksine tabiinden itimad ettiklerinin görüş ve fetvalarına çok önem verirdi. Bunun sebebi, onların fıkıhtaki mevkilerini, meseleler hakkında görüş bildirirken ve fetva verirken Kur'an ve sünnet'e uygun hareket ettiklerini bilmesidir. Ömer b. Abdülaziz, Sa'id b. Müseyyeb, Zuhrî ve Nafi'ye çok değer verirdi.

4- İcma: Malikî mezhebi, diğerlerine nazaran icma'ı daha çok kullanmıştır. Ancak onun icma olarak kabul ettiği, sadece Medine ulemasının icma'ıdır. Muvatta'da icma konusunda kullandığı ifadelerden bu anlaşılmaktadır. İmam Malik, Medine dışındakilerin fıkıh konusunda Medinelilere tabi olduğu görüşündedir. Zaten İmam Şafiî'de; "Medineliler aralarında ihtilâfa düşmedikçe diğer memleketler halkı Medine ehline muhalif olmaz" sözü ile bunu desteklemektedir.

5- Medineliler'in amelî: İmam Malik'in fıkhında Medineliler'in amelinin özel bir yeri vardır. Zira o, Medineliler'in yaşayış tarzını Sünnetin, bir tür pratik rivayeti kabul eder. Aslında o, bu konuda hocası Rabî'a'yı takip etmektedir. Malik'in de kullandığı;

"Bin kişinin bin kişiden rivayeti, bir kişinin bir kişiden olan rivayetine, uyulmak bakımından daha hayırlıdır" sözü, Rabî'a'ya aittir (M. Ebu Zehra a.g.e., 325). Bundan dolayı İmam Malik, Medineliler'in amelini fetvalarına dayanarak yapar, haber-i vahid, Medineliler'in ameliyle çelişirse, Medineliler'in amelini tercih ederdi.

Medine ehlinin amelî üç kısımda değerlendirilir:

a) Bir konuda icma etmeleri ve o konuda başkalarının onlara muhalefet etmemiş olması.

b) Medineliler'in icma ettikleri bir meselede, başkalarının onlara muhalefet etmesi.

c) Bir meselede bizzat Medineliler'in ihtilâfa düşmesi.

Birinci çeşide giren meselelerde bütün mezhepler aynı görüştedirler. Malikîler ikinci ve üçüncü türe giren konularda diğerlerinden ayrılmaktadırlar.

6- Kıyas: Bütün fakihlerin istisnalar hariç, ortaklaşa kullandıkları, fıkhın temel dayanaklarından biri Kıyastır. Ashab'da Kıyası fıkhın kaynaklarından kabul etmişlerdir (bk. Kıyas mad).

İmam Malik, Kur'an'da bildirilen ve hadislerde ortaya konmuş olan hükümlere kıyas yapardı. Bu, Muvatta'da açık bir şekilde müşahade edilebilir. O, her babın başında o konuda hüküm bildirdiğini kabul ettiği hadisleri verir, peşinden de fer'î meseleleri sıralayarak; kıyas yoluyla benzer olayları birbirine ilhak eder. İmam Malik, Medine ehlinin icmaını Sünnetten saydığı için, bunu da kıyasında temel almıştır. Sahabe fetvaları kendi usulü çerçevesinde hüküm niteliği taşıyorsa, bunlara da kıyas yapardı. Onun kıyas kaynakları şöylece sıralanabilir: Kitap, Sünnet, Medine ehlinin icmaı ve sahabe fetvaları.

Malikîler, Mesalih-i mürsele'yi müstakil bir dayanak almış olmaları yanında, kıyasta da her zaman maslahatı gözetmişlerdir.

7- İstihsan: İstihsan, İslâm hukukunun aslî delillerinden biri olmayıp, fıkıh usulünde fer'î bir delil olarak kullanılır. Meseleleri, ortaya çıkan zaruretleri, toplumun menfaatına bertaraf etmede fakihin genel prensipleri terkedip, özel bir delile dayanarak hüküm vermesi İstihsan olarak adlandırılır. İmam Malik'in Muvatta'da rivayet ettiğini bir hadisi şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Zarar verme ve zararla karşılıkta bulunma yoktur" (Muvatta, II, 122).

İmam Malik, İmam Şafiî'nin itirazlarına rağmen (Ebu Zehra, a.g.e., 349) İstihsanı zarurî görmektedir. O, istihsanı alırken şerîatın özünden hareket etmektedir. İnsanları zararlı olan şeylerden korumak ve onların maslahatına uygun olanı almak, dinin temelinde yatan bir gerçektir. Bir şeyde zararlardan arınmış olarak kesin iyilik varsa, bunun uygulanması mutlak anlamda arzulanan bir şeydir. Aksi bir durum sözkonusu ise, derhal giderilmesi gerekir.

8- İstishab: Sabit olan bir hükmün, değiştiğine delil bulununcaya kadar, olumlu veya olumsuz haliyle devam etmesini kabul etmektir. İmam Malik, İstishab'ı bir delil olarak almıştır. Zira o, zann-ı galib'e göre mevcut olan durumun, onu değiştiren bir şey olmadıkça bulunduğu şekliyle bâki kalmasının esas olduğunu kabul etmektedir. Eğer böyle olmazsa, hakların kaybolması kaçınılmazdır. Kayıp bir kimsenin durumu hakkında bir bilgi yoksa, bu delile göre o, yaşıyor kabul edilir. Hâkim öldüğüne karar verinceye kadar bu böyle devam eder. Ortadan kaybolup ölümüne hükmedilinceye kadar, onun hakkındaki muameleler hayatta imiş gibi yürütülür.

İstishab, isbat edici bir delil olmayıp koruyucu bir delildir. Yani başkasının aleyhinde olan bir şeyi isbat etmez. Mevcud olan hakları korur. İstishab delili diğer fukaha tarafından da kullanılmıştır.

9- Mesâlih-i Mürsele: İnsanların iyiliği için fayda bulunanı almak zararlı veya zararı faydasından çok olanı terketmektir. Bu prensip İmâm Malik'in en çok kullandığı prensiplerden biridir.

Malikîler'in müstakil bir delil olarak aldıkları Mesâlih-i Mürsele'ye keyfi olduğu ileri sürülerek birtakım itirazlar yapılmıştır. Ancak, bunu ilk ortaya koyan İmam Malik olmamıştır. O, Ashab'da bu konuda görmüş olduğu örneklere istinat etmiş olup diğer üç mezhepte de Mesalih-i Mürsele delil olarak kullanılmıştır. İmam Malik'in en çok kullandığı delillerden biri, Mesalih-i Mürseledir. O, Hakkında müsbet veya menfi bir nas bulunmayan hususlarda maslahata uygun olanı almayı şeriat'ın rükünlerinden biri saymıştır. Din, her şeyiyle insanların yararına olanı ihtiva ettiğine göre, maslahatın dışına çıkan hiç bir şeyin şeriat'le ilgisi sözkonusu olamaz (İbn Kayyım el-Cevziyye, İ'lamu'l Muvakkıın, Mısır t.y., III, 1).

İmam Malik, Maslahatı delil olarak alırken şu noktalara dikkat etmiştir:

Maslahat olarak gözettiği şey ile şeriatın maksadları arasında bir uygunluk olmalı ve dinin ortaya koyduğu prensiplerden birisiyle asla çelişmemelidir. Çözüm makul olup, akıl sahiplerince yanlış bulunmamalı.

10- Sedd-i Zerîa: Sebebi yok etmek, vasıtayı ortadan kaldırmak anlamında bir terkiptir. Harama sebeb olan şey haramdır; helâle vesile olan şey de helâldir. Sedd-i Zeriâ'da esas, fiilin doğuracağı neticenin gözetilmesidir. Eğer fiilden bir fayda elde edilecekse, o sağlanan fayda nisbetinde mübahtır. Fakat fiil, bir zarar ve kötülüğün ortaya çıkmasına sebep olacaksa, kötülüğün ölçüsünce haram olur. Yani ameller, sonuçları göz önüne alınarak ya serbest bırakılır ya da yasaklanır. Bu prensibin temelleri Kur'an-ı Kerim'de açıkca müşahade edilmektedir. Bir müslüman, kâfirlerin tapındıkları şeylere küfretse, bunun neticesinde sevap bile umabilir. Ancak bu, müşriklerin de kızarak Allah Teâlâ'ya küfretmelerine sebeb olabileceği için yasaklanmıştır: Allah'tan başkasına dua edenlere sövmeyin, onlar da bilmeyerek düşmanlık göstererek Allah'a söverler" (el-En'am, 6/108). İşte bu, Sedd-i Zerîa'dır. Bunun Sünnette de örnekleri bulunmaktadır. Faize götürmeye sebeb olacağından alacaklıların borçludan hediye alması yasaklanmıştır. Yine Ashabın ilk fakihleri, ölüm döşeğindeki kimsenin boşadığı kadını mirasa dahil ettiler. Bunun sebebi, hastanın karısını mirastan mahrum bırakmak için bu yola başvurmuş olabileceğidir. Boşama böyle bir haksızlığa vesile yapılmasın diye böyle hareket etmişlerdir.

11- Örf ve Âdet: Bir toplumda yerleşmiş olan hareket ve yaşam tarzı örf olarak adlandırılır. Toplumun ve fertlerin aynı şekilde tekrarlanan amellerine de âdet denilmektedir. Örf ve âdet ayrı kavramlar olmakla birlikte genellikle aynı anlamda, müteradif olarak kullanılırlar.

Hanefiler'de olduğu gibi, Malikîler'de de örfün usulde saygın bir yeri vardır. Malikî mezhebinin eksenini oluşturan kaide, maslahatlardır. Örfe göre amel etmek, maslahatın türlerinden birisi olduğu için İmam Malik bunu ihmal etmemiştir.

Malikîler örfe muhalif kıyası terkederler. Onlara göre örf, ammı tahsis, mutlak'ı takyid eder.

Örf ve âdetin delil olarak alınması fakihler arasında tartışmalı bir konudur. Bir nass'ın herhangi bir şekilde işaret ettiği örf, bütün fakihler tarafından mesned kabul edilmiştir. Aynı şekilde nass'ın yasaklayıp haram kıldığı örf de, icma'en muteber değildir. Onu, naslar doğrultusunda değiştirmek icap eder. Bir de nass'da bildirilmeyen ve dolaylı da olsa işaret edilmeyen örf vardır ki, Hanefîler'le Malikler bunu fıkıhta müstakil bir asıl kabul ederler. Şafiîler ise bunu tartışmışlardır.

Örfler değiştikçe kelimeler ve kavramlara yüklenen anlamlarda değişir. Bu sebepten, değişik bölge veya zamanlarda yaşayan toplumlarda, aynı kelimelerin ifade ettikleri anlamlar birbirinden farklılıklar gösterebilmektedir. Dolayısıyla bu kelime ve kavramların manalarını anlayıp ona göre hüküm verilebilmesinde örfün önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Hükümler, örflerin değişmesiyle değişen anlamlara ve kelimelerin değişik sanat dallarında değişik istilahî kullanımlarına göre verildiğinde, gerçekler üzerine bina edilmiş sayılırlar.

İmam Malik, toplumun iyiliği ve selâmetini muhafaza etmek için şeriat'a ters bir tarafı bulunmayan geleneklere karşı çıkmamayı bir görev saymıştır. İnsanlardan bu gelenekleri gereksiz yere değiştirmelerini istemek, o toplumda birliği bozar, örf ve âdetlere göre yorumlanan kavramlar birbirine karışır, akitlerin yürütülmesi imkânsız hale gelir. Ancak örf ve âdet İslâm'ın ruhuyla çelişiyorsa; dinin insanlara değil, onların dine uymaları asıl olduğu için, örf, mutlak anlamda toplum hayatından silinip atılır.

Maliki Mezhebinin Gelişmesi: İmam Malik'in derslerinde ve fetva vermede takip ettiği yol, Maliki Mezhebinin ihtiyaçlar üzerine bina edilmesini sağlamıştı. O, meseleleri tartışmaz, öğrencileriyle de kesinlikle münakaşa etmezdi. Dinin hiç bir konusunda tartışmaya girmemek onun değişmez temel vasfı olmuştur. İmam Malik, olayları tartışma kapısını açmamakla, onlar üzerinde değişik yorum ve içtihadların doğmasını engellemiş ve bu ekolün furu'unun Hanefî mezhebine nazaran çok yavaş gelişmesine sebeb olmuştu. Onun sağlığında hiç bir talebesi ona muhalefet etmemiştir. Genellikle Kuzey Afrika ve Endülüslü olan öğrencileri, ondan öğrendikleri ilimle ülkelerine döner ve öğrendiklerini tartışmadan diğer insanlara öğretir ve fetva verirlerdi. Ancak Malikî fıkhının usulü ve dayandıkları delillerin çeşitliliği, İmam Malik'ten sonra bu ekolün furu'unun hızlı bir şekilde gelişmesini sağlamıştır.

Muvatta, bizzat İmam Malik tarafından yazılmış olmakla birlikte, ondaki fıkhî meseleler çok değildir. Onun fıkhı, derslerine devam eden çok sayıda öğrencisinin aldıkları notların kitaplaşmasıyla tedvin edilmiştir. Talebelerinin yazdığı bu notlardan Malikî mezhebinin temel kaynak kitapları olan Müdevvene, Utbiye, Vadiha ve Mevvaziye ortaya çıkmıştır. Malikî fıkhının, daha sonraki asırlarda ortaya çıkan ve Malikîler'ce gördükleri itibardan dolayı sık sık yeni baskıları yapılan iki kitap daha vardır ki, bunlardan biri el-Müdevvene'yi özetleyip el kitabı haline getiren, Abdullah b. Ebi Zeyd el-Kayravani'nin (öl. 386?) er-Risale'si, diğeri de, Halil b. İshak (öl. 767)'nin el-Muhtasar'ıdır.

Ancak el-Müdevvene, Malikî fıkhının en muteber temel kaynağı kabul edilmektedir. Zira doğru ve mevsûk olarak rivayet edilmiştir. El-Müdevvene'de, Malikten rivayet olunan fetva ve kaviller, takipçilerinin onun usûlüne göre yaptıkları içtihadlar, diğer bazı talebelerinin görüşleri ve fıkha dair hadisler ve Ashab dahil sonraki âlimlerin görüşleri bir araya getirilmiştir.

Malikî Mezhebinin Mısır'a oradan da Kuzey Afrika yoluyla, Endülüs'e kadar uzanmasını ve buralara yerleşip hakim mezhep konumuna gelmesini sağlayan, mezhebin şöhret bulmuş ve bizzat İmam Malik tarafından yetiştirilmiş ilk seçkin âlimlerinin bir grubu Mısır'dan ve bir grubu da Kuzey Afrika ve Endülüs'tendir.

İmam Malik'in Mısırlı yedi öğrencisi:

1- Ebû Abdillâh, Abdurrahman b. el-Kâsım (Ö.191/807). İmam Malik'ten yirmi yıl süreyle fıkıh tahsil etmiş ve mutlak müctehidlik derecesine ulaşmıştır. Mısır fakihi Leys b. Sa'd'den de fıkıh ilmi almıştır. el-Müdevvene'yi gözden geçirip tashih eden odur. Malikîler'in en değerli fıkıh eserlerinden olan el-Müdevvene, Sahnûn (Ö. 240/854) tarafından fıkıh ile ilgili yazılan eserlerin tertip ve tasnif metoduna göre düzenlenmiştir.

2- Ebû Muhammed, Abdullah b. Vehb b. Müslim (Ö.197/812). İmam Malik'in yanında yirmi yıl kaldı. Malikî fıkhını Mısır'da yaydı. Bu mezhebin tedvininde büyük etkisi oldu. İmam Malik O'na; "Mısır fakihine; Ebû Muhammed el-Müfti'ye!" diye hitap ederek mektup yazardı. Leys b. Sa'd'dan fıkıh öğrendi. Güvenilir (sika) bir muhaddis idi. "Divanü'l-ilm" diye adlandırılırdı.

3- Eşheb b. Abdilaziz el-Kaysî (Ö. 204/819). İmam Malik ve Leys b. Sa'd'dan fıkıh öğrendi. Abdurrahman b. el-Kasım'dan sonra Mısır'da fıkıh riyaseti ona geçmiştir. Malikî fıkhını rivayet ettiği Müdevvenetü Eşheb" adı verilen bir kitabı vardır. Bu, Sahnûn'un kitabından ayrıdır. İmam Şafiînin; "Mısır, Eşheb gibisini yetiştirmemiştir" dediği nakledilir.

4- Ebû Muhammed, Abdullah b. Abdilhakem (Ö. 214/829). Eşheb'ten sonra Malikîlerin riyaseti ona geçmiştir.

5- Asbağ b. Ferec (Ö. 225/840). İbn Kasım, İbn Vehb ve Eşhebten fıkıh öğrendi, Malik'in mezheb ve görüşlerini en iyi bilenlerdendi.

6- Muhammed b. Abdillah b. Abdilhakem (Ö. 268/881). Fıkıh ilmini babasından, çağdaşı Malikî fakihlerinden ve İmam Şafiî'den aldı. Mısır'da fıkıh konularında başvurulan sembol kişi haline geldi. Hatta Mağrib ve Endülüs'ten öğrencilerin ilim almak için koştukları bir kişi idi.

7- Muhammed b. İbrahim el-İskenderî b. Ziyad (Ö. 269/882). İbn Mevâz olarak bilinir "el-Mevvâziye" diye ünlü bir kitabı vardır. Malikî fıkhına ait en değerli, meseleleri en sağlam ve en basit biçimde kapsayan geniş bir kitaptır.

İmam Malik'in Mağribli ünlü yedi öğrencisi:

1- Ebû Hasan Ali b. Ziyad et-Tunûsî (Ö.183/799). Fıkhı İmam Malik ve Leys b. Sa'd'dan aldı. Afrika'nın fakîhi idi.

2- Ebu Abdillah Ziyad b. Abdurrahman el-Kurtubî (Ö. 193/809). "Şabtun" lakabıyla bilinir. Muvatta'ı, Malik'ten dinlemiş ve onu Endülüs'e ilk sokan kişi olmuştur.

3- İsa b. Dinar el-Kurtubî el-Endelûsî (Ö. 212/827). Endülüs fakihlerindendir.

4- Esed b. el-Fürât b. Sinan et-Tunûsî (Ö. 213/828). Nisaburlu olan bu zat, İmam Malik'ten Muvattaa okudu. Daha sonra Malikî mezhebinden olduğu halde Irak'a gittikten sonra Hanefî mezhebine girmiştir. Hanefî fıkhını Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'den almıştır.

5- Sahnûn b. Abdisselâm b. Saîd (Ö. 240/854). Önce Tunus'un Kayravan şehrinde tahsiline başladı. Daha sonra Medine ve Mısır'a giderek ilmini ilerletti. Afrika'nın kuzeyi ile Endülüs'te Malikî mezhebinin yayılmasında büyük hizmetleri olmuştur. Keskin buluşları olması sebebiyle kendisine "Sahnûn" lakabı verilmiştir. Malikî fıkhının temel kitaplarından olan "el-Müdevvene"nin hazırlanmasında bu zatın büyük emeği geçmiştir.

6- Yahya b. Yahya b. Kesir el-Leysî (ö. 234/848). Kurtuba'lı olup, Malikî mezhebini Endülüs'te okutmuş ve tanıtmıştır.

7- Abdülmelik b. Habib b. Süleyman es-Selemî (Ö. 238/852). Yahyâ b. Yahyâ'dan sonra Malikî fıkhının riaseti ona geçmiştir.

Malikî Mezhebinin yayıldığı yerler: Malikî Mezhebi, başlangıçta Hicaz'da yaygındı. Ancak sonraları çeşitli sebeblerden dolayı bu bölgedeki müntesipleri azalmıştır.

İmam Malik'in görüşleri, henüz hayatta iken, yukarıda kendilerinden bahsedilen öğrencileri tarafından Mısır'a taşınmıştı. Mısırlı öğrencilerin memleketlerine döndüklerinde, Malikî fıkhına göre yetiştirdikleri öğrencileri vasıtasıyla mezheb, Mısır'da yayılarak yerleşmeye başladı. Ancak daha sonra, Şafiî mezhebi buradaki üstünlüğü ele geçirmişti. Bundan sonra, Mısır'da her iki mezheble de amel edilmeye devam edilmiş, yargı işlerinde Hanefî Mezhebi de müracaat edilen bir merci olarak varlığını göstermişti. Ancak daha sonra Fatımîler Mısır'a hâkim oldukları zaman, kaza ve fetva işlerinde Şia ön plana çıkmıştı. Fatımîler, Câmi'u'l-Ezher'i kurarak burayı, Şia Mezhebinin ilmî merkezi haline getirmişler ve Ehl-i Sünnet mezhepleri silinmeye çalışılmıştır.

Selahaddin Eyyubî tarafından Fatımî hâkimiyetine son verilince, Ehl-i Sünnet ihya edilmiş, Şafiî meıhebi tekrar birinci seviyeye çıkmıştı. Bununla birlikte, Malikî fıkhının okutulduğu medreseler sayesinde Malikîlik de güç kazannııştır. Memlûklular devrinde kaza işlerinde dört mezheb esas alınmıştır. Mısır baş kadısı Şafiîlerden, ikinci kadı da Malikîler'den atanırdı.1920'lerde Mısır'da şahıslar hukuku Malikî mezhebi esas alınarak yeniden gözden geçirilmiştir.

Bu mezhebin hakim olduğu diğeı bir bölge de Mağrib ülkesidir. İmam Malik'in öğrencileri tarafından buraya getirilen Malikî fıkhı, âlimlere danışmadan karar almayan, ciddi ve fukuhaya saygılı yöneticilerin uygulamalarıyla halk arasında yaygınlık kazanmıştır.

Malikî Mezhebi, Endülüs'te de en çok müntesibi bulunan mezhebdir. Endülüs'te önceleri Evzâi mezhebi üstündü. Fakat, Hicrî 200'lerden sonra Malikî mezhebi, bu bölgeye hâkim olmaya başladı. Mlikîliği Endülüs'e ilk getiren kimse, İmam Malik'in seçkin öğrencilerinden biri olan, Ziyad b. Abdurrahman olmuştur. Endülüs Emevi devletinin Abbasilerle olan kötü ilişkileri onların Malikî mezhebini devletlerine hâkim kılmasına sebeb olmuştur.

Malikî mezhebi, Sicilya, Fas, Sudan'da yayılmış; Bağdat, Basra hatta Nişabur'a kadar uzanmıştır.

Malikî mezhebinin Mısır, Kuzey Afrika ve Endülüs'te yayılıp da, diğer bölgelerde etkinlik gösterememesinin sebebi olarak; Endülüs'ten Medine'ye kadar olan bölgede, Medine'nin kuzey ve doğu tarafındaki memleketlerde olduğu gibi, ilmî merkezler ve etrafında ders halkalarının oluştuğu müctehid imamların olmayışı, ayrıca Batı'dan gelen öğrencilerin fıkhî ekolleşmelerin geliştiği doğu taraflarına yönelmelerinin zorluğu gösterilmektedir. İmam Malik'e gelen talebeler onun gibi bir üstada kavuştuktan sonra ilmin kaynağı Medine'nin dışına çıkıp doğuya yönelmeye, ihtiyaç da duymuyorlardı. Kuzey ve doğuya doğru Malikîliğin az gelişmesinin sebebinin yolları üzerinde bulunan Şam ve Irak bölgesinde ilmî hareketliliğin had safhaya ulaşmış bulunması sebebiyle buralara ilim tahsili için uğrayan öğrencilerin burada bulduklar ile ilmî doygunluğa ulaşmaları olduğu şeklinde değerlendirmeler yapılmıştır (bk. Ebu Zehra, a.g.e., 407 vd).

3.4. Şafiîlik

İmam Şafiî (ö. 204/819)'ye nispet edilen fıkıh ekolü. Şafiî'nin künyesi,

Ebû Abdullah Muhammed b. İdrîs elKureşî el-Hâşimî el-Muttalibî b. Abbas b. Osman b. Şâfi' olup H. 150'de Gazze'de doğmuştur. Hz. Peygamber'in dördüncü batından dedesi Abdu Menâf'ın dokuzuncu göbekten torunudur. İmam Şafiî'nin doğum yılı Ebû Hanîfe'nin (ö. 150/767) vefat yılına rastlar.

Babası İdris bir iş için Filistin'deki Gazze'ye gitmiş ve orada iken vefat etmişti. Doğumundan iki yıl sonra annesi onu alıp baba vatanı olan Mekke'ye getirdi. Küçük yaşta Kur'an-ı Kerim'i hıfzetti. Fasih Arapça konuşan Huzeyl kabilesi arasında şiir ve edeb öğrendi. Sonra Mekke müftîsi Müslim b. Hâlid ez-Zenâ'den ders alarak, onun yanında fetva verecek duruma geldi. O zaman on beş yaşlarında idi. Bundan sonra Medine'ye gitti. Orada müctehid İmam Mâlik b. Enes (ö. 179/795) fıkıhta üstad idi. Mâlik, kendi eseri olan el-Muvatta'ı, İmam Şafiî'nin ezbere okuduğunu görünce hayretini gizleyememişti. İmam Şafiî, Süfyan b. Uyeyne, Fudayl b. Iyâz'dan, amcası Muhammed b. Şâfi' ve başkalarından hadis rivayet etti.

Muhammed b. el-Hasan'dan Irak fakihlerinin kitaplarını aldı. Onunla fıkhî konularda münazaralarda bulundu. 187 H.'de Mekke'de, 195 H. de Bağdâd'ta Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) ile görüştü. Böylece Hanbelî fıkhına, usûlüne, nâsih ve mensûh konusuna muttali oldu. Sonra Bağdad'ta "İmam Şafiî'nin eski mezhebi" denilen görüşlerini ortaya koydu. 200 H.de Mısır'a geçti ve "Yeni Mezheb" denilen görüşlerini tasnif etti. Orada iken 204/819'da vefat ederek Karafe denilen yere defnedildi.

İmam Şafiî ilk olarak fıkıh usulünü tedvin etmiş ve bu konuda "erRisâle" yi yazmıştır. el-Hucce isimli eseri Irak'taki, "el-Ümm" ise Mısır'daki görüşlerini kapsar.

İmam Şafiî mutlak, bağımsız bir müctehid olup, fıkıh, hadis ve usûlde imamdı. O, Hicaz ve Irak fıkhını birleştirici bir yol izledi. Ahmed b. Hanbel onun hakkında; "Şafiî, Allah'ın kitabı ve Rasûlünün sünneti konusunda insanların en fakihi idi" demiştir. (Vehbe ez-Zühaylı, el-Fıkhu'l-İslâmi ve Edilletüh, Dimask 1405/1985, I, 36,37).

Şafiî Mezhebinin Usûlü

Delil olarak Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas'a dayanır. Şafiî, Hanefi ve Malikîlerin aldığı "İstihsan"ı reddeder ve "kim istihsan yaparsa kendisi şeriat koymuş olur" derdi. Masâlih-i Mürsele'yi ve Medinelilerin amelini delil almayı da reddederdi. Bağdad'lılar ona "Sünnetin Yardımcısı" lakabını vermişlerdi.

İmam Şafiî'nin "eski mezhebi"ni kendisinden dört Iraklı arkadaşı rivayet etmiştir. Bunlar Ahmed b. Hanbel, Ebû Sevr, Za'ferânî ve Kerâbîsî'dir. el-Ümm'de yer alan "yeni mezhebi"ni şu Mısırlı arkadaşları rivayet etmiştir: el-Müzenî, el-Buveytî, er-Rabîu'l-Ceyzî, er-Rabî' b. Süleymân ve başkaları. Şafiîlerde fetvaya esas olan yeni mezhep görüşleridir. Çünkü İmam Şafiî eski görüşlerinden rucû' etmiş ve "Benden kim bunları rivayet ederse ona hakkımı helal etmem" demiştir. Ancak basit on beş kadar mesele bundan müstesnadır. Diğer yandan İmam Şafiî'nin; "Hadis sahih olunca, benim mezhebim odur. Böyle bir durumda, hadisle çatışan bana ait sözü duvara çarpın" (ez-Zühaylî, a.g.e., 1, 37; Muhammed Ebû Zehra, Kitabü'ş- Şafiî, 149 vd.) dediği bildirilir.

Şafiî'nin Fıkıh Usûlünü Tedvini

Ayet ve hadislerden hüküm çıkarmada, günlük fürû şer'î problemleri çözmede sahabe devrinden itibaren bir takım usûl kurallarına uyuluyordu. İlk müctehid imamların devrinde de sözlü olarak nesih kaideleri, mutlak, mukayyed, umum, husus gibi metotla ilgili bilgiler hüküm çıkarmada esas alınıyordu. Ancak bunlar tedvin edilerek yazılı bir eser haline getirilmemişti. İşte İmam Şafiî ilk olarak ûsul konularını kaleme alarak "er-Risâle"sini meydana getirdi. Çünkü Şafiî, sahabe, tâbiîn ve kendinden önceki fıkıh bilginlerinden intikal eden fıkıh servetini hazır bulmuş, İmam Mâlik'ten aldığı Medine fıkhı ile İmam Muhammed aracılığı ile aldığı Irak fıkhını birleştirici bir yol izlemiştir. Kendi yetiştiği çevre olan Mekke fıkhını da iyi bildiği için, fıkıhtaki bu sağlam alt yapı sebebiyle, fıkhın genel metotlarını belirleme yeteneğini kazanmış ve bunun sonucunda fıkıh usûlünü tedvin etmiştir.

Mezheplerde fıkhın, usûlden önce tedvin edilmiş olmasında bir tuhaflık yoktur. Çünkü hükümlerde asıl konu fıkıhtır. Usûl ise bir metot ilmi olup, mantık gibi, aklın doğru ile yanlışı ayırdetme niteliği gibi doğuştan vardır. Aynı konuda birbiri ile çelişen iki âyet olunca, sonra inenin öncekini neshetmesi, genel hükmün özel hükümle sınırlandırılması gibi.

Şafiî, dili iyi bildiği için âyet ve hadislerden hüküm çıkarabilmiş, Kur'an'ın tercümanı olarak bilinen Abdullah b. Abbas'ın ilminin nakledildiği Mekke'de yetiştiği için nesih konusunu öğrenmiştir.

Şafiîlerin usûlüne mütekellimlerin usûlü de denilmiştir. Çünkü bunların usûle dair çalışmaları tamamen teoriktir. Mezhep gayreti onların metodunu etkilememiştir. Meselâ; Şafiî, sükûtî icmaı kabul etmez. el-Âmidî (ö. 631/1233) ise Şafiî mezhebinden olduğu halde "el-İhkâm" adlı eserinde sükûtî icmaı tercih eder (el-Âmidı, el-İhkâmî Usûli'l-Ahkâm, Kahire (t.y), I, 265). Bu usûl, kelâm ilminin metot ve konusundan istifade ettiği, felsefi ve mantıkî yönleri bulunduğu için "mütekellimlerin metodu" olarak nitelenmiştir. Meselâ; kelâm konusuna giren iyi ile kötünün akıl ile bilinip bilinemeyeceği, peygamberlerin peygamberlikten önce ismet sıfatına sahip (ma'sûm) olup olmadığı ve benzeri konular da tartışılmıştır.

Şafiî veya kelamcıların metodu ile yazılmış en eski ve en önemli eserlerin üç tanesi şunlardır. 1) Mu'tezile ekolünden Ebu'l-Hüseyn Muhammed b. Alî el-Basrî'nin (ö.463/1071) Kitâbü'l-Mu'temed'i,” 2) Şafiî ekolünden İmâmü'l-Haremeyn el-Cüveynî'nin (ö.487/1085) "Kitâbü'l-Bürhân"ı, 3), İmam el-Gazzalî'nin (ö.505/1111) "el-Mustasfâ"sı.

Bu üç kitabı Fahruddin er-Râzî (ö. 606/1209) özetlemiş ve bazı ekler yaparak eserine "el-Mahsal " adını vermiştir. Seyfüddin el-Âmidi'nin (ö. 631/1233) "el-İhkâm" adlı eseri de aynı nitelikte birleştirici ve özet bir eserdir. Daha sonra el-Mahsûl'ü, Siracüddin el-Urmevî (ö.682/1283) "et-Tahsîl", Tâcüddîn el-Urmevî (ö. 656/1258) ise "el-Hâsıl " adlı kitaplarında özetlediler. Sihâbuddîn el-Karafi (ö.684/1285) bu iki kitaptan önemli gördüğü bazı temel bilgi ve kuralları alarak bunları "et-Tenkihât" adını verdiği küçük bir eserde topladı. Abdullah b. Ömer el-Beyzâvî (ö.685/1286) de bunun bir benzerini yaptı.

el-Âmidî'nin el-İhkâm'ını ise İbn Hâcib (ö. 846/1442) "Müntehâ 's-Sül ve'l-Emel" adlı kitabında, bunu da "Muhtasaru'l-Müntehâ" isimli eserinde özetledi. Daha sonra bu özet eserleri bunlara yazılan şerhler izledi.

Şafiî Fıkhının Dayandığı Kaynaklar

İmam Şafiî ictihadlarını dayandırdığı delilleri "el-Ümm"de şöyle belirlemiştir: "İlim çeşitli derecelere ayrılır. Birincisi, Kitap ve sabit olan Sünnettir. İkincisi, Kitap ve Sünnet'te hüküm bulunmayan meselelerde İcmâ'dır. Üçüncüsü bazı sahabîlerin sözleridir. Ancak bu sahabe sözleri arasında çelişki bulunmamalıdır. Dördüncüsü, ashab-ı kiram arasında ihtilaflı kalan sözlerdir. Beşincisi, Kıyas'tır. Bu da temelde Kitap ve Sünnet'e dayanır. İşte ilim bu derecelerden en üst olanından elde edilir" (eş-Şafiî, elÜmm, Kahire 1321-1325, VII, 246).

Buna göre, Şafiî ekolü Kitap ve Sünneti İslâm hukukunun asıl kaynağı olarak kabul etmektedir. Çünkü diğer deliller de temelde bu iki delile dayanır ve bunlara aykırı olamaz. Şafiî, Kitap ve sabit olan Sünneti aynı sırada delil kabul eder. Çünkü Sünnet Kur'an'ın beyanını tamamlar, kısa anlatımlarını (mücmel) genişletir ve bazı kimselerin kavrayamayacağı inceliklerini açıklar. Buna göre, Sünnetin açıklayıcı durumunda olabilmesi için ilim bakımından açıkladığı şeyin derecesinde olması gerekir. Birçok sahabîler de hadise bu gözle bakıyordu.

Ancak bu durum, İmam Şafiî'nin Sünneti her yönden Kur'an'a denk saydığı anlamına gelmez. Çünkü her şeyden önce Kur'an Allah kelâmı, Sünnet Hz. Peygamber'in söz, fiil ve takrirleridir. Kur'an ibadet amacıyla okunur, Sünnet bu maksatla okunmaz. Kur'an tevatür yoluyla sabittir. Sünnetin önemli bir bölümü tevatüre dayanmaz. İmam Şafiî'ye göre Sünnet Kur'an'ın dalı mesabesindedir. Bu yüzden gücünü Kur'an'dan alır, onu destekler ve tamamlar. Bu bakımdan açıklayanla açıklanan birbirine denk olmalıdır. Ancak bunun için, Sünnet sağlam olmalıdır. Bu yüzden, Ahâd ve Mürsel hadisler, birinciler kadar kuvvetli değildir. Diğer yandan Şafiî, inanç esaslarını belirlemede Sünnetin Kur'an derecesinde olmadığını açıkça ifade etmiştir (M. Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhı Mezhepler Tarihi, Terc. Abdülkadir Şener, İstanbul 1978, s. 336, 337)

Şafiîlerin Âhâd Hadisi Delil Alması

Bir, iki veya daha fazla sahabî tarafından rivayet edilen ve meşhur hadisin şartlarını taşımayan haberlere "âhâd hadis" denir. Hanefiler, senedinde kopukluk olmayan hadisleri mütevatir, meşhur ve âhâd olmak üzere üçe ayırırlar. Diğer çoğunluk müctehidlere göre ise, Sünnet, mütevatir ve âhâd olmak üzere ikidir. Meşhur sünnet ise başlı başına bir çeşit olmayıp âhâd sünnet kabilindendir. Çünkü meşhur sünnette ilk tabaka ravileri tevatür sayısına ulaşmamaktadır. Çoğunluğa göre âhâd sünnet; garîb, azîz ve müstefîz olmak üzere üçe ayrılır. Garîb; her üç tabakada veya herhangi bir tabakada râvî sayısı tek olan hadistir. Azîz hadis; her üç tabakada sadece iki râvî tarafından rivayet edilen veya diğer tabaka yahut tabakalarda ikiden çok olsa bile tabakalardan birinde râvî sayısı iki olan hadistir. Müstefîz hadis ise; her üç tabakada üç veya daha çok kişi tarafından rivayet edilen hadistir.

İmam Şafiî âhâd haberi delil olarak alırken sadece senedin sahih ve kesintisiz olmasını yeterli görür. O, Hanefiler gibi âhâd hadis ravisinin fakih olması, rivayet ettiği hadisle amel etmesi ve genel kurallara uygun düşmesi, İmam Mâlik'in ileri sürdüğü Medinelilerin ameline uygun düşmesi gibi şartları öngörmez.

İmam Şafiî hadisi savunurken âhâd haberlerin de delil alınması gerektiğini şu delillerle ortaya koymuştur:

1. Hz. Peygamber, İslâm'a davet için tevatür sayısında olmayan tek tek elçiler göndermiştir. Bu elçilere, sayılarının yetersiz olduğunu ileri sürerek karşı çıkan olmamıştır.

2. Mal, can ve kanla ilgili davalarda iki kişinin şahitliği ile karar verilmektedir (bk. el-Bakara,2/282). Halbuki iki kişi tevatür sayısında değildir.

3. Hz. Peygamber, kendisinden hadis işitenlere, bir kişi bile olsa bunu başkasına rivayet etme izni vermiş, hatta buna özendirmiştir. Hadiste şöyle buyurulur: "Allah Teâlâ benden bir söz işitip bunu başkalarına tebliğ edeni nurlandırsın" (Tirmizi, İlim, 7; Ebû Dâvûd, İlim, 10; İbn Mâce, Mukaddime, 18; Menâsik, 46; Ahmed b. Hanbel, I, 437,V,183). Diğer yandan Vedâ haccı sırasında irad edilen hutbede de; hazır bulunanların, bulunmayanlara tebliğ etmesi, kendisine tebliğ ulaşanların, hükümleri ulaştıranlardan daha iyi kavramalarının mümkün olduğu belirtilmiştir (Buhârî, Alim, 9, 10, 37; Hacc, 132, Sayd, 8; Edâhî, 5; Megâzî, 51; Fiten, 8; Tevhid, 24; Müslim, Hacc, 446; Kasâme, 29,30; Ebû Dâvud, Tatavvu', 10; Tirmizî, Hacc, 1; Nesâî, Hacc, 111).

4. Sahabîler Hz. Peygamber'in hadislerini, birbirinden tek tek rivayet etmişler, birçok kimse tarafından rivayeti şart koşmamışlardır (Ebû Zehra, a.g.e., 339, 340).

İmam Şafiî'nin Mürsel Hadisi Delil Alışı

Senedinde kopukluk olan hadise "Mürsel Hadis" denir. Tabiînden olan birisinin sahabeyi; tebe-i tabiînden olan bir ravinin de tabiîn veya sahabeyi atlayarak doğrudan Hz. Peygamber'den işitmiş gibi hadis nakletmeleri halinde bu çeşit hadis söz konusu olur. Ebû Hanife ve İmam Mâlik, bu çeşit hadisleri, rivayet eden râvi güvenilir olursa, başka bir şart öne sürmeksizin kabul ederler.

İmam Şafiî ise mürsel hadisi, bunu rivayet eden tâbiî Medineli Saîd b. el-Müseyyeb ve Iraklı Hasan el-Basrî gibi meşhur ve bir çok sahabî ile görüşen bir tabiî ise kabul eder. Ayrıca hadisin şu nitelikleri taşımasını da şart koşar:

1. Mürsel hadisi, senedi tam ve aynı anlamda başka bir hadis desteklemelidir.

2. Mürseli, ilim adamlarının kabul ettiği başka bir mürsel hadis desteklemelidir.

3.Mürsel hadis, bazı sahabe sözüne uygun düşmelidir.

4. İlim ehli, mürsel hadisi kabul edip çoğu onunla fetva vermiş olmalıdır.

Ancak mürsel hadisle, senedi tam olan hadis çakışırsa, bu sonuncusu tercih edilir (M. Ebû Zehra, Usûlü'lFıkh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî tab' 1377/1958, ts., 111,112).

Uygulamadan örnek: Hz. Âişe (ö. 58/677)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hafsa'ya bir yiyecek hediye edildi. O sırada ikimiz de oruçlu idik. Bu yiyecekle orucumuzu bozduk. Sonra Rasûlüllah (s.a.s) yanımıza girdi. Ona durumu anlattık. Allah'ın Rasûlü şöyle buyurdu: "Zararı yok, onun yerine başka bir gün oruç tutun". Bu hadis mürseldir. Çünkü ez-Zuhrî (ö. 124/741) bunu Hz. Âişe'den rivayet etmiş, halbuki onu bizzat Hz. Âişe'den duymamış, Urve b. ez-Zübeyr'den duymuştur (eş-,Sevkânî, Neylü'l-Evtâr, IV, 319). İmam Şafiî bu yüzden mürsel olan bu hadisle amel etmez ve nâfile oruç tutan kimsenin, orucu bozması hâlinde, başka bir günde kaza etmesi gerekmediğini söyler.

Diğer yandan yine ez-Zührî'nin rivayet ettiği; "Rehin bırakan kişi borcunu ödemeyince, rehnedilen şey rehin bırakanın mülkü olmaktan çıkmaz. Rehnedilen şeyin menfaat ve hasan rehnedene aittir" (İbn Mâce, Rûhûn, 3; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, IV, 319-321) hadisini ise, ravisi Said b. el-Müseyyeb meşhur olduğu için kabul eder. Buna göre, rehin, rehin alanın yanında bir emanet hükmündedir. Onun korunması konusunda kendisinin bir kasıt veya kusuru olmadan rehnedilen şey hasara uğrarsa rehin bırakanın borcunda bir eksilme olmaz (Zekiyüddin Şa'ban, Usûlü'l-Fıkh, Terc. İbrahim Kâfi Dönmez, Ankara 1990, 80,81).

Şafiî'nin Sükûtî İcma'ı Delil Almayışı

İcma sarih ve sükûtî diye ikiye ayrılır. Birincinin delil oluşunda bir görüş ayrılığı yoktur. Sükûtî icma'; şer'i bir meselede bir veya birkaç müctehidin görüş belirttikten sonra, bu görüşe muttali olan o devirdeki diğer müctehidlerin açık şekilde bir katılma veya karşı çıkmada bulunmaksızın susmalarıdır. Mâlikîlere ve son görüşünde İmam Şafiî'ye göre sükûtî icmâ delil sayılmaz. Çünkü müctehidlerin bir konuda susması, onların açıklanan görüşe katıldıklarını gösterebileceği gibi, başka bir nedene de dayanabilir. Henüz o mesele ile ilgili ictihadî bir kanaate varmamış olması, görüşünü açıklayan müctehidden çekinmesi veya görüşünü açıkladığı taktirde bir zarara maruz kalma korkusunun bulunması susma nedenleri arasında olabilir. Kısaca, ittifak gerçekleşmedikçe icma'ın varlığından söz edilemez. Şâfiîlerden sükûti icma'ı kabul eden el-Âmîdi de buna "zanni delil" deyimini kullanır (M. Ebû Zehra, eş-Şafiî, Terc. Osman Keskioğlu, Ankara 1969, s. 252 vd.).

Şafiî Ekolünün İstihsana Karşı Çıkması

İstihsan; müctehidin bir meselede, kendi kanaatince o meselenin benzerlerinde verdiği hükümden vazgeçmesini gerektiren nass, icmâ, zarûret, gizli kıyas, örf veya maslahat gibi bir delile dayanarak o hükmü bırakıp başka bir hüküm vermesidir.

İmam Şâfiî istihsana karşı çıkmış ve bu konuda "İbtalu'l-İstiksan" adlı bir risale yazmıştır. Bu eserde şöyle der: "Allah'ın, Rasûlünün ve Müslümanlar topluluğunun hükmü olarak bütün bu zikrettiklerim gösteriyor ki, hâkim veya müftî olmak isteyen kimsenin ancak bağlayıcı bir delille hüküm ve fetva vermesi caiz olur. Bu da Kitap, Sünnet veya ilim sahiplerinin ihtilafsız olarak söyledikleri bir görüş yahut bunlardan bazısına kıyas yapma yolu ile olur. İstihsan ile fetva verilmez. İstihsan bağlayıcı olmaz, o bu anlamlardan birisini de taşımaz". Şâfiî'nin "Cimâu'l-İlm" "er Risâle" veya el-Ümm" kitabında da bu sözlerin benzerlerini bulmak mümkündür.

Hanefîler istihsanı geniş ölçüde kullanmış, Mâlikîler de bu konuda onları izlemiştir.

İmam Şâfiî ise "İstihsan yapan kendi başına din koymuş olur" diyerek şu delillere dayanmak suretiyle istihsana karşı çıkmıştır:

1. Şer'î hükümler ya doğrudan nass'a (âyet-hadis) veya kıyas yoluyla nass'a dayanır. İstihsan bunlardan birisine dahilse ayrı bir terime ihtiyaç olmaz. Aksi halde Cenab-ı Hakkın bazı konularda boşluk bıraktığı sonucu çıkar ki bu, "İnsan başıboş bırakıldığını mı sanır?” (el-Kıyâme, 75/36) âyeti ile çelişir.

2. Kur'an'da Allah ve Rasûlüne itaat emredilmekte, nefsî isteklere uyulması yasaklanmakta ve anlaşmazlık çıktığı takdirde yine Kitap ve Sünnete başvurulması istenmektedir (en-Nisâ, 4/59)

3. Hz. Peygamber istihsan ile fetva vermez, hevasından konuşmazdı. Nitekim eşine; "Sen bana anamın sırtı gibisin" diyen kimsenin sorusuna fetva vermemiş, "Zıhâr" âyeti (el-Mücâdele, 58/1-4) gelinceye kadar beklemiştir.

4. Hz. Peygamber, kendi kanaatlerine göre, bir ağaca sığınan bir müşriki öldüren sahabîleri, yine öldürülme korkusuyla "Lâ ilâhe illallah" diyen şahsı öldüren Usâme (r.a)'ın bu davranışını uygun görmemiştir.

5. İstihsanın bir kuralı, hak ile bâtılı karşılaştıracak bir ölçüsü yoktur. Serbest bırakılırsa, aynı konuda farklı bir çok fetvalar ortaya çıkar.

6. Sadece akla dayanan bir istihsan anlayışı ortaya çıkarsa, Kitap ve Sünnet bilgisi olmayanların da bu metodu kullanmaları caiz olurdu (eş-Şâfiî, el-Ümm, VI, 303, VII, 271 vd.; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, 271 vd.).

Ancak burada İmam Şâfii'nin reddettiği istihsanı şer'î bir delile dayanmaksızın, şahsî arzuya ve sübjektif düşüncelere göre hüküm vermek olarak değerlendirmek gerekir. Şüphesiz böyle bir istihsan Hanefilerin de kabul etmediği bir şekildir. Nitekim Hanefîlerde bir konuda istihsan yapabilmek için o meselenin şer'î bir mesele olması yanında şu altı delilden birisine dayanması şarttır:

1. Nass'a dayalı istihsan. Meselâ mevcut olmayan bir şeyin satışı yasaklandığı halde (Ebû Davud, Büyü', 70), para peşin mal veresiye bir akit olan seleme izin verilmiştir (Ebû Dâvud, Büyü', 57). İşte burada ikinci hadise dayanarak kıyas terkedilmekte ve istihsan yoluna gidilmektedir.

2. İcma'ya dayalı istihsan. Meselâ sanatkâra mal sipariş vermek anlamına gelen istisnâ akdi icmâa dayanır. Çünkü asırlar boyunca buna karşı çıkan bilgin olmamıştır.

3. Zaruret veya ihtiyaca dayalı istihsan. Pislenen kuyunun, bir kısım suyun çıkarılması ile temizlenmiş sayılması gibi (İbnü'l-Hümâm, Fethu'lKadîr, I, 67 vd.; İbn Âbidîn, Reddü'lMuhtâr, I, 147 vd).

4. Gizli kıyasa dayalı istihsan. Meselâ; yerleşik kurala göre; özel kayıt konulmadıkça arazinin satımı ile irtifak hakları kendiliğinden alıcıya geçmez. Bu konuda vakfın satıma kıyası açık veya celî kıyas, kiraya kıyası ise gizli kıyastır. Vakıf istihsan yoluyla kiraya kıyas edilerek, irtifak (su içme, su alma, geçit gibi) haklarının vakıf kapsamına girmesi esası benimsenmiştir (Zekiyüddin Şa'ban, Usûlü'l-Fıkh, 168).

5. Örfe dayalı istihsan. Yerleşik kurala göre vakfın ebedî olması gerekir. Bu da vakfın sadece gayri menkullerde olabileceği anlamına gelir. Halbuki İmam Muhammed eş-Şeybânî kitap ve benzeri vakfedilmesi örf haline gelen şeylerin kıyasa aykırı olmakla birlikte vakfa konu olabileceğine hükmetmiştir. Bu esastan hareket edilerek nakit para vakıflarına da fetva verilmiştir.

6. Maslahata dayalı istihsan. Yerleşik kurala göre ziraat ortakçılığı, kira akdine kıyasla taraflardan birisinin ölümü ile sona erer. Ancak ürün henüz yetişmemiş bir durumda iken toprak sahibi ölse, emek sahibinin menfaatini korumak için istihsan yapılarak akit ürün alınıncaya kadar uzamış sayılır (Zekiyüddin Şa'ban, a.g.e., 171).

Sonuç olarak Hanefî ve Şâfiîlerin istihsan anlayışı dikkatlice incelendiğinde arada önemli bir ayrılığın bulunmadığı görülür. Çünkü Hanefîlerin istihsan yaptığı meselelerin temelinde daima yukarıda belirtilen delillerden birisi bulunur. Nitekim el-Âmidî'nin belirttiğine göre, İmam Şâfiî de bazı meselelerde istihsan terimini de kullanarak bu metoda başvurmuştur. Şâfiî'nin "Mut'anın otuz dirhem olmasını uygun buluyorum", "Şüf'a hakkı sahibinin bu hakkını üç gün içinde kullanmasını uygun görüyorum" sözleri buna örnek verilebilir (el-Âmidî, el-İhkâm, III, 138).

Şâfiî'nin Sahabe Sözünü Delil Alışı

Şâfiî ûsul bilginlerinden bazıları, onun eski mezhebine göre sahabe kavlini delil aldığını, yeni mezhebinde bu görüşten vazgeçtiğini söylemişlerdir. Ancak yeni mezhebi rivayet eden Rabî b. Süleyman el-Murâdî'nin naklettiği başka bir eser olan "er-Risâle" de Şâfiî'nin sahabe sözlerini delil olarak aldığı görülür (er-Risâle, Halebî baskısı ve Ahmet M. ,Sakir nesri, Kahire 1940, s. 597). Yine Şâfiî, yeni mezhebini kapsayan el-Ümm adlı eserinde şöyle der: "Kitap ve Sünneti bilenler için özür söz konusu olmayıp, gereğine uymak şarttır. Kitap ve Sünnet'te hüküm yoksa sahabenin veya onlardan birinin sözlerine başvururuz. Eğer ihtilaflı meselede Kitap ve Sünnete daha yakın olan söze bir delâlet bulamazsak Ebû Bekr, Ömer ve Osman (r. anhüm)'ın sözüne uymamız daha iyi olur. Eğer bir sözün Kitap ve Sünnete daha yakın olduğuna dair bir delil bulunursa, o söze uyarız" (Şâfiî, el-Ümm, VII, 246).

Şeriat İlminin Kısımları

İmam Şâfiî'ye göre şeriat ilmi ikiye ayrılır.

1. Hükümlere kesin olarak delâlet eden nasslarla sâbit olan kesin ilim.

2. Galip zanna dayanan zannî ilim. İşte âhâd haberler ve kıyas bu kısma girer. Müctehid nasslardan kesin hüküm çıkaramazsa, galip zanla elde edilen ilimlerle yetinir.

Şâfiî Mısır'da yazdığı kitaplarla Bağdad'ta yazdığı kitapları neshetmiş ve o; "Bağdad'ta yazdığım kitapları benden kimsenin rivayet etmesine cevaz vermiyorum" demiştir. Şâfiî'nin eski kitaplarında, yeni kitaplarında olduğu gibi bir konu üzerinde çeşitli görüşler yer alır. Bazan iki veya üç çeşit kıyas yapılır, fakat tercih okuyucuya bırakılır. Buna, zekât verilmeden satılan tarım ürünlerini örnek verebiliriz. Bir kimse zekâtını vermeden meyve veya tahılını satsa, sonra alıcı bunların zekâtının verilmediğini anlasa, şu durumlar söz konusu olur:

a. Alıcı, malın tamamı için mi, yoksa zekât olarak verilmeyen miktarı için mi satım aktini feshetme hakkına sahiptir?

b. Zekât miktarı arazi yağmurla sulanmışsa onda bir, âletle sulanmışsa yirmide birdir. Alıcı burada seçimlik hakka sahip midir?

c. Zekât düşüldükten sonra kalan kısmı paranın tümü ile mi alır, yoksa satışı fesih mi eder? Şâfiî bütün bu görüşlerin doğru olabileceğini belirtir.

Şâfiî mezhebinde görüşlerin çok oluşunun bu mezhebin gelişmesine yardımcı olduğu söylenebilir. Çünkü bu mezhebte tercih kapısı sürekli olarak açık bırakılmıştır (Ebû Zehra, İslâm'daFıkhî Mezhepler Tarihi, 354, 355).

Şâfiî Mezhebinin Yayılması

Şâfiî mezhebi özellikle Mısır'da yayılmıştır. Çünkü mezhebin imamı hayatının son dönemini orada geçirmiştir. Bu mezhep, Irak'ta da yayılmıştır. Çünkü Şâfiî fikirlerini yaymaya önce orada başlamıştır. Irak yoluyla Horasan ve Mâveraü'n-Nehir'de de yayılma imkânı bulmuş ve bu ülkelerde fetvâ ile tedrisatı Hanefî mezhebi ile paylaşmıştır. Bununla birlikte bu ülkelerde Hanefî mezhebi, Abbasi yönetiminin resmi mezhebi olması nedeniyle hâkim durumda idi. Mısır'da yönetim Eyyübîlerin eline geçince Şâfiî mezhebi daha da güçlenmiş, hem halk, hem de devlet üzerinde en büyük otoriteye sahip olmuştur. Ancak Kölemenler devrinde Sultan Zâhir Baybars, kadıların dört mezhebe göre atanması gerektiği görüşünü öne sürmüş ve bu görüş uygulanmıştır. Ancak bu dönemde de Şâfiî mezhebi o yörede diğer mezheplerden üstün bir mevkiye sahiptir. Meselâ; taşra şehirlerine kadı atama yetkisi ile yetim ve vakıf mallarını kontrol hakkı yalnız Şâfiî mezhebine ait idi.

Osmanlılar Mısır'ı ele geçirince Hanefi Mezhebi üstünlük kazandı. Daha sonra Mehmet Ali Paşa Mısır'a hâkim olunca, Hanefi mezhebi dışındaki mezheplerle resmi olarak amel etmeyi ilga etmiştir.

Şâfiî mezhebi İran'a da girmiştir. Günümüzde Şiî ekolü ile yanyana bulunmaktadır.

Günümüzde Anadolu'nun doğu kesiminde, Kafkasya, Azerbaycan, Hindistan, Filistin, Seylan ve Malaya müslümanları arasında Şafiî mezhebine mensup olanlar bir hayli fazladır. Endonezya adalarında ise hâkim olan tek mezhep Şâfiî mezhebidir (Ebû Zehra, a.g.e, 358 vd.).

3.5. Hanbelîlik

Ebû Abdillâh Ahmed b. Hanbel eş-Şeybânî'ye nisbet edilen mezhebin adı. İslâm'da dört büyük fıkıh mezhebin birisi. Ahmed b. Hanbel 164/780 yılında Bağdad'ta doğdu. 241/855'te yine orada vefat etti. Büyük babası Hanbel Horasan bölgesinde bulunan Serahs Vilâyeti'nin valisi idi. Babası Muhammed b. Hanbel de komutanlık görevi üstlenmiş bir askerdi. Hanbel ailesi, Ahmed'in doğumuna yakın bir sırada Bağdad'a gelmiş ve orada yerleşmişti.

Ahmed b. Hanbel önce Kur'ân'ı hıfzetmiş, daha sonra arapça, hadis gibi ilimleri, sahâbe ve tabiîlere ait rivâyetleri, Hz. Peygamber'in, sahabe ve tabiîlerin hayatlarını incelemekle ilim çalışmalarına başlamıştır. Özellikle hadis ilmi için Basra, Kûfe, Mekke, Medîne, Şam, Yemen ve el-Cezîre'yi dolaşmış, uzun bir süre İmam Şâfiî'ye (ö. 204/819) talebelik etmiştir. Hatta bu yüzden O'nu Şâfiî mezhebinden sayanlar bile olmuştur. Böylece O'nun başlıca fıkıh üstadı İmam Şâfiî'dir. Şâfiî, O'nun hakkında şöyle demiştir: "Ben Bağdad'tan ayrıldım ve orada Ahmed b. Hanbel'den daha âlim ve daha faziletli kimse bırakmadım"(el-Hudarî, Târihu't-Teşrîi'l-İslâmî, terc. Haydar Hatipoğlu, s. 260, 261).

Ahmed b. Hanbel, Ebû Hanîfe'nin (ö.150/767) öğrencisi ve devrin ünlü baş kadısı Ebû Yûsuf'tan (ö.182/798) fıkıh ilmi aldı. Rivâyetle dirayeti birleştiren bir yol izledi. O, hükmü hadisten çıkarır, bu hükme yeni bir takım meseleleri kıyas ederdi. Bu arada Yemen'e giderek, San'a'da Abdurrezzâk b. Hemmâm'la (ö. 211/826) görüştü. Orada iki yıl kadar kalarak O'ndan ez-Zuhrî ve İbnü'l-Müseyyeb yoluyla gelen birçok hadisleri aldı(Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhî Mezhepler Tarihi, Terc. Abdulkadir Şener, İstanbul 1976, s. 423 vd.)

Adının ilim, zühd ve takvâ ile birlikte yayılışı toplumu onun ilmine yöneltti. Mescid'eki derslerini izleyenlerin sayısının beş bine kadar ulaştığı nakledilir. Derslerinde dikkati çeken üç husus şudur.

a) Onun meclisine ciddiyet, vakar, tevazu ve ruhî huzur hâkimdi. Kendisi şaka ve alay etmeyi sevmezdi.

b) Dersinde, ancâk hadisleri rivayet etmesi istendiği zaman anlatırdı. Hadis rivayetinde hafızasına güvenmez, Hz. Peygamber'e söylemediği şeyi isnad etmemek için yazılı metne bakarak nakiller yapardı. Kendisine sorulmadıkça konuşmazdı.

c) Verdiği fetvaların yazılıp nakledilmesini menederdi. Ona göre yazılması gereken ilim, ancak Kitap ve Sünnet'ten ibaret idi. Ahmed b. Hanbel'in görüşü bu olmakla birlikte öğrencileri kendisinden ciltler dolusu kitaplar rivayet etmişlerdir(Zehebî, Tercemetü Ahmed b. Hanbel, Müsned'in baştarafı, Mektebetü'l-Maarif tab'ı, Mısır, t.y.); Ebû Zehra, a.g.e., s. 437).

Hâlife Me'mûn'un ortaya attığı Kur'ân'ın mahlûk (sonradan yaratılmış) olduğu fikrini İbn Hanbel kabul etmedi, muhakeme edilerek zindana atıldı. Dayak yedi, kendisine işkence yapıldı, fakat yine inancından taviz vermedi. (Ahmed b. Hanbel'in hal tercemesi için bk. el-Hatîbü'l-Bağdâdî, Târihû Bağdâd, Mısır 1394/ 1931, IV, 412-423; Ebû Nuaym, Hılye, Mısır 1352/15, IX,161-233; el-Buhârî, et-Tarihu'l-Kebîr, Haydarâbâd. 1360, I, 2, 5; İbn Hallikân, Vefeyâtü'l-Ayân, Kahire 1367/1948, I, 47-49; İbn Ebî Ya'lâ, Tabakâlü'l-Hanâbile, Kahire 1378/1952, I, 4-20: İbnü'l-Cevzî; Menâkıbu'l-İmam Ahmed, Mısır 1349; ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, Haydarâbâd 1375/1955, I, 431-432; Târihu'l-İslâm, I, 58-131 (Ahmed Muhammed Şâkir'in Müsned neşri mukaddimesi); Ebû Zehra, Ahmed b. Hanbel, Kahire 1949; Fuat Sezgin, GAS, I, 502-509).

Ahmed b. Hanbel'in İctihad Usulü:

Dört mezhep imamı içinde usul ve fetvalarını yazmaktan en çok çekinen zât Ahmed b. Hanbel'dir. O, daha çok hadisleri toplayıp tasnif etmeyi gaye edinmiştir. Şâfiî gibi O da senedi sahih olunca başka hiçbir şart ileri sürmeksizin haber-i vâhidle amel eden hadis ehli müctehidlerindendir. Ebû Hanîfe ise bu konuda râvinin güvenilir (sika) ve adaletli olması yanında rivayet ettiği şeye aykırı bir amelde bulunmamasını şart koşar. Sahabe adı zikredilmeyen "mürsel hadis"i, Ahmed b. Hanbel zayıf sayar ve konu ile ilgili başka bir hadis bulunmazsa, yani zarûret karşısında kalırsa bunu delil. olarak kabul ederdi (Muhammed Ebû Zehra Usûlü'l-Fıkh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî tab'ı, y. ve t.y., s. 108 vd.) Böylece O, mürsel ve zayıf hadisleri daha kuvvetli bir delil bulunmazsa kıyasa tercih ederdi. Ancak O'nun devrinde henüz hadis için "sahih, hasen, zayıf" şeklinde üçlü taksim yapılmamış, hadisler genellikle sahih ve zayıf kısımlarına aynlmıştır. Bu yüzden İbn Hanbel'in kıyasa tercih ettiği hadisler, bâtıl ve münker olmayan "hasen" nevinden hadisler olmalıdır (İbnti'l-Kayyim, İ'lâmil'l-Muvakkıîn, Mısır 1955, I, 29, 30).

İbn Hanbel'e göre, aynı konuda aksi bir görüşün bulunduğu bilinmeyen sahabe kavlî "icmâ"' niteliğindedir. Eğer sahabe görüşleri arasında ihtilaf varsa, ya bunlardan Kitap veya Sünnete yakın olanı tercih eder veya böyle bir tercih yapmaksızın sadece görüşleri nakletmekle yetinir. konu hakkında sahabe görüşü nakledilmemişse, büyük tâbiî'lerin re'ylerini kendi re'yine tercih eder. Mesele hakkında âyet, sahih hadis, sahabe kavli, zayıf ve mûrsel eser gibi deliller bulamazsa kıyas yoluna başvurur (İbnü'l kayyim, a.g.e., I, 32). "

Hanbeliler, hakkında Kitap, Sünnet ve İcmâ'a dayalı bir delil bulunmayan maslahatı (kamu yararı) kıyastan sayarlar. Çünkü bunlar Kitap ve Sünnet nass'larının toplamından elde edilen genel maslahatlardır. Diğer yandan İbn Hanbel "Siyaset-i şer'iyye" de de maslahadı esas almıştır. Siyaset-i şer'iyye, İslâm Devlet başkasının, toplumu islah amacıyla, insanları yararlı işlere teşvik etmek ve zararlı işlerden uzaklaştırmak için izlemiş olduğu yoldur. Nass olmasa bile bu konuda bazı cezaların uygulanması mümkün ve caizdir. İbn Hanbel'in konu ile ilgili bazı fetvaları şöyledir: Fesat ve kötülük çıkaranlar, şerlerinden,güvende olunabilecek bir ülkeye sürgün edilirler. Ramazan ayında gündüz şarap içenlerin cezası arttırılır. Sahabeye dil uzatan cezalandırılır ve tevbeye davet edilir. Hanbelî mezhebine bağlı bazı bilginler de kamu yararına dayalı fetvaları sürdürmüşlerdir. Meselâ; bir ev sahibi, eğer evi elverişli ise, kalacak yeri olmayan bir kimseyi evinde oturtması için zorlanabilir. Bıı konuda İbnü'l-Kayyim (ö. 751/1350) şöyle der: "Bir topluluk, herhangi bir şahsın ovinde oturmak zorunda kalsa, bundan başka bir ev veya otel (han) bulamasa, O kimsenin anlaşmazlığa düşmeksizin evini bunlara vermesi gerekir. Bazı Hanbefîlere göre ev sahibi bunlardan ecr-i misil kadar kira bedeli alabilir (Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhî Mezhepler Tarihi, s. 493, 494).

Hanbefîler istihsan delilini de kabul ederler. Çünkü istihsan; ya nass veya icmâ' gibi bir delile dayanmakta yahut da zaruret prensibine göre kabul edilmektedir.

Sedd-i Zerâyi, prensibini en şiddetli uygulayan mezhep hanefîlerdir. Bu konuda Ibnü'l-Kayyim el-Cevziyye şöyle der: "Maksatlara, ancak onlara götüren vâsıta ve yollarla ulaşıldığına göre, bu vâsıta ve yollar da onlara tabi olur ve ayni hükmü alırlar. Allah bir şeyi haram kılmışsa, bu harama götüren yol ve usulleri de yasaklamış demektir. Aksi halde haram kılmanın hikmeti kalmazdı. Meselâ; doktorlar, hastalığı önlemek için, hastayı buna sebep olan şeylerden menederler. Aksi halde hasta daha kötü duruma düşebilir (İbnü'l Kayyim, a.g.e., I, 119).

Hanbelîlerin çokça kullandığı başka bir metot "istishâb" adını alır. Bu manası sabit olan bir hükmün, onu değiştiren bir delil bulununcaya kadar devam etmesidir. Onların istishâb metoduna göre verdikleri ban fetvalar şunlardır:

a) Yasaklandığına dair bir delil bulununcaya kadar eşyada aslolan mübahlıktır.

b) Pis olduğunu gösteren bir delil bulununcaya kadar suda aslolan temizliktir.

c) Eşini boşayan bir koca, daha sonra bir defa mı yoksa üç talakla mı boşadığında şüphe etse, bir talakla boşadığı esası kabul edilir. Çünkü tek talakla boşama kesindir (Ebû Zehra, a.g.e., s. 497, 498).

İbn Hanbel istishabı; "daha önce var olanı sabit görme, önceden yok olanı yok sayma" şeklinde uygularken, aynı metodu bazı hanefîler, sâbit kılmada değil, sadece def'ide geçerli görürler. Meselâ; kaybolan (mefkud) ve kendisinden haber alınamayan kimsenin hayatı, aksi sabit oluncaya kadar devam eder. Hanefî ve mâlikîlere göre, kendi malları bakımından sağ kimseler gibi muamele görür, mülkiyet hakkı devam ettiği gibi, karısı da, onun ölümüne dair bir delil bulununcaya veya mahkeme tarafından ölümüne hüküm verilinceye kadar evlilik sıfatı devam eder; fakat bu kayıp kimse, kayıplığı süresince bir takım yeni haklar elde edemez. Bu süre içinde ona, miras veya vasiyet yoluyla bir şey intikal etmez. Bir yakını ölürse, kayıp kişinin payı bekletilir, sağ olarak döner gelirse bu pay ona verilir. Hâkim onun ölümüne hükmederse, miras bırakan öldüğü vakit o da ölmüş sayılarak onun miras payı mûrise geri döner ve onun öteki varisleri arasında paylaştırılır. Hanbelî ve Şâfiîlerin istihbab anlayışı ise "hem isbat hem de def etme" esasına dayandığı için, ölümüne hüküm verilinceye kadar, onu kayıplık sûresince sağ olarak kabul ederler. Onlara göre, bu süre içerisinde o, kendisine ait malların mülkiyet hakkına sahip olduğu gibi kendisine miras, vasiyet ve benzeri yollarla mal da intikal eder (İbnü'l-Kayyim, a.g.e., Delhi tab'ı, I, 125; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s. 299, 300). İstishâb delilinin re'y ve kıyas ictihadıyla yakın ilgisi vardır. Kıyası tamamen inkâr eden Zahirîlerle, İbn Hanbel gibi çok az kullanan müctehidler, âyet ve hadislerin temas etmediği meseleleri İstishâba bırakarak; Allah'ın haram kıldığı haram, helal kıldığını helal, bunların dışında kalanları ise İstishâb esasına göre mübah kabul eder ve bu metodun alanını çok geniş tutarlar.

Hanbelî Mezhebinin Bazı Görüşleri:

Ahmed b. Hanbel'e göre; iman, kesin olarak inanmaktan ve amelden ibarettir. Artar ve eksilir, yani iman, iyi amelle artar, kötü amelle de eksilir. Kişi imandan çıkabilir, İslam'dan çıkmaz. Tevbe edince yeniden imana döner. İnsanı ancak Allah'a şirk koşmak veya farzlardan birini inkâr ederek yapmamak imandan dışarı çıkarır. İnsan herhangi bir farz tembellik veya gevşeklik yüzünden terkederse, onun durumu Allah'a havale edilir. Dilerse ona azap eder, dilerse onu affeder.

Hz. Ali'nin hilâfetinden itibaren büyük günah (kebîre) işleyenlerin durumu bilginler arasında tartışılmıştır. Hâriciler bu konuda sert bir yol izleyerek, büyük günah işleyenin dinden çıkacağı görüşünü benimsemiştir.

Hasan el-Basri bunların münafık olacağını söylerken Mürcie fırkasının sapıkları, iman olduktan sonra, günahın hiçbir zararı olmadığını savunmuşlardır. Ebû Hanîfe ve çoğunluk İslâm hukukçularına göre büyük günah işleyen kimse, kesin tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul eder. Eğer tevbe etmeden ölürse durumu Allah'a havale edilir. O, dilerse azap eder, dilerse kulunu affeder. Ahmed b. Hanbel'in görüşü de, diğer fakihlerin görüşü gibidir. O, şöyle demiştir: "Mü'min kendisine gizli olan şeyleri Allah'a havale eder, kendi durumunu da O'na bırakır. Günahlarla Allah'ın mağfiret kapısını kapatmaz. Herşeyin, hayır ve şerrin Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğunu bilir. İyilik yapan için Allah'tan ümidini kesmez, kötülük yapanın da âkıbetinden korkar. Muhammed ümmetinden hiçbir kimse yaptığı iyilik sebebiyle cennete ve kazandığı günah sebebiyle cehenneme girmez. Bu konuda Allah'ın dilediği olur" (İbnu'l-Cevzî, Menâkıbu'l İmam Ahmed b. Hanbel, s. 168).

Ahmed b. Hanbel'in İslâm Devlet Başkanı seçimi (İmam, halife) ile ilgili görüşü şu şekilde özetlenebilir: O, hilâfet ve halîfe konusunda sahabe tabiilerin çoğunluğuna tabi olur. Buna göre, İslâm Devlet başkanı (halîfe), kendisinden sonra uygun gördüğü birisini hilâfet için aday gösterebilir. Burada son söz mü'minlerin bîatıdır. Nitekim Hz. Peygamber, Ebû Bekir (r.a)'in, kendi yerine geçmesine işaret buyurmuş, fakat bunu açıkça söylememiştir. Şöyle ki, Hz. Peygamber, hastalığı günlerinde Ebû Bekr'i namaz kıldırması için öne geçirmiştir. Ashâbı kiram; "Peygamber (s.a.s) O'nu din işimiz için seçmiştir. O halde biz O'nu dünya işimiz için niçin seçmeyelim" diyerek, Hz. Ebû Bekr'e bîat etmişlerdir. Hz. Ebû Bekir, kendisinden sonra Hz. Ömer'i aday göstermiş, müslümanları O'na bîat edip etmeme konusunda serbest bırakmıştır. Müslümanlar da kendi iradeleriyle Hz. Ömer'e bîat etmişlerdir. Daha sonra, Hz. Ömer, peygamber (s.a.s)'in rızasını kazanan altı kişiyi seçmiş ve bunlara içlerinden birini halife seçip, müslümanları buna bîata davet etmelerini tavsiye etmiştir. Bunların dört tanesi Hz. Osman'ı seçmiş ve müslümanlar da ona bîat etmişlerdir. Hz. Ali de O'na biat edenler arasındadır. Ahmed b. Hanbel, "Onların işleri, aralarında danışma (şüra) iledir" (eş-Şûrâ, 42/38) âyeti uyarınca, halifenin şûrâ ile seçilmesi prensibini benimser. Diğer yandan sünnete uyarak halîfenin Kureyş'ten olmasını kabul eder. Yönetimi zorla ele geçiren kimseye facir bile olsa itaâtın gerekli olduğunu söyler. Böylece fitnelerin önüne geçilmiş olur. O, bu konuda müslümanların maslahatını gözetmektedir. O'na göre, düzenli ve kalıcı bir yönetim teessüs etmelidir. Bu düzenin dışına çıkanlar, ümmetin gücünü bölmekte ve onu temelinden sarsmaktadır. İbn Hanbel'i böyle düşünmeye sevkeden şey, Haricilerin o dönemdeki sert, bölücü ve şiddetli eylem ve hareketleridir. Müslümanların nizamını bozmak isteyenler, zâlim yöneticilerin işledikleri suçtan daha fazla suç işlemiş olurlar (İbnü'l-Cevzî, el Menâkıb, s. 176). Ahmed b. Hanbel, meşru nizarıım korunmasını savunmakla birlikte kendi devrindeki yöneticilerle hiçbir şekilde temas kurmamış, onların hediye ve armağanlarını kabul etmemiştir. O, hak ve adalete inanan, zulmü tanımayan, fitne, fesat, isyan ve karışıklığı istemeyen yüksek bir ruha sahipti.

Ahmed b. Hanbel'in Hadisçilik Yönü:

İbn Hanbel 40 yaşına kadar hadis öğrenmek ve ilmini artırmak için çalışmış, Irak, Hicaz ve Yemen arasında ilim seyahatlerinde bulunmuştur. Fakat bu süre içinde hadis rivayet etmekten veya ders vermekten kaçınmıştır. O, Hz. Peygamber'in peygamberlik çağı olan 40 yaşında hadis rivayetine ve ders vermeye başladığı zaman ilminin en yüksek derecesine ulaşmış ve akranları arasında temayüz etmişti. Şeyhi Abdurrezzâk İbn Hemmâm (ö. 211/826) O'nu diğer hadisçilerle karşılaştırarak şöyle demiştir:

"Bize en kudretli hâfız eş-Şazkunî geldi, hadis ricâlini çok iyi bilen Yahya b. Maîn geldi, fakat bunların hepsini kendi şahsında toplayan Ahmed b. Hanbel gibi bir İmam daha gelmedi (İbnü'l-Cevzî, el-Menâkıb, s. 69).

Ahmed b. Hanbel te'lif ettiği Müsned adlı hadis eseriyle şöhret bulmuştur. Müsned; üçüncü hicret asrında ortaya çıkan ve hadisleri, diğer hadis eserlerinden farklı bir şekilde tâsnife tabi tutan kitaplardır. Sünen, musannef ve câmi' adı verilen hadis kaynaklarında tasnif, "konulara göre" yapılırken, müsnedlerde, hadislerin konuları dikkate alınmamış, fakat kitaba alınacak hadisler ya onları rivayet eden sahabî veya sahabîden sonraki râvilerden birinin ismi altında biraraya getirilmiştir. Meselâ; Ebû Hureyre'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği hadisler, konuları dikkate alınmaksızın, Ebû Hureyre ismi altında biraraya getirilerek bir kitap içinde çeşitli sahabîlerin hadislerinden oluşan bir mecmua te'lif edilmiştir. Müsned'in kelime anlamı "isnad edilmiş" demektir.

İşte İbn Hanbel'in Müsned'i de, diğer müsnedler gibi sahabe adlarına göre tasnif edilmiş, ve her sahabenin rivâyet ettiği hadis, konusu ne olursa olsun kendi ismi altında toplanmıştır. Ebû Bekir es-Sıddîk'ın müsnediyle başlayan eserde sırasıyla Hulefâ-i Râşidîn ve diğer sahabelerin müsnedleri bunu izlemiştir.

Ahmed b. Hanbel, Müsned'ini topladığı 700 binin üzerindeki hadisler arasında seçtikleriyle meydana getirmiştir. Müsned'de tekrarlarıyla birlik te 40 bin, tekrarlar dışında yaklaşık 30 bin kadar hadis yer alır (el-Medînî, Hasâisu'l-Milsned (Ahmed Muhammed Şakir tarafından Müsned mukaddimesinde nakledilmiştir), I, 23; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-Râvî, Mısır 1379, s. 101). Müsned'in bütün sahih hadisleri içine aldığı söylenemez. Hatta Sahîhayn'da hadisleri bulunan 200 kadar sahabenin Müsned'te yer almadığı ileri sürülmüştür (es-Süyûlî, a.g.e., s. 101). Müsned, Ahmed b. Hanbel'in hayatında iki oğlu Salih ve Abdullah ile, kardeşinin oğlu Hanbel tarafından Ahmed'ten işitilmiş ve rivayet edilmiştir. Ancak asıl nüshaya Abdullah'ın başkalarından işittiği bazı hadislerle, nüshayı Abdullah'tan rivayet eden Ebû Bekir el-Kati'î'nin bazı hadisleri de ilâve edilmiştir. Ancak bunların sayısı bütünü etkilemeyecek kadar azdır (el Medînî, a.g.e., I, 21; es-Suyûtî, a.g.e., s. 101). Sonuç olarak İbn Hanbel'in Müsned'i müslümanlar arasında büyük itibar görmüştür. O'nun kaleme aldığı Kitabü'l-İlel ve Ma'rifeti'r-Ricâl incelendiğinde, hadisleri ve râvîlerini tanımada geniş bilgiye sahip olduğu anlaşılır.

Hanbelî Mezhebinin Yayılması:

Ahmed b. Hanbel usûl ve fetvâlarını yazmaktan kaçınmıştır. Hatta o, fıkhının yazılmasını menetmiştir. Bunun sebebi, İslâm'ın asıl ana kaynağını teşkil eden Kitap ve Sünnetle meşgul olmayı ön plâna çıkarmaktır. O, bu düşüncesini şöyle ifade eder: "el-Evzâî'nin re'yi, Mâlik'in re'yi, Ebû Hanîfe'nin re'yi... bunlar hepsi re'y'dir ve bana göre aynıdır. Huccet ve delil olma sıfatı yalnız "âsâr'a aittir" (İbn Abdilberr, Câmiu'l-Beyâni'l-İlm, Mısır 1346, II,149). Delilini incelemeden hiçbir müctehidin söz ve re'yine uyulmaz. Delili incelendikten sonra uyulunca buna taklid değil "ittiba" denir. Burada artık müctehidin söz ve re'yi ile değil, onun dayandığı delil ile amel edilmiş olur. İbn Hanbel bu görüşünü şu ifadeleriyle biraz daha aççıklar: "Ne beni, ne Mâlik'i, ne Sevrî'yi ve ne de el-Evzâî'yi taklit et, hüküm ve bilgiyi onların aldığı kaynaklardan al. Dinini hiçbir müctehide ısmarlama, Hz Peygamber ve ashabından geleni al, sonra tabiîler gelir ki kişi onlar hakkında muhayyerdir" (Ibnü'l Kayyim, İ'lâm, Mısır 1955, II, 178,181, 182).

Daha önce hanefi fıkhı İmam Muhammed'in kaleme aldığı ve Ebû Hanîfe (ö.150/767), İmam Muhammed (ö. 189l805) ile Ebû Yûsuf'un (ö. 182/798) görüşlerini içine alan râhiru'r-rivâye ve nevâdir kitapları yoluyla nakledilmiş, İmam Şâfıî de (ö. 204/819) kendi fıkhını bizzat yazmıştı. Ahmed b. Hanbel'e ait bazı fıkıh meselelerin yazılı metinleri nakledilmişse de bunlar, kendisi için tuttuğu notlardır. Hanbelî fıkhı, ahmed b. Hanbel'in talebeleri aracılığı ile nakmedilmiştir. Bunların başında oğlu Salih (ö. 266/879) gelir. O, babasının fıkhını, yazdığı mektuplarla yaymış, kadılık yaptığı yerlerde bizzat pratikte uygulamıştır. Diğer oğlu Abdullah da (ö. 290/903) el-Müsned'i ve babasının fıkhını gelecek nesillere nakletmiştir. Ahmed b. Hanbel'in yanında uzun yıllar kalan ve onun fıkhını nakleden öğrencileri; Ahmed b. Muhammed el-esrem (ö. 273/886), Abdülmelik b. Abdillah b. Mihran (ö. 274/887), Ahmed b. Muhammed b. el-Haccâc (ö. 275/888) başta gelenleridir. Bu öğrencilerden sonra Ebû bekir el-Hallâl (ö. 311/923) Ahmed b. Hanbel'in ilimlerini toplamak için bütün gücüyle çalışmış, bu amaçla seyahatlere çıkmış ve birçok kitap telif etmiştir (Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhî Mezhepler Tarihi, Terc. Abdulkadir Şener, İstanbul 1976, s. 499, 500).

Ahmed b. Hanbel, selefin metodunu benimseyen bir fakih sayılır. Bu yüzden tercih yapmaktan sakınır, aynı konuda birden çok sahabe veya tabiî görüşünü terketmeyi gerektiren bir nass bulunmazsa, her iki veya daha çok görüşü mezhebinde ayrı ayrı kabul ederdi. Meseleyi soran kimsenin içinde bulunduğu özel durumu dikkate alarak fetvâ verirdi.

Hanbeliler ictihad kapısının kapanmadığını ve her asırda, mutlak bir müctehidin bulunmasını farz-ı kîfa ye olduğunu söylerler. Çünkü toplumda karşılaşılan yeni olaylar bunu gerekli kılar. Bu, mezhebin Kitap ve Sünnetin üzerine çıkmaması için de gereklidir.

Hanbelî mezhebinin fakihleri çok güçlü olduğu halde, istenilen ölçüde yayılmamıştır. Halktan bu mezhebe bağlı olanlar azınlıkta kalmışlardır. Hatta hiçbir İslâm ülkesinde çoğunluğu teşkil edememişlerdir. Ancak Necid ile Saud (ö. 795/1393) ailesi Hicaz bölgesine hâkim olduktan sonra Arabistan yarımadasında Hanbelî mezhebi oldukça güçlenmiştir.

Bu mezhebin fazla yayılmamasının sebepleri şunlardır: Hanbelî mezhebi teşekküt etmezden önce Irak'ta Hanef, Mısır'da Şâfıî ve Mâlikî, Endülüs ve Mağrib'te yine Mâlikî mezhebi hâkim durumda idi. Diğer yandan Hanbelîler önceleri, başkalarına karşı delilden çok sert hareketlere başvuruyorlardı. Güçleri arttıkça, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma için insanlara baskı yapıyorlardı. Hanbelîlerin bu gibi davranışları yüzünden insanlar bu mezhepten ürkmüşlerdir. Bu sebeple Hanbelî mezhebi fazla taraftar bulamamıştır (Ebû Zehra, a.g.e; s. 505, 506).

4. İslâm Düşüncesindeki Yorumları Birleştiren Unsurlar

4.1. Tevhit

Birlik, birlemek.

Allah'ın varlığını, birliğini, tüm yetkin nitelikleri kendisinde toplandığını, eşi ve benzeri bulunmadığını bilmek ve buna inanmak. Bu bilgi ve inanç en özlü biçimde "Lâ İlâhe İllallah' (Allah'tan başka ilah yoktur) cümlesiyle ifade edilir. Bu nedenle bu cümleye tevhid kelimesi (kelime-i tevhid) denir. Tevhid kelimesini söyleyen ve buna inanan kişi mümin ve muvahhid adını alır. Tevhid konularını inceleyen ilme ve tevhid ilmi (ilm-i tevhid) adı verilir.

Tevhid kelimesi Kur'an'da geçmez. Buna karşılık tevhid inancı çeşitli yönleriyle sayısız ayette dile getirilir.

Özellikle Mekke'de inen ayetler, tam olarak kavranması amacıyla tevhid inancı üzerinde yoğunlaşır. Usulü'd-din denilen, dinin üç temel ilkesinden ilkini oluşturan tevhid inancı İslam bilginleri, kelamcılar ve mutasavvıflar tarafından derinlemesine incelenerek çeşitli yorumlara tabi tutulmuştur.

Kur'an, tevhid inancını Allah'ın zatı, tekliği, sıfatları, evren ve insanla ilişkileri açılarından çeşitli boyutlarıyla ortaya koyar. Bütün bunlar şöyle özetlenebilir.

Allah birdir, O'ndan başka ilâh yoktur. O hiçbir şeye muhtaç değildir; her şey O'na muhtaçtır. O'na benzer bir şey yoktur. O, bir ortağı olmaktan münezzehtir. Eğer O'nun yanısıra başka tanrılar olmuş olsaydı, onlardan kimileri diğerleri üzerinde egemenlik kurmak isterlerdi. O birdir, ama Hristiyanların sandığı gibi üç içinde bir değildir. O'na oğulları, kızları isnad edenler, İsa (a.s)'in O'nun oğlu ya da kendisi olduğunu söyleyenler Allah'a iftira etmiş olurlar. O'nun ne oğulları, ne de kızları vardır. O, doğurulmamıştır, doğurmamıştır. Ancak kafirler, hiçbir şey yaratmayan ve kendisi için yaratılmış olan şeyleri O'na ortak koşarlar. O sözde tanrılar ki, ne kötülük, ne de iyilik yapmaya güç yetirebilir; ne ölümü, ne hayatı, ne de yeniden dirilmeyi kontrol edebilirler. Bu nedenle, Allah'la ilişkili olabilecek bir tanrı yoktur. İnsanların uydurduğu tanrılar, zanna dayalı isimlerden ve onların nefislerinin hevasından başka bir şey değildir.

Allah, mutlak güç sahibidir. Her şeyin dönüşü, O'nadır. O, yaratıcıdır, yaratma sürecini başlatan ve dilediği gibi yaratandır. Başlangıçta gökleri ve yeri yarattı, onları duman ya da nebülöz halindeki bir cevher gibi bir araya getirdi ve daha sonra birbirinden ayırdı. Gökler ve yer, üzerindeki tüm varlıklarla birlikte O'nun emri kesindir, kimse onu değiştiremez. Yarattığı güneş, ay ve yaldızların tümü O'nun kanunlarıyla ve O'nun buyruğuyla hareket ederler. Gökte ve yerde bulunan her yaratık O'nun emirlerine gönüllü olarak boyun eğer. O, her şeyi yaratan, vareden ve onlara şekil verendir.

Allah âlemlerin rabbidir, gizlilerin de rabbidir. O'nun gücü her şeye yeter; göklerin ve yerin tüm güçleri O'na aittir. O, kerim olan Arş'ın, yüce Arş'ın rabbidir. Tüm yükselme derecelerinin sahibidir. Bir beşik gibi arzı uzatır, gökte, uygun ölçülerde su indirir. O, bütün varlıkları çiftler halinde yarattı. Gökkubbeye düzen ve mükemmellik verdi. Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin hakimiyeti Allah'ındır. Doğu ve batı O'nundur. Ne yana dönerseniz dönün, O oradadır. Çünkü her şeyi kuşatmıştır. Kürsüsü gökleri ve yeri kaplar. Yarattıklarını koruyup gözetir ve bunda hiçbir güçlükle karşılaşmaz. O, azizdir, hikmet sahibidir.

Allah yalnız yaratıcı değil, aynı zamanda rahimdir, rızk verendir, koruyandır, yardımcıdır, hidayet verendir ve tüm yaratıkların darda kalmışlarına yardım ulaştırandır. Allah dünyayı oyun ve eğlence olsun diye yaratmamıştır. Dünya, belirlenmiş bir süreye göre, bir amaçla ve bir plan doğrultusunda yaratılmıştır. O kanunlar çıkarır, rehberlik eder, her şeyi bir ölçü ve takdire göre düzenler, yaratır, yol gösterir. O, her şeyi bilendir. Her şeyi görendir.

Allah, hüküm verenlerin en iyisidir. Hiç kimseye asla zulmetmez. İnsana adaletsiz davranan O değil, kendi nefsine zulmeden insandır. Hüküm gününde adalet tartıları kurulacak, en küçük bir amel bile hesaplanacaktır. O çabuk ceza verendir ve acı azapla cezalandırır. İnsanlara adil olmalarını buyurur ve adil olanları sever. Günahtan sakınıp sevap işleyenlere büyük ödüller verir. İnsanların iyi amelleri, en güzel şekilde ödüllendirilmek için yazılır. Allah, tüm iyilikleri kendisinde toplamıştır, tüm iyiliklerin kaynağıdır. Her türlü kötülükten de uzaktır.

Allah, insanın ruhunu, hiçbir şey değilken var etti, bu tek nefisten tüm insanlığı yarattı. İlk insanla eşini yaratıp ikisinden birçok erkek ve kadınlar üremesini sağladı. İnsana kulak, göz akıl ve duygu verdi; yeryüzünde Allah'ın halifesi olmasını takdir etti; bir gün ölmesini kararlaştırıldı; sonra, kıyamet günü dirileceği kaderine yazıldı. Bütün insanlık tek bir ailedirler. Çünkü tek bir ana-babadan gelirler. insan, yaratılmışların en üstünüdür. Çünkü Allah onu en yüce bir suretle yaratmıştır. O, Allah'ın ruhundan üflenen soluğu içine çekerek doğar. Bu nedenle insanın mükemmelliği Allah'ın boyasına boyanmaktan, ilahî isimlerin en mükemmel gerçekleşimi ve özümlenişi olmasından gelir. Allah da nurunun mükemmelleşmesinden, yani insanlarda bu sıfatların mükemmelleşmesinden başka bir şey istemez. İnsanın tek amacı, tüm ilahi nitelikleri, tüm fıtri değerleri ilerleterek kendisinde gerçekleştirmektir. Allah insanlığı kuşatmıştır ve onu yüceltir. O, insanın daima yanındadır, ona şahdamarından bile daha yakındır.

Kur'an'da ortaya konulan tevhid anlayışı, kelamcılarca çeşitli biçimlerde sistematize edilmiştir. Buna göre Allah'ın birliği yaratıcının birliği ile tapılacak varlığın (mabud) birliğini de içine alır. Yaratıcının birlenmesine (tevhid-i uluhiyet), iradı birleme (tevhid-i iradı) ve amelî birleme (tevhid-i amelî) denir. Tüm peygamberler bu tevhid anlayışına çağırılmışlardır. Hz. Muhammed de bu iki tevhidi öğretmek ve gerçekleşmesini sağlamak üzere gönderilmiştir. İlmi birleme, Allah'ta bulunması zorunlu nitelikleri kabul etmek, tenzihi zorunlu olan eksik nitelikleri de reddetmektedir. Böylece ilmi tevhid Allah'ın sıfatlarını kabul etmeyen tatil anlayışından ve Allah'ı yaratılmış varlıklara benzeme (teşbih) anlayışından kurtarır. İlm tevhid, Allah'ı bilgi ve söz düzeyinde tevhid etmektir.

İradı ya da amelî tevhid, ortağı olmayan tek Allah'a ibadeti, sevgi, ihlas, tevekkül ve bağlanmayı, yalnız O'ndan ummayı ve korkmayı, hiçbir konuda O'na eş tutmamayı gerektirir. iradı tevhid, Allah'ı niyet, irade ve amel bağlamında birlemektir. İlmî tevhidde tasdik tekzib; iradî tevhidde teşvik veya men vardır. İlmî tevhidin iki karşıtı vardır. Bunlar tatil (sıfatları iptal) ve teşbihtir (Allah'ı yaratılmış varlıklara benzetme). Amelî tevhidin de iki karşıtı vardır. Bunlar da Allah'a sevgi, bağlılık, tevekkül ve güvenden yüz çevirmek ile hu konularda başka varlıkları Allah'a ortak koşmaktır (şirk).

İlmî tevhid ile amelî tevhid birbirinin zorunlu tamamlayıcısıdır. İki tevhid birleştirilmeden İslam'ın öngördüğü tevhid anlayışı gerçekleşmez. Sözgelimi, "Allah, tek yaratıcıdır" diyen kişi "la ilahe illallah" demiş sayılmaz. Tevhid kelimesinin özü, gerçek Allah'a, tapınmaya layık olan, ortağı bulunmayan tek Allah'a kulluk, ibadettir. Bu nedenle Allah'ın her şeyin yaratıcısı, rabbi olduğunu, yaratıcılık ve rablıkta ortağı, benzeri bulunmadığını söylemek yeterli değildir. Bunu söylemenin yanısıra, O'ndan başka ibadet edilecek bir mabud olmadığını da söylemek gerekir.

Allah'ın kulların fiillerinin yaratıcısı olması, tüm evreni idare etmesi ve âlemlerin rabbi olması gibi gerçekler ilmî tevhidin konularını oluşturur. Bu gibi gerçeklere kevnî gerçekler denir. Allah'ın emrettiği şeylerin sevilmesi, haram kıldığı şeylerin sevilmemesi, O'nun sevdiğine sevgi gösterilmesi, sevmediğinden yüz çevrilmesi, din hükümlerinin O'nun tarafından teşri edilmesi gibi gerçekler de ameli tevhidin öğelerini oluşturur. Bu tür gerçeklere de dini ya da şer'i gerçekler adı verilir. Kevnî gerçeklerle yetinerek dini gerçeklere boyun eğmeyen, peygamberlere uymuş sayılmaz, muvahhid olarak kabul edilmez.

Allah'ın birliğinden sözetmek 0'nun zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir olduğunu söylemektedir. Zatının bir olduğunu söylemek, O'nun kısmının, parçasının, bölümünün olmadığını söylemektir. Çünkü birleşik olmaması Allah'ın zorunlu niteliklerindendir. Sıfatlarının bir olduğunu söylemek, eşinin, benzerinin olmadığını kabul etmektir. Çünkü yaratılmış varlıklara benzemek de, O'nun temel nitelikleri arasındadır. Fiillerinde bir olduğunu söylemek de, ortağı bulunmadığını söylemektir. Çünkü ortalık aczi gerektirir.

Mutasavvıflar da tevhidi çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır. Bunlardan en yaygın olanına göre tevhid, kusudî ve şuhudî olarak ikiye ayrılır. Kusudî tevhit, sadece Allah'ı kasd ve irade etmek; daha doğrusu, Allah'ın kasd ve irade ettiği şeyi irade etmektir. Bu tevhidde kul ile Allah'ın iradeleri aynı noktada birleşir; aynı şeyi diler ve isterler. Bu tevhid anlayışı ifadesini "la maksude illallah" cümlesinde bulunur.

Şuhudî tevhid, mutasavvıfın manevi tecrübesinden kaynaklanır. Vecde gelerek kendinden geçen mutasavvıf sadece Allah'ı görür, O'nun dışındaki varlıkları görmez. Vicdanî tevhid ya da zevki tevhid de denilen bu tevhid, "la meşhude illallah" cümlesiyle özetlenir. Şuhudî tevhidin üç mertebesi vardır. Birinci mertebede Allah, mutasavvıfa fiilleriyle tecelli eder, o da bütün fiilleri Allah'tan görür. Bu mertebeye özgü tevhid, "la faile illallah" (Allah'tan başka fail yoktur) cümlesiyle dile getirilir. ikinci mertebede Allah mutasavvıfa sıfatlarıyla tecelli eder. Bu durumda mutasavvıf varlıkları değil, sadece Allah'ı ve sıfatlarını görür. Üçüncü mertebede Allah zatıyla tecelli eder. Bu durumda mutasavvıf tüm varlıkta yalnız Allah'ı görür. Müşahedeye dayanan bu teshid, "la mevcude illallah" (Allah'tan başka varlık yoktur) cümlesiyle ifade edilir. Tevhidin bu son şekli, vahdet-i vücudcu mutasavvıfların anlayışını oluşturur.

Allah'a ibadet, belirli amellerle sınırlı değildir. Allah'a ibadet etmek, insanın her adınında, her hareketinde, her sözünde O'nun koyduğu kurallara uymak, O'nun hükümlerini yerine getirmek, resullerinin gösterdiği yoldan yürümek demektir. Yalnızca O'ndan yardım dilemek, korkmak, O'na güvenmek, dayanmak, tevekkül etmek, sığınmak, O'ndan başkasını veli edinmemek, sorunların çözümünü O'na havale etmek, O'ndan başka koruyucu, kollayıcı kabul etmemek de tevhid inancının gerektirdiği tek Allah'a ibadetin boyutlarını oluşturur.

ZATİ SIFATLARI

1-VÜCUT: Var olmak demektir.

2-KIDEM: Başlangıçsız olmaktır.

3-BEKA: Sonsuz olmak.

4-VAHDANİYET: Zat ve Sıfatlarıyla birdir.

5-MUHALEFET-ÜN LİL HAVADİS: Yarattıklarına benzemez.

6-KIYAM Bİ NEFSİHİ: Var olmak için başkasına muhtaç değildir.

SUBUTİ SIFATLAR

1-HAYAT : Canlıdır.

2-İLİM : Her şeyi bilir.

3-SEMİ' : Her şeyi işitir.

4-BASAR : Her şeyi görür.

5-İRADE : Dilemesi.

6-KELAM : Konuşması.

7-KUDRET: Her şeye gücü yetmesi.

8-TEKVİN : Her şeyi yaratır.

FİİLİ SIFATLAR

1-Öldükten sonra tekrar diriltmek.

2-Hayır ve şerri yaratmak,

3-Doğruya ulaştırmak ve sapıklığa düşürmek,

4-Nimet vermek,

5-Peygamber göndermek.

4.2. Nübüvvet

islam dininde yer alan inanç esaslarından bir diğeri de Peygamber­lere inanmaktır.

Peygamber sözlükte; "haber getiren1' anlamına gelir. Tanım olarak peygamber; Yüce Allah'ın emir ve yasaklarını, haber ve hükümlerini insanlara bildirip açıklamak üzere, insanlar arasından seçip görevlen­dirdiği elçi demektir, Kur'an'da peygamber yerine resul ve nebi keli­meleri kullanılır.

Peygamberlik, Allah tarafından verilen yüce bir görevdir. Allah'ın bir lütfudur. İnsanlar, çalışıp çabalamakla her makam ve mevkiye yük­selebilirler, fakat peygamber olamazlar. Zaten bu yol, Sevgili Peygam­berimiz Hz, Muhammed ile kapanmıştır. Anık başka bir peygamber gelmeyecektir. Bu husus Kur’ an 'da söyle belirtilir:

"Muhammed... Allah'ın resulü ve peygamberlerin sonuncu­sudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.»

Peygamberler insanlar arasından seçilip görevlendirilmiş kimseler­dir. Onlar da bizim gibi bir kuldur. "Şehadet ederim ki Muhammed Al­lah' ın kulu ve elçisidir." şeklindeki ifadeyle bunu açıkça dile getiririz. Bu sözle, onların da bizim gibi bir insan olduklarım, doğup büyüdük­lerini, yaşadıklarını ve sonra da eceli geldiğinde Allah'ın rahmetine kavuştuklarını kabul etmiş oluruz. Ancak peygamberlerin diğer insan­lardan ayrıldıkları bir husus vardır, O da Allah'tan vahiy almalarıdır.

İnsanları Allah'a inanmaya ve yararlı isler yapmaya çağıran Pey­gamberler gerektiğinde, inkarcıları ikna için mucizeler de göstermiş­lerdir. Ancak İslam'da önemli olan aklım kullanıp, evrendeki uslun uyum ve işleyiş hakkında düşünmek, bunun bir yaratıcısız olmayaca­ğının bilincine varıp bir mucize olmaksızın inanmaktır.

insanlar, kendi aralarından görevlendirilen peygamberlere tabiî olarak muhtaçtır. Çünkü manevî olgunluğa ve tüm insanların yararını da koruyup gözetecek erdemli davranışlara yönetebilmek peygamber­lerin örnekliğiyle çok daha kolaydır,

insan yaşamının ahlakî ilkelere uygun bir şekilde devamı açısından peygamberlerin büyük önemi vardır. Çünkü onlar, doğrulukları güve­nilir oluşları ve ahlakî yücelikleriyle tüm insanlar için en güzel örnek­tirler.

Rasul: Kendisine Kitap ve şeriat verilmiş Peygamberlerdir.

Nebi: Kendisine Kitap ve şeriat verilmemiş,kendisinden önceki peygamberlerin kitabıyla amel eden peygamberdir.

Peygamberlere Olan İhtiyaç
Peygamberler insanlara yol gösterici olarak gönderilmiştir. İnsanların böyle yol göstericilere ihtiyacı vardır.
Çünkü: insanlar kendi akılları ile Allah'ın varlığını anlayabilirlerse de O'nun yüksek sıfatlarını kavrayamazlar. Allah'a nasıl ibadet edileceğini, Ahiret hayatını ve burada kimlere mükafat verileceğini, kimlerin ceza göreceğini, dünya ve ahiret mutluluğunun nasıl kazanılacağını bilemezler.
İşte, bu gerçekleri insanlara öğretmek, dünya ve ahirette mutlu olmanın yollarını göstermek için Yüce Allah Peygamberlerini görevlendirmiştir.

Peygamberlerin Özellikleri
Peygamberler, her türlü ahlak güzelliğine sahip örnek insanlardır. Onlarda bulunması gereken bazı özellikler şunlardır:
1– Sıdk: Doğruluk demektir. Peygamberler son derece doğru insanlardır. Asla yalan söylemezler. Oldu dedikleri
olmuştur, olacak dedikleri zamanı gelince mutlaka olacaktır.
2– Emanet: Güvenilir olmak demektir. Peygamberler her hususta güvenilir kimselerdir, emanete asla hıyanet etmezler.
3– Fetanet: Akıllı ve uyanık olmak demektir. Peygamberler akıllı, uyanık ve yüksek zeka sahibidirler.
4– İsmet: Günah işlememek demektir. Peygamberler gizli ve açık hiçbir şekilde günah işlemezler.
5– Tebliğ: Bildirmek demektir. Peygamberler Allah'tan aldıkları dinî hükümleri olduğu gibi hiçbir değişiklik olmadan insanlara bildirmişlerdir.

Kur'an-ı Kerim'de Adları Geçen Peygamberler
İlk peygamber Hz.Adem (a.s.), son peygamber bizim peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir. Bu ikisinin arasında birçok peygamber gelmiştir. Peygamberlerden yirmi beş tanesinin ismi Kur'an-ı Kerim'de geçmektedir. Ancak peygamberlerin sayısı çok daha fazladır. Biz, Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen peygamberler ile birlikte sayılarını ancak
Allah'ın bildiği diğer peygamberlere de hiçbir ayırım yapmadan inanırız.

KUR'ANDA ADI GEÇEN PEYGAMBERLER

Hz.Adem

(AS)

Hz.İsmail

(AS)

Hz.Eyyüp

(AS)

Hz.Yahya

(AS)

Hz.İdris

(AS)

Hz.Yakup

(AS)

Hz.Yunus

(AS)

Hz.İlyas

(AS)

Hz.Salih

(AS)

Hz.Yusuf

(AS)

Hz.Lut

(AS)

Hz.İsa

(AS)

Hz.Hud

(AS)

Hz.Musa

(AS)

Hz.Elyesa

(AS)

Hz.Muhammed

(AS)

Hz.İbrahim

(AS)

Hz.Harun

(AS)

Hz.Zekeriya

(AS)

Hz.Zülkarneyn

(AS)

Hz.Nuh

(AS)

Hz.Davud

(AS)

Hz.Şuayb

(AS)

Hz.Lokman

(AS)

Hz.İshak

(AS)

Hz.Süleyman

(AS)

Hz.Zül'ifl

(AS)

-Ulül Azm peygamberleri

Çığır (Çağ) açan, yenilikler getiren peygamberler demektir.

Hz.Musa

(AS)

Hz.Adem

(AS)

Hz.Davud

(AS)

Hz.Şit

(AS)

Hz.İsa

(AS)

Hz.İdris

(AS)

Hz.Muhammed

(AS)

Hz.İbrahim

(AS)

Hz. Muhammed (s.a.s)'in Son Peygamber Oluşu
Peygamberlerin en büyüğü ve sonuncusu, bizim peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir.
Allah Tea'la şöyle buyuruyor: "O, Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur."
Onun tebliğ ettiği İslam dini, son din'dir. Allah tarafından getirdiği Kur'an-ı Kerim, bütün insanlığa seslenen Allah'ın son kitabıdır.
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in gelmesiyle peygamberlik kapısı kapanmıştır. O, yeryüzündeki bütün milletlerin peygamberidir. Bu gerçek Kur'an-ı Kerim'de şöyle bildirilmektedir:
"Ey Muhammed! De ki: Ey İnsanlar! Doğrusu ben Allah'ın hepiniz için gönderdiği Peygamberiyim."
Önceki peygamberler belirli topluluklara gönderilmişti. Onlar bir evin içini aydınlatan kandillere benziyordu. Bütün insanlığa gönderilen bizim peygamberimiz ise, dünyayı aydınlatan güneş gibidir. Güneş doğduktan sonra artık kandillere ihtiyaç kalmamıştır.

Mucize Nedir?
Mucize: Peygamberlerin, peygamber olduklarını ispat etmek için Allah'ın yardımı ile gösterdikleri olağanüstü olaylardır. Mucizeler, Peygamberliğin birer belgesidir. Peygamberlik davasına uygun olarak meydana gelir. Diğer insanlar, böyle olağanüstü olayları yapamaz, mucize gösteremez, çünkü buna güçleri yetmez.
Mucize göstermek peygamberlere mahsustur. Allah'ın izni ve kudreti ile meydana gelir.
Bütün peygamberler, peygamber olduklarının birer ilahî belgesi olarak mucize göstermişler, kendilerine inanmayanları aciz bırakarak susturmuşlardır.

Keramet Nedir?
Keramet: Allah'ın yardımı ile veli kulları tarafından meydana getirilen olağanüstü olaylardır. Böyle olağanüstü olaylar, Allah'ın veli kulları için birer keramet, tabi oldukları peygamber için birer mûcize sayılır.

Peygamberimizin Mucizeleri
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.), Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğini ispat etmek amacıyla birçok mucize göstermiştir.
Parmaklarından su akması ve bu su ile yüzlerce kişinin abdest alması, , birkaç kişiye yetecek kadar az bir yemekten binlerce kişinin doyması, İsra ve Mirac olayı gibi Peygamberimizin pek çok mucizesi vardır.
Peygamberimizin en büyük ve daimi mucizesi Kur'an-ı Kerim'dir. Ruhları okşayan, gönüllere huzur veren okunuşu, sayısız hikmetlerle dolu yüksek anlamı, insanlığın mutluluğu için getirdiği ölmez prensipler ve bütün çağlara ışık tutan ilmî gerçekleri ile Kur'an-ı Kerim eşsiz bir mucizedir.

Vahyin Geliş Şekilleri

a-Cebrail’in Kendi suretiyle getirdiği vahiy

b-Cebrail’in İnsan şekline girerek getirdiği vahiy

c-Sadık Rüyalar ile gelen vahiy

d-Bizzat Allah’tan alınan Vahiy

e-Çıngırak sesi ile gelen vahiy

f-ilham yolu ile gelen vahiy

4.3. Kur’an

İslam’ın inanç esaslarından biri de kitaplara inanmaktır. Yüce Allah'a ve meleklere inanan bir kimse ilahî kitaplara da inanmakla yü­kümlüdür

Kutsal kitabımız Kuran-ı kerim, dört ilahî kitaptan bindir. Diğerleri; Tevrat, Zebur ve İncil'dir. Bizler Müslüman olarak tüm ilahî kitaplara ve bu kitapların Allah tarafından gönderildiğine iman ederiz. '" Yüce Allah bu kitapları göndererek insana olan ilgisini göstermiş ayrıca in­sanların ilahî ilkelere uyarak olgunlaşmasını amaçlamıştır.

Kutsal kitaplar bizim için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Bu kitaplar, bize nasıl yasayacağımızı, insanlarla uyumlu geçinmenin önemini ve güzel ahlak sahibi olmanın yollarını öğretir. Kitaplar aynı zamanda nelere, nasıl inanacağımızı ve ne şekilde ibadet edeceğimizi de bildi­rir. Bu yüzden Allah'ın kitaplarında yer alan emir ve yasaklar, insanla­rın iyiliği, huzur ve mutluluğu için yazılmış birer reçete gibidir.

Kitap:Sistemli ve hacimli eserlerdir.

Suhuf:Sadece belli konuları içeren eserlerdir

KENDİNE KİTAP VE SUHUF VERİLEN PEYGAMBERLER

Tevrat

Hz.Musa

(AS)

Hz.Adem

(AS)

10 sayfa

Zebur

Hz.Davud

(AS)

Hz.Şit

(AS)

50 sayfa

İncil

Hz.İsa

(AS)

Hz.İdris

(AS)

30 sayfa

Kur'an-ı Kerim

Hz.Muhammed

(AS)

Hz.İbrahim

(AS)

10 sayfa

KUR'AN-I KERİMİN KONULARI

1-İnanç esasları

2-İbadetler

3-Dualar

4-Ceza ve mükafatlar

5-Ahiret ve evren ile ilgili konular

6-Geçmiş milletlerin hikayeleri

KUR'AN-I KERİMİN ÖZELLİKLERİ

1-Dili Arapçadır.

2-Sözü ve manasıyla mucizedir.

3-23 yılda parça parça inmiştir.

4-Peygamber zamanında yazılıp ezberlenmiştir.

5-Allah tarafından korunma sözü verilmiştir.

Kur'an-ı Kerimi diğer kitaplardan ayıran özellikler

a-Dili Arapçadır.Başka dile meal olarak aktarılır.

a-Başka dile tercüme edilebilir.

b-Sözü ve manasıyla mucizedir.

b-Sözü ve manasıyla mucize değildir.

c-23 yılda parça parça inmiştir.

c-Toplu olarak bir defada inmiştir.

d-Peygamber zamanında yazılıp ezberlenmiştir.

d-Peygamber zamanında yazılıp ezberlenmemiştir.

e-Allah tarafından korunma sözü verilmiştir.

e-Allah tarafından korunma sözü verilmemiştir.

f-Peygamberin hayatından ve ölümünden bahsetmez

f-Peygamberin hayatından ve ölümünden bahseder.

g-Bahsettiği konularda teferruata girmez

g-Bahsettiği konularda teferruata girer.

h-Kıyamete kadar insanların ihtiyacına cevap verir.

h-Asıl metinleri bozulduğundan hükümleri kalkmıştır.

Kitaplara imanın insana faydaları.

a-Allahın emir ve yasaklarını öğrenmek için,

b-Kötü davranışlar karşısında tembihle davranışların düzeltilmesinden dolayı,

c-İslamın emir ve yasaklarını , ibadetler konusunu belirttiğinden dolayı,

d-Geçmiş milletlerin başından geçen olaylardan ibret alınması için,

e-Allahın kabul edeceği duaları içerdiğinden,

f-Ahirete dair ve gelecek ile ilgili bilgiler içerdiğinden insanlara fayda sağlar.

Kur'an-ı Kerim'in Yazılması ve Mushaf Haline Getirilmesi
Kur'an ayetleri geldikçe Peygamberimiz (s.a.s.), vahiy katiplerini çağırır, ayetleri hangi surenin, neresine yazılacağını gösterirdi. Vahiy katipleri de gösterildiği gibi yazarlardı. Nazil olan ayetleri Ashab-ı Kiram okur ve birçoğu da ezberlerdi. Böylece Kur'an-ı Kerim, Peygamberimizden günümüze dek hem yazılarak, hem de ezberlenerek muhafaza edilmiştir.
Peygamberimizin sağlığında ayetler inmeye devam ettiği için Kur'an'ın yazıldığı sahifeler Mushaf haline getirilememişti. Kur'an, vahyin sona ermesiyle tamam oldu.
Peygamberimiz (s.a.s.) in vefatından sonra Halife olan Hz. Ebu Bekir, ashabın ileri gelenlerinden bir komisyon kurdu. Halife Hz.Ebu Bekir zamanında bir savaşta 70 e yakın hafızın şehit olması sonucu Hz. Ömer’in teklifiyle Kur'an ayetleri Zeyd b. Sabit başkanlığındaki bir komisyon tarafından bir araya getirildi ve tekrar yazıldı .Kur'an sahifelerinin bir araya toplanarak kitap haline getirilmiş şekline "Mushaf" denir.

Hz.Osman zamanında Arap kabileleri arasında lehçe farklılıkları sebebiyle Çıkan anlaşmazlıklar neticesinde 7 adet çoğaltılarak belli merkezlere gönderildi.

Kur'an-ı Kerim'e Karşı Görevlerimiz
1) Her Müslüman, Kur'an-ı Kerim'in Allah'ın sözü olduğunu bilmeli ve tecvit kurallarına uygun olarak Kur'an'ı yanlışsız okumalıdır.
2) Kur'an-ı Kerim'i abdestli olarak eline alıp "Eûzü-besmele" ile okumaya başlamalıdır. Kur'an'ı okurken mümkünse kıbleye karşı dönmeli ve son derece edepli, saygılı olmalı ve anlamını öğrenmeye çalışmalıdır.
3) Kur'an-ı Kerim, temiz yerlerde okunmalı; başka işlerle meşgul olup, dinlemeyen kimselerin yanında ve pis yerlerde okunmamalıdır.
4) Kur'an-ı Kerim, yüksek ve temiz yerlerde bulundurulmalı, hürmetsizlik sayılacak yerlere konulmamalıdır.
5) Kur'an'ın yap dediklerini yapmalı, yapma dediklerinden sakınmalı, Kur'an'ın ahlak ilkelerine uygun hareket etmelidir.

Kur'an Okumanın Fazileti Hakkında Peygamberimizin Mübarek Sözleri:

"Sizin en hayırlınız, Kur'an-ı öğrenen ve öğretendir."

"Kim Allah'ın kitabı Kur'an'dan bir harf okursa onun için bir sevap vardır. Her sevabın karşılığı da on kat verilecektir."

"Kim Allah'ın kitabı Kur'andan bir ayet dinlerse, ona kat-kat sevap verilir. Kim de Allah'ın kitabından bir ayet okursa kıyamet gününde kendisine nur olur."

"Kur'an okuyunuz. Çünkü o, kıyamet günü okuyanlara şefaat edecektir."

"Kim Kur'an-ı Kerim'i okur ve onunla amel ederse, kıyamet günü onun anne ve babasına öyle bir taç giydirilir ki, onun aydınlığı dünyada evlere vuran güneş ışığından daha parlaktır. Artık siz bununla amel edenin sevabını hesap edin."

4.4. Ahiret

İsrafil adlı meleğin Sur’a üflemesiyle başlayıp mahşerde toplanma, hesap, mizan, sırat, cehennem ve cennet safhalarıyla sonsuza kadar devam edecek olan hayata denir.

Ahiret Günü Ne Demektir
İmanın şartlarından beşincisi "Ahiret Gününe İnanmaktır." İnsanların ve diğer canlıların bir sonu olduğu gibi, üzerinde yaşadığımız dünyanın ve bütün evrenin de bir gün sonu gelecektir. Allah'ın takdir ettiği zaman gelince görevli melek İsrafil, "Sûr" denilen bir şeye üfürecek ve bundan çıkacak çok müthiş bir sesin tesiri ile (Allah'ın diledikleri dışında) bütün canlılar ölecek, yer ve göklerin düzeni bozularak kainat yeni bir şekil alacaktır.
Kıyamet denilen bu olaydan bir süre geçtikten sonra Allah'ın emriyle İsrafil, Sûr'a ikinci defa üfürecek ve bütün canlılar yeniden dirilerek "Mahşer" denilen toplanma yerine çağrılacaktır. Burada herkes Allah'ın huzuruna çıkarılacak ve dünyada yaptıklarından sorguya çekilecektir.
İnsan, dünyada ne ekmiş ise ahirette onu biçecek, İlahî adalet yerini bulacak ve hiç kimse haksızlığa uğratılmayacaktır.

Ahiretle ilgili terimler.

Mahşer : Bütün insanların öldükten sonra tekrar dirilerek hesap vermek için toplanmalarına denir.

Amel defteri : Sevap ve günahların yazıldığı defter.

Mizan : Sevap ve günahların tartıldığı hassas terazi.

Sırat :Üstünden geçip Cennete gitmek için Cehennem üzerinde kurulacak olan çok dar köprü.

Cennet : Yüce Allah’ın müminler ve iyi kulları için hazırlamış olduğu mükafat yeri.

Cehennem : Yüce Allah’ın kafirler ve günahkarlar için hazırlamış olduğu ceza yeri.

A’raf : Cennetle cehennem arasında yüksek bir alandır ki sevapları ve günahları eşit olanlar Allah’ın dilediği bir zamana kadar burada kalacaklar, daha sonra Allah’ın affına nail olarak cennete gireceklerdir.

Ahiret gününe inanmanın faydaları.

1-İnsanın mutlu ve huzurlu olmasını sağlar.

2-İnsanın kötülük yapmasını önler.

3-Haksızlığa uğrayan insanların teselli bulmalarını, toplumda kötülerin azalmasını, iyilerin çoğalmasını sağlar.

Ölüm
Her insanın dünyada yaşayacağı belirli bir süre vardır. Bu süre bitince insan ölür. İnsan, beden ve rûhun birleşmesinden meydana gelen bir varlıktır. Bedenimize canlılık ve hareket veren ruhtur. Allah'ın takdir ettiği zaman gelince ruh bedenden ayrılır. Ruhun bedenden ayrılması olayına "ölüm" denir. Ölüm, her insan için takdir edilmiştir. Bundan kurtuluş yoktur.
Bu gerçek Kur'an-ı Kerim'de şöyle bildiriliyor: "Her canlı ölümü tadacaktır."
"Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde bulunsanız bile, ölüm size yetişecektir."
Ölüm, yok olmak demek değildir. Geçici olan dünya hayatından sonsuz olan ahiret hayatına geçiştir. Allah'a karşı görevini yapanlar için ölüm, daha yüksek hayata kavuşmak için açılan bir kapıdır.

Kabir
İnsanın ölümünden, kıyamet günü yeniden dirilmesine kadar geçecek olan zamana "kabir hayatı"; bu zaman içinde bulunacağı yere de "kabir" denir. İnsan ölünce bedeni çürür, toprağa karışır, fakat bedenden ayrılan rûhu ölmez. İnsan kabire konulunca Münker ve Nekir adındaki melekler tarafından sorguya çekilir. Sorulara doğru cevap verenler için kabir, bir istirahat yeri; cevap veremeyenler için ise azap yeri olacaktır.
Peygamberimiz (s.a.s.) Efendimiz kabrin durumunu şöyle açıklıyor: "Kabir (kişinin dünyadaki iş ve davranışlarına göre) ya cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur."

Kıyamet
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Allah'ın takdir ettiği zaman gelince, dört büyük melekten biri olan İsrafil'in "Sûr" denilen bir şeye üfürmesi ile çok korkunç bir ses meydana gelecek, bu sesin etkisi ile bütün canlılar ölecek, kainatta önemli değişiklikler olacaktır.
Kainatın bugünkü düzeni bozulacak, yer ve gökler başka şekil alacaktır.
İşte bu büyük olaya "kıyamet" denilmektedir. Kıyametin ne zaman kopacağını yalnız Allah bilir.

Hesap, Mükafat, Ceza, Cennet, Cehennem
Yapılan iyiliğe verilen karşılık "mükafat"; işlenen kötülüğün karşılığı da "ceza"dır.
İnsanlar bu dünyaya imtihan edilmek üzere gönderilmiş, yapmakla yükümlü oldukları görevler kendilerine bildirilmiştir.
Allah'ın emirlerini yerine getiren, yasak ettiği şeylerden sakınan ve insanlara iyilik yapanlar imtihanı kazanmış olacak ve karşılığında kendilerine büyük mükafat verilecektir. Herkes dünyada yaptığının karşılığını ahirette eksiksiz olarak görecektir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Kıyamet günü doğru teraziler kurarız: hiç bir kimse, hiç bir haksızlığa uğratılmaz."

Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür."
Cennet mü'minler için hazırlanmış mükafat yeridir.
Cennette, bu dünyada gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiç bir insanın hayalinden geçmeyen nimetler vardır.
Cennet, insanın kalbinden geçen ve hoşuna giden her şeyi devamlı olarak bulacağı eşsiz güzelliklerle dolu bir yerdir.
Orada her şey insanın gönlüne göredir, neyi arzu ederse anında yanında hazır olacaktır.
Cennette, hastalık, korku ve üzüntü yoktur. Orada insan hep genç yaşta kalacak, ihtiyarlamayacaktır. Cennette hayat sonsuzdur. Ölüm yoktur. Oraya giren bir daha çıkmayacak, zevk ve safa içinde sonsuza kadar devam edecektir.
Kur'an-ı Kerim'de bu konuda şöyle buyruluyor:
"İman edip iyi, yararlı işler yapan kimseler cennetlik olanlardır; onlar orada ebedî kalacaklardır."
"Orada onlar için diledikleri her şey var ve yanımızda fazlası da var."
Allah'a karşı görevlerini yapmayan, haramlardan sakınmayan ve insanlara kötülük edenler bu davranışlarının karşılığı olarak cehennemde cezalandırılacaktır.
Cehennem, iman etmeyenler ile inandığı halde günah işleyenlerin ahirette ateşle cezalandırılacakları yerdir.
İnandığı halde, Allah'ın emirlerine uygun hareket etmeyen, dini görevlerini yerine getirmeyenler, belirli bir süre cehennemde kalıp cezalarını çektikten sonra çıkacak ve cennete gireceklerdir. Kafirler ve münafıklar ise ebedî olarak cehennemde kalacaklardır.
Kur'an-ı Kerim'de kafir ve münafıkların durumu şöyle bildiriliyor:
"İnkar eden kimseler ve ayetlerimizi yalan sayanlar cehennemlik olanlardır. Onlar orada temelli kalacaklardır."
"Doğrusu münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Onlara yardımcı bulamayacaksın."

Ahiret Gününe İnanmanın Faydaları
Ahiret gününe inanmak insana sorumluluk duygusu kazandırır. Sorumluluk duygusu taşıyan bir insan davranışlarına dikkat eder.
Ahirete inanmak demek; öldükten sonra tekrar dirileceğimize ve dünyada yaptığımız işlerden Allah'ın huzurunda hesap vereceğimize, iyilik yapanların mükafat göreceklerine, kötülük işleyenlerin cezalandırılacaklarına inanmak demektir. Bu inanç insanı kötülük yapmaktan sakındırır, iyiliğe ve doğruluğa yönelterek ahlak ve fazilet sahibi yapar. Bu inanca sahip insanlardan meydana gelen bir toplumda hiç kimse başkasına zarar vermez, herkes birbirinin hakkına saygı gösterir, elinden geldiğince iyilik yapar. Bu davranışlar kişiler arasında karşılıklı olarak sevgi ve güven duygularını geliştirir.
Ahirete inancı olmayanlar, ölüm anında gerçekleri görecek ve Allah'ın emirlerini yapmak için dünya hayatına geri dönmek isteyeceklerdir. Ancak iş işten geçmiş olduğu için bu istek kabul edilmeyecektir. Bu durum Kur'an-ı Kerim'de şöyle haber veriliyor:
"Onlardan birine ölüm gelince: Rabbim! Beni geri çevir. Belki yapmadan bıraktığımı tamamlar, iyi iş işlerim, der."
Ahiret gününe inanmak insanı teselli eder, üzüntüsünü azaltır.
Şöyle ki:
Dünyada nice iyi insanlar, iyiliklerinin karşılığını görmeden; haksızlığa uğrayanlar hakkını almadan; nice zalimler de cezasını çekmeden ölüp gitmektedirler. Haklı ile haksızın, iyi ile kötünün ayrılacağı ve herkesin yaptığının tam olarak karşılığını bulacağı gün, ahiret günüdür.
Ahiret gününde ilahi adalet yerini bulacak; iyilik yapanlara iyiliklerinin müfkafatı bol bol verilecek; haksızlığa uğrayanlar eksiksiz olarak haklarını alacak; zalimlerin yaptığı yanında kalmayacak, hak ettikleri cezayı bulacaklardır. İşte bu inanç, insana huzur verir, üzüntülerini azaltır.
Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"Kıyamet gününde insan dört şeyden sorguya çekilmedikçe Allah'ın huzurundan ayrılamaz:
– Ömrünü nerede geçirdiğinden,
– Vücudunu nerede yıprattığından,
– Malını nereden kazanıp nereye harcadığından,
– Bildiği ile ne amel ettiğinden"
Yeniden diriliş ile başlayan ve sonsuza kadar devam edecek olan zamana "Ahiret Günü" denir. İşte, bütün insanların öldükten sonra yeniden dirilmesine ve ondan sonra devam edecek olan sonsuz hayata inanmak, imanın en önemli esaslarından biridir.

AHİRET HAYATININ DEVRELERİ

1-

Ölüm

7-

Hesaba çekiliş

2-

I.Sura üfleniş,Herşeyin yokoluşu

8-

Şefeat

3-

II.Sura üfleniş,tekrar diriliş

9-

Sırat

4-

Mahşer yerinde toplanma

10-

Cennet

5-

Amel defterlerinin verilmesi

11-

Cehennem

6-

Mizan-Amellerin ölçülmesi

12-

Allahın Cennette görülmesi

KIYAMETİN ALAMETLERİ

Büyük Alametler

1-

Doğuda,Batıda.Arabistan da 3 yerin batması

2-

Güneşin Batıdan doğması

3-

Hz.İsanın Gökten inmesi

4-

Yecüc ve Mecüc'ün çıkması

5-

Deccalin çıkması

6-

Debbet'ül arz'ın çıkması

Küçük Alametler

1-

Hz.Muhammed'in son Peygamber olması

5-

Büyük günahların çokça işlenmesi

2-

İlmin kalkıp yerine cahilliğin geçmesi

6-

Dünya malına tamahın artması

3-

Yüksek binaların yapılması

7-

Kadının erkeğe,erkeğin kadına benzemeye çalışması

4-

Yeteneksiz kişilerin önemli mevkilere gelmesi

AHİRETE İMANIN TOPLUMA VE FERDE FAYDASI

Ahirete iman ; Ferdi işlemeye niyet ettiği kötü fiilden hesaba çekileceğini gösterdiğinden insanı şeytana uymaktan uzaklaştırır.

Başkalarına yardım ederek sevap kazanmasına vesile olur.Böylece toplumda da huzur sağlanmış,yardımlaşma artmış olur.

ÜNİTE 5 ÖĞRENME ALANI: AHLÂK VE DEĞERLER

İSLÂM VE BARIŞ

1. Barış İçinde Yaşamak Bir İhtiyaçtır.

2. İslâm Barışa ve Birlikte Yaşamaya Önem Verir.

3. Bir İnsanın Yaşamasını Sağlamak, Bütün İnsanlara Hayat Vermek Gibidir.

4. Hz. Muhammed Bir Barış Elçisidir.

5. Zorunlu Olmadıkça Savaş Bir İnsanlık Suçudur.

Okuma Metni: Barış ve Kardeşlik (bk. s.95)

"... Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez." (Kasas Suresi, 77)

İslam savaş değil barış dinidir

İslam kelimesi, Arapça'da "barış" kelimesiyle aynı anlama gelir. İslam, Allah'ın sonsuz merhamet ve şefkatinin yeryüzünde tecelli ettiği huzur ve barış dolu bir hayatı insanlara sunmak için indirilmiş bir dindir. Kuran ayetlerinde insanları, yeryüzünde merhametin, şefkatin, hoşgörünün ve barışın yaşanabileceği model olarak İslam ahlakına çağırılmaktadır.

“Ey iman edenler, hepiniz topluca "barış ve güvenliğe (Silm'e, İslam'a) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.”(Bakara Suresi,208)

Kuran ahlakına göre bir Müslüman, Müslüman olsun veya olmasın tüm diğer insanlara karşı iyi ve adaletli davranmakla, zayıfları ve masumları korumakla ve "yeryüzünde bozgunculuğu önlemekle" sorumludur. Bozgunculuk ise, yeryüzünde insanların güvenlik, barış ve huzurunu ortadan kaldıran her türlü anarşi ve terör halidir.

“...Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur...”(Maide Suresi, 32)

Görüldüğü gibi İslam kurallarında, tek bir insanı bile öldüren bir kişi, tüm insanları öldürmüş kadar büyük bir suç işlemektedir. Bu durumda, teröristlerin işledikleri cinayet, katliam ve gündemdeki tabiriyle "intihar saldırıları"nın ne kadar büyük bir suç olduğu açıktır.

Kuran birçok ayetleriyle açıkça terörü lanetlemiştir. Tüm bunlar göstermektedir ki, masum insanlara karşı terör eylemi düzenlemek, İslam'a tamamen aykırı bir eylemdir ve hiçbir Müslüman böyle bir suç işleyemez. Tam ters, Müslümanlar bu suçları işleyen insanları durdurmakla, "yeryüzündeki bozgunculuğu" ortadan kaldırmakla ve tüm insanlara huzuru ve güveni getirmekle sorumludurlar.
Tüm dinler, sevgiyi, merhameti, barışı emreder. Terör ise dinin zıttıdır; acımasızdır, kan dökmek, öldürmek, acı çektirmek ister. Dolayısıyla bir terör eylemine fail ararken, kaynağı dindarlıkta değil, olayın kökenini olan her türlü ideolejilerin, fanatiğinde aramak gerekir.

Teröristlerin hangi ismi taşıdığı, kimliklerinde ne yazdığı önemli değildir. Bir kişi masum insanları göz kırpmadan öldürüyorsa, bu durumu dinde değil fanatizmde aramak gerekir.

. Bu nedenle, "İslam-i terör", "Yahudi terörü", "Hıristiyan terörü" son derece hatalı kavramlardır. Çünkü İslam dininde ve diğer iki ilahi dinde hiçbir şekilde teröre yer yoktur. Aksine, İslam'a göre "terör" olarak adlandırdığımız eylemler (yani masum insanlara karşı işlenen cinayetler), büyük bir suçtur ve Müslümanlar bu eylemleri engellemek, yeryüzüne barış, huzur ve adalet getirmekle sorumludurlar.

Barış ve güvenliğin kaynağı Kuran ahlakıdır

Kuran Allah'ın insanlara yol gösterici olarak indirdiği İlahi kitaptır ve Allah Kuran'da insanlara güzel ahlakı emretmektedir. Bu ahlakın temelinde ise, sevgi, hoşgörü, adalet, merhamet ve barış gibi kavramlar yer alır.

Din adı altında terör uygulayanların bir kısmı, o dini yanlış anlıyor ve yanlış uyguluyor olabilirler. O nedenle bu insanlara bakarak o din hakkında fikir edinmek yanlış olur. Bir dini tanımanın en doğru yolu, o dinin kutsal kaynağını incelemektir. İslam'ın kutsal kaynağı Kuran'dır. Kuran ahlakı, sevgi, şefkat, merhamet, tevazu, fedakarlık, hoşgörü ve barış kavramlarına dayanmaktadır. Bu ahlakı gerçek anlamda yaşayan bir Müslüman, alçakgönüllü, adaletli, güvenilir ve uyumlu bir insan olur. Etrafına sevgi, saygı, huzur ve barış verir.
İşte günümüzde de devam eden bu büyük terör belasından kurtulmak için öncelikle yapılması gereken, din adına ortaya atılan çarpık anlayışların eğitim yoluyla ortadan kaldırılması ve insanlara Allah korkusunun ve gerçek Kuran ahlakının öğretilmesidir.

Allah Bozgunculuğu Lanetlemiştir

"Allah, bozgunculuğu sevmez". (Bakara Suresi, 205)

Allah, insanlara kötülük yapmaktan sakınmalarını emretmiş; zulmü, zorbalığı, öldürmeyi, kan dökmeyi yasaklamıştır. Allah'ın bu emrine uymayanlar, ayette geçen ifadeyle "şeytanın adımlarını izleyenler" olarak nitelendirilmiş ve açıkça Allah'ın haram kıldığı ve yasakladığı bir tutum içerisine girmişlerdir.

“... Allah'ın verdiği rızıktan yiyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) yaparak karışıklık çıkarmayın.” (Bakara Suresi, 60)

Müslüman, çevresinde yaşananlara tepkisiz kalmaz ve asla "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" mantığında düşünmez. Çünkü O, Allah'a teslim olmuştur, O'nun yolundadır ve iyiliğin temsilcisidir. O halde uygulanan zulme ve teröre karşı duyarsız kalamaz İslam dini, terörün her türlüsüne karşıdır ve daha en başından yani düşünce safhasında terörü engeller. Daima insanlar arasında barış ve adaletin hüküm sürmesini emreder ve insanları fitneden, kargaşadan ve bozgunculuktan sakındırır.

Kuran'a Göre Savaşın Hükmü

Savaş, Kuran'a göre sadece zorunlu olduğunda başvurulacak ve mutlaka belirli insani ve ahlaki sınırlar içinde yürütülecek bir "istenmeyen zorunluluktur”. Bir ayette, yeryüzünde savaşları çıkaranların inkarcılar olduğu, Allah'ın ise savaşa rıza göstermediği şöyle açıklanır:

“...Onlar ne zaman savaş amacıyla bir ateş alevlendirdilerse Allah onu söndürmüştür. Yeryüzünde bozgunculuğa çalışırlar. Allah ise bozguncuları sevmez.” (Maide Suresi, 64)

İman edenler herhangi bir anlaşmazlık halinde savaşın zorunlu olduğu duruma kadar beklemeli, ancak karşı taraftan bir saldırı geldiğinde ve savaştan başka bir alternatif kalmadığında savaşa girmelidirler.

“Onlar, (savaşa) son verirlerse (siz de son verin); şüphesiz Allah, bağışlayandır esirgeyendir." (Bakara Suresi, 192)

Yani müminler önce karşı tarafın bir girişimde bulunmasını beklemekle, barışı ve uzlaşmayı tercih etmekle, ancak karşı taraftan bir saldırı geldiği durumda kendilerini savunmak amaçlı savaşmakla yükümlüdürler. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) 'in hayatına baktığımızda da, savaşın ancak zorunlu hallerde ve savunma amaçlı olarak başvurulan bir yöntem olduğunu görebiliriz.

Kısacası, Allah Müslümanlara savaş iznini, baskı ve zulüm gördükleri için vermiştir. Bir başka deyişle, izin verilen savaş, sadece savunma amaçlı bir savaştır.

“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez.” (Bakara Suresi, 190)

ÜNİTE 6 ÖĞRENME ALANI: DİN VE LAİKLİK

ATATÜRK VE CUMHURİYET DÖNEMİ DİN HİZMETLERİ

1. Diyanet İşleri Başkanlığı

1.1. Kuruluşu

1.2. Din Görevlileri

2. Dinî Yayınlar

2.1. Türkçe Tefsir ve Meâl Çalışmaları

2.2. Türkçe Hadis Kitabı Çalışması

3. Hutbelerin Türkçe Okunması

Okuma Metni: “Atatürk’ün Balıkesir Hutbesi” (bk. s.96)

ATATÜRK VE CUMHURİYET DÖNEMİ DİN HİZMETLERİ

3. Diyanet İşleri Başkanlığı

3.1. Kuruluşu

Osmanlı Devleti’nde din işleri Meşihat Makamlığı’nca Şeyhülislam eliyle yürütülürdü. 1920 yılında Ankara'da kurulan Meclis Hükümetinde Meşihat, “Şer’iye ve Evkaf Vekâleti” adıyla "Bakanlık" olarak yer almış, 1924 'e kadar da bu statü aynen devam etmiştir.

Din hizmetlerinin politikanın dışında ve üstünde tutulması gerçeğinden hareketle 3 Mart 1924 tarihinde Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılarak yerine, 429 sayılı Kanunla, Başvekâlet bütçesine dahil ve Başvekâlete bağlı Diyanet İşleri Reisliği, bugünkü adıyla Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.

Millî Mücadele yıllarında büyük hizmetler vermiş, idarî tecrübesi olan ve uzun zaman Ankara Müftülüğü görevinde bulunan Börekçizade Mehmet Rıfat Efendi, 1 Nisan 1924 tarihinde Diyanet İşleri Reisliğine getirilmiştir. En yüksek devlet memuru maaşı alan Diyanet İşleri Reisine, bakanlara verilen kırmızı plakalı bir makam aracı tahsis edilmiş ve protokoldeki yeri de bu özelliklere göre belirlenmiştir.

Diyanet İşleri Reisliğinin merkez teşkilatı, kuruluşunun ilk yıllarında Heyeti Müşavere, Memurin ve Sicil Müdüriyeti, Müessesatı Diniye Müdüriyeti, Evrak Müdüriyeti ve Levazım Müdüriyeti birimlerinden oluşturulmuştur. 1927 yılında Tetkiki Mesahif Reisliği ile Teberrukât Heyeti Reisliği birimleri kurulmuştur. 5 Temmuz 1939 tarihinde kabul edilen 3665 sayılı kanunla da Reis Muavini kadrosu ihdas edilmiştir.

14 Haziran 1935 tarihinde kabul edilerek 22 Haziran 1935 'de yürürlüğe giren 2800 Sayılı “Diyanet İşleri Reisliği Teşkilat ve Vazifeleri Hakkında Kanun”, Başkanlığın ilk teşkilat kanunu olmuştur. Bu kanunla teşkilatın yapısı, kadro oluşumu, merkez ve taşra görevlilerinin nitelikleri ve tayin usulleri gösterilmiştir. Teşkilatın görevleri ise söz konusu kanunun 2. maddesi gereğince düzenlenen ve 11 Kasım 1937 tarih ve 7647 sayılı kararname ile yürürlüğe konan “Diyanet İşleri Reisliği Teşkilatı'nın Vazifelerini Gösterir Nizamname”de belirtilmiştir.

1927 yılında oluşturulan yapıda, 1950 yılına kadar herhangi bir değişiklik yapılmamış, 20 Nisan 1950 tarihinde yürürlüğe konan 5634 sayılı Kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı günün şartlarına göre yeniden düzenlenmiştir. Kanuna göre merkez teşkilatındaki bazı birimlerin adları değiştirilmiş, mevcut yapıya 1 adet başkan yardımcılığı ilave edilmiş, hayrat hademesi ve yayın müdürlükleri olmak üzere 2 yeni müdürlük kurulmuştur. Ayrıca ilk defa "Gezici Vaizlik" ihdas edilerek bütün vaizler maaşlı kadroya geçirilmiştir. 1951 yılında ise ilk defa Yayın Müdürlüğüne bağlı Dini Yayınlar Döner Sermaye Saymanlığı kurulmuştur.

1961 Anayasası; 154. Maddesiyle Diyanet İşleri Başkanlığı'nı bir Anayasa kurumu olarak düzenlemiş, genel idare içinde yer vermiş ve bu kurumun, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirmesini öngörmüştür.

1961 Anayasasının öngördüğü doğrultuda 22.06.1965 tarih ve 633 sayılı "Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun" ile Başkanlık yeni bir düzenlemeye kavuşturulmuştur. Diyanet İşleri Başkanlığı Merkez Teşkilatına bugünkü organik yapısını kazandıran ve Diyanetin tarihi gelişimi içerisinde yeni bir dönemi başlatan da bu kanun olmuştur.

30.04.1979 tarihinde yürürlüğe giren 26.04.1976 tarih ve 1982 sayılı Kanunla, 633 Sayılı "Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun"da geniş çapta değişiklik yapılmış ve Diyanet İşleri Başkanlığının yurtdışında da teşkilatlanması sağlanmıştır. Ancak 1982 sayılı Kanun, Anayasa Mahkemesi'nin 18.02.1979 tarih ve E.1979/25,K.1979/46 sayılı kararı ile iptal edilmiştir. Bu iptal sonucu, 633 sayılı Kanunun 1982 sayılı Kanunla değiştirilen maddeleri yürürlükten kalkmıştır. Ayrıca, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ile çeşitli kanun ve kanun hükmünde kararnameler, 633 sayılı Kanunun bazı maddelerini hükümsüz kılmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilat kanununun yürürlükte kalan maddeleri ise, gerek Başkanlığın bugünkü teşkilat yapısına ve gerekse yürüttüğü hizmetlere cevap veremez durumdadır.

1961 Anayasasında Diyanet İşleri Başkanlığının genel idare içinde yer alarak özel kanununda gösterilen görevleri yerine getireceği ifade edilirken, 1982 Anayasasında ise Başkanlığın görevlerini yerine getirirken uyması gereken kıstaslar da belirtilmiştir.

3.2. Din Görevlileri

Anayasamızın 136. maddesinde; “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.” hükmü yer almaktadır.

633 sayılı “Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun”un 1. maddesi ise, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevlerini, “İslâm Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” olarak belirlemiştir.

Diyanet İşleri Başkanlığı olarak, Anayasa ve ilgili kanunla uhdemize verilen bu hizmetleri sunarken;

1. Hizmet ve faaliyetleri ilgili mevzuat doğrultusunda yürütmek,

2. Devletimize, milletimize, dinimize ve Başkanlığımıza zarar verecek her türlü söz, yazı ve eylemden sakınmak,

3. Ülkemizde ve dünyadaki siyasî görüş, düşünce ve faaliyetler karşısında tarafsız ve hepsine eşit mesafede olmak,

4. Farklılıkları ülkemizin bir zenginliği olarak kabul edip, toplumun bütününü kucaklayıcı, uzlaştırıcı ve bütünleştirici olmak,

5. Toplumsal istikrarı ve huzuru, dinî bütünlüğü, millî birlik ve beraberliği koruyucu ve pekiştirici, din, vatan ve millet sevgisini artırıcı yönde hizmet ve faaliyet yürütmek, zararlı, bölücü ve yıkıcı cereyanların olumsuz faaliyetleri karşısında uyarıcılık yapmak,

6. Milletimizi maddî ve manevî yönden zaafa uğratarak toplum düzenini bozan kötü ve zararlı alışkanlıklar ve gayr-i ahlakî davranışlardan uzaklaştırmak için aydınlatıcı ve yol gösterici mahiyette rehberlikte bulunmak,

7. Hizmetlerimize muhatap olan kitlenin geleneklerini, hassasiyetlerini ve beklentilerini bilen, anlayan ve değerlendiren bir tavır izlemek,

8. Çağımızdaki teknolojik gelişmeler ve iletişim imkânlarından, tarihî tecrübe ve birikimlerimizden yararlanarak bilgiye dayalı, ibadet, ahlâk ve eğitim eksenli din hizmeti sunmak,

9. Ülkemizdeki mevcut 23 İlahiyat Fakültesi ve çağdaş dünyada üretilen bilgileri hizmete dönüştürmek,

10. Dinî hükümleri; ilmî bir anlayış içinde dinin özüne uygun ve günümüz ihtiyaçlarını da dikkate alarak, bugünün insanının bilgi kodlarına uygun hale getirmek,

11. Yurtiçinde ve yurtdışında din hizmeti sunan özel ve resmî kurum ve kuruluşların faaliyetlerini izlemek, değerlendirmek, gerektiğinde işbirliği yapmak, rehberlikte bulunmak; Türk Cumhuriyetleri, Balkan Kafkas Ülkeleri Türk ve Müslüman topluluklarındaki soydaş ve dindaşlarımızın da dinî konularda aydınlatılmasına yardımcı olmak,

12. Avrupa Birliği konusunda Başkanlığı ilgilendiren faaliyetleri yürütmek, dinlerarası diyalogla ilgili dünya çapında yapılan çalışmaları takip etmek, diğer din mensuplarıyla hoşgörü çerçevesinde iyi ilişkiler geliştirmek,

13.Yürütülen hizmet ve faaliyetlerimizle ilgili kısa, orta ve uzun vadeli plan ve programlar hazırlamak, belirlenen amaç ve hedeflere uygun yöntem ve projeler geliştirmek,

14. Eğitim ve kültür seviyesi yüksek, beşerî ilişkilerde topluma öncü, muhatabını anlayan ve sorunlarına dinî çözüm yolları üreten, söz ve davranışlarıyla örnek bir hayat sergileyen din görevlilerine sahip olmak,

15. Başkanlığımız merkez, taşra ve yurtdışı teşkilatlarında açık bulunan kadrolara hizmetin özelliğine uygun nitelikte, ehliyetli elemanlar seçmek ve istihdam etmek,

16. Atama ve nakillerde, hizmetin gereğine, adâlet ve tarafsızlık ilkesine sadık kalmak,

17. Boşalan müftülük kadrolarını en kısa sürede doldurmak; her il ve ilçeye yeteri kadar vaiz, her cami için imam-hatip ve gerekli görülenler için müezzin-kayyım kadrosu sağlamak ve bu kadrolarda hizmetin gereği olan ehliyete haiz personel istihdam etmek,

18. Görevlilerimizin hizmette etkinliğini ve verimliliğini artırmak için takdir, taltif ve ödüllendirme yoluna gitmek,

19. Tahkikat ve denetimlerde, görevlilere rehberlik etmek suretiyle hizmetin etkinliğini ve verimliliğini artırmak,

20. Özlük hakları ile ilgili olarak çıkarılacak yasalarda ve yeni idarî ve hukukî düzenlemelerde, personelin lehine gerekli hak ve menfaatleri sağlamak amacıyla girişimlerde bulunmak ve sürekli takip etmek,

Temel amaç, ilke, hedef ve ana hizmet politikamızı teşkil etmektedir.

4. Dinî Yayınlar

2.1. Türkçe Tefsir ve Meâl Çalışmaları

2.2. Türkçe Hadis Kitabı Çalışması

Basılı Yayınlar

1. Kuruluşundan bugüne, Başkanlığımızca Kaynak Eserler, İlmî Eserler, Halk Kitapları, Cep Kitapları, Çocuk Kitapları, Meslekî Kitaplar, İslâm ve Türk Büyükleri, Edebî Eserler, Sanat ESerleri ve Broşürler olmak üzere toplam on kategoride, 626 eser yayınlanmıştır.

2. Dinî yayıncılık konusunda ilahiyat birikimiyle özel piyasanın tecrübelerini Başkanlığın hizmetlerine dönüştürmek amacıyla 31 Ekim 2003 tarihinde "I. Dinî Yayınlar Kongresi” yapılmıştır. Kongreye 24 özel yayıncı ve 36 akademisyen katılmıştır.

Kongre metin ve tutanakları yayımlanmıştır.

3. 05-07 Kasım 2004 tarihleri arasında yurt içinden 48, yurt dışından da 14 olmak üzere toplam 62 bilim adamı, araştırmacı, resmî-özel yayıncı ve ilgili bürokratların iştirakiyle, üç gün süren "Sesli ve Görüntülü Dinî Yayıncılık" ana başlığı altında, "II. Uluslar Arası Dinî Yayınlar Kongresi" yapılmıştır. Kongrede, Türkiye'de Sesli ve Görüntülü Dinî Yayıncılığa Genel Bakış, Dinî İçerikli Film, Drama ve Diziler, Dinî İçerikli Yayınlar (Sır Dizileri, Çizgi Film ve Radyo), Sesli ve Görüntülü Medyada İslâm ve Müslüman İmajı, 11 Eylül Sonrası Amerika, TV'de Dinî Programlar, Yurt Dışındaki Radyo ve Televizyonlarda Dinî Yayınlar ile Sesli ve Görüntülü Dinî Yayınların Geleceği konuları ala alınmıştır.

4. İslâm kültürüne dair Alevi ve Bektaşilerce yazılan ve halk klâsikleri haline gelmiş kıymetli eserlerden bir kitap seti oluşturulması çalışmaları devam etmektedir.

5. İslâm dininin inanç, ibadet ve ahlâk ilkelerini toplumumuzun geniş kesimlerine anlatmak üzere "İslam'a Giriş" adlı bir kitap seti plânlanmıştır. Bu setteki kitaplar; aydınlar, halk, gençler ve çocuklar için İslâm dininin yaratıcı, varlık, bilgi, insan, âlem, ahlâk, sanat ve estetik anlayışını ele alacaktır.

Çocuklarda dinî duyguyu pedogojik bir yöntemle oluşturmayı hedefleyen, çocuk dili ve çocuk dil dizgesini esas alacak, görsel açıdan zengin bir muhtevaya sahip "öğreniyorum" adında bir set hazırlanmaktadır. Bu sette "Dinimi Öğreniyorum", "Peygamberimi Öğreniyorum", "Kitabımı Öğreniyorum", "Dualarımı Öğreniyorum", İbadetlerimi Öğreniyorum" ve "Ahlâkımı Öğreniyorum" adlı kitaplar yer almaktadır.

Çocuk diliyle iman, ibadet ve ahlâk konularını ele alan "Dinimi Öğreniyorum" adlı eser, Almanca ve Rusça'ya çevrilmiş, ilk defa çocuklara çocuk diliyle Peygamberimizi anlatan "Peygamberimi Öğreniyorum" adlı eser de İngilizce, Almanca ve Rusça'ya çevrilmektedir.

6. Prof. Dr. Hayreddin KARAMAN, Prof. Dr. İ. Kafî DÖNMEZ, Prof. Dr. Mustafa ÇAĞRICI, Prof. Dr. Sadrettin GÜMÜŞ tarafından hazırlanan “Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsiri” adlı eser, 5 cilt halinde basılmıştır. Aynı heyetin meal çalışmaları devam etmekte olup, 2. baskısı 2005 yılında tamamlanacaktır.

7. Başkanlığımızca hazırlanan “Kur’an-ı Kerîm Meâli” ilk kez değişik boyutlarda bastırılarak hizmete sunulmuştur.

8. Diyanet Aylık, Diyanet İlmî, Diyanet Avrupa, Diyanet Çocuk Dergilerine yeni bir muhteva kazandırılmış ve Diyanet Avrupa Dergisi yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın sorunlarına tahsis edilmiştir.

9. Başkanlığın 1968’den 2004’e kadar çıkarmış olduğu bütün dergi ve gazetelerin tek CD’de toplanması çalışmaları başlatılmıştır.

10. Görme engelli vatandaşlarımız için daha önce hazırlanıp basılmış ve piyasaya çıkmış bulunan Braille Kur’an-ı Kerim’in daha kolay okunabilmesi için “Braille Kur’an Okumaya Giriş Alfabesi” yazdırılmıştır.

11. Yurtdışında yaşayan vatandaş, soydaş ve din kardeşlerimiz için 21 adet eser, 115 dil ve lehçeye çevrilerek 4.490.000 (Dört milyon dört yüz doksan) adet bastırılmıştır.

3. Hutbelerin Türkçe Okunması

Hutbe, Vaaz, Ezan

1. Toplumun dinî konularda aydınlatılmasında önemli bir yeri bulunan hutbeler, çevre şartları ve problemleri göz önünde bulundurularak hazırlanmaktadır. Ayrıca müftülüklerimize yardımcı olmak amacıyla Diyanet Aylık Dergi ekinde her ay Başkanlıkça hutbeler yayımlanmaktadır.

2. Hutbe hazırlama konusunda İlahiyat Fakülteleriyle işbirliği yapılmaya başlanılmıştır.

3. Okunan hutbelerden daha geniş halk kitlelerinin istifade edebilmesi için Ankara Kocatepe camii’nde okunan hutbeler Web sayfamızda sesli ve görüntülü olarak yayımlanmaktadır.

4. Örnek hutbe ve örnek vaaz kitapları hazırlanmıştır.

5. Dinî ve millî özel gün ve gecelerde millî birliğimizi ve dinî bütünlüğümüzü pekiştirme amacına yönelik özel hutbeler hazırlanarak bütün camilerimizde okutulmaktadır.

6. İl ve ilçelerdeki merkezî camilerde yürütülen vaaz ve irşat hizmetlerinin daha geniş kitlelere ulaştırılabilmesi amacıyla, bazı bölgelerde kablolu-kablosuz yayın, FM radyo gibi sistemlerden yararlanılmak suretiyle, Merkezi Vaaz ve Ezan Sistemi uygulanmaktadır. Ancak, mahalli şartlar dikkate alınarak, Merkezî Vaaz ve Ezan Sistemini uygulama konusundaki yetkinin mahalline bırakılması için gerekli çalışmalar başlatılmıştır.

7. Vaazlarda projeksiyon cihazının kullanılması, pilot bölgelerde başlatılmıştır.

8. Vatandaşlarımızı dinî ve millî konularda aydınlatmak amacıyla, il ve ilçe müftülükleri mahallinde özel vaaz ve irşat ekipleri oluşturmakta, bu ekipler bölgedeki camilerimizi belli bir program dâhilinde ziyaret ederek vaaz ve irşat hizmeti sunmaktadırlar. Ayrıca zaman zaman, özellikle Ramazan Ayı’nda, mübarek gün ve gecelerde, Kutlu Doğum Haftası ile Camiler ve Din Görevlileri Haftası’nda yurt çapında ve yurtdışında özel vaaz ve irşat programları uygulanmaktadır.

ÜNİTE 7 ÖĞRENME ALANI: DİN, KÜLTÜR VE MEDENİYET

İSLÂM VE ESTETİK

1. Evrendeki Ölçü ve Ahenk

2. İnsan ve Estetik

3. Kur’an ve Güzellik

4. Hz. Muhammed ve Güzellik

5. Yaşamda Güzellik

5.1. Sözde Güzellik

5.2. Davranışta Güzellik

5.3. İş ve Üründe Güzellik

6. İslâm Medeniyetinde Estetik

6.1. Mimarî

6.2. Edebiyat

6.3. Musikî

6.4. Hat, Tezhip ve Minyatür

Okuma Metni: Mimar Sinan

1. Evrendeki Ölçü ve Ahenk

Bugün bilimsel alanda yapılan tüm araştırmalar ve incelemeler, içinde yaşadığımız evrenin akla dayanan, ölçülü, hesaplı bir yapı ile kaplı olduğunu ortaya koymaktadır.

Suyun akışkanlığından, sinir sistemine kadar farkında olduğumuz ya da olmadığımız tüm ideal özellikler "evrenin rasyonellik özelliği" olarak nitelendirilir.

Evrenimizin bugünkü halini açıklayabilmek için bilim tarafından şart koşulan rasyonellik hakkında Einstein şöyle demiştir:

"Bilimsel alandaki başarılı gelişmelerin yoğun deneyimini yaşamış olan herkes, mevcudiyette açığa çıkartılan rasyonellik karşısında derin bir huşu içerisindedir… Mevcudiyette vücut bulan aklın ihtişamı." (Albert Einstein, Ideas and Opinions, Wings Book, New York, s.49)

Evren, boş yere var olmamıştır; bir amacı vardır.

Evrendeki tüm fiziksel dengeler canlı yaşamı için çok hassas bir biçimde ayarlanmıştır.

Evrendeki her ayrıntı, canlı yaşamını gözeten bir amaçla tasarlanmıştır.

Allah herşeyin Hakimi olduğunu bir ayette şöyle bildirmektedir:

"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir." (Furkan Suresi, 2)

Evrende canlı ya da cansız bütün maddeleri etkileyen değişmez kurallar vardır.

Bu değişmez kurallar, evrenin de aynı içinde barındırdığı canlılar gibi, kusursuz bir tasarımla yaratıldığını gösteren delillerdir.

Bugün daha çok fizikçilerin ilgilendiği bu ipuçları, bizlere maddi yaşama ilişkin yasalar olarak sunulur.

Kimi insanların "fizik yasaları" olarak görüp de doğal karşıladığı pek çok özellik, Allah'ın mükemmel yaratışının delillerinden başka bir şey değildir.

Evrenimizi bugün algıladığımız şekle getiren Büyük Patlama'dan sonra ortaya çıkan detaylardır.

Bilim dünyası bu detayları 'doğa sabiteleri' olarak adlandırmaktadır.

Örneğin evrendeki tüm atom ve atom altı parçacıkların sayısı, elektronun kütlesinin protonun kütlesine oranı, elektron ve protonun elektrik yükleri ya da ışığın hızı doğa sabitelerine örnek olarak verilebilir.

Bunların tam da, ilksel gazın yoğunlaşarak nebula ve yıldızlara dönüşmesine olanak verecek ve sonunda da yaşadığımız gezegeni oluşturacak değerlere sahip olduğu bilimsel bir gerçektir.

Eğer bu sabiteler çok az bile değişik olsaydı, evrendeki düzen meydana gelemezdi ve biz asla var olamazdık.

Sürtünme Kuvvetinin Önemi

Günlük hayatta, özellikle bir şeyleri iterken karşılaştığımız sürtünmeyi kimi zaman hep zorluk çıkaran bir kuvvet olarak düşünmüşüzdür.

Acaba cisimler ve yüzeyler arasında sürtünme kuvveti bulunmayan bir dünya nasıl olurdu?

Bu durumda kalem elinizden kayacak, kitaplar ve defterler masanın üzerinde duramayıp yere düşeceklerdi. Masa, döşeme üzerinde kayıp köşeye çarpacaktı, kısacası tüm cisimler aynı düzeye gelene kadar her şey kayacak ve yuvarlanacaktı.

Sürtünmesiz bir dünyada, düğümler çözülecek, çiviler ve vidalar yerlerinden çıkacak, arabalar virajlarda dönüş yapamayacak, fren tutmayacaktı, sesler asla kaybolmayacak, bir duvardan ötekine yankılanıp duracaktı…

Evrende düzeni sağlayan tüm bu fizik yasaları, evrenin de içindeki canlılar gibi tasarlanmış olduğunun kanıtlarındandır.

Gerçekte fizik yasaları, sadece Allah'ın yaratmış olduğu düzenin insanlar tarafından yapılan bir açıklamasıdır.

Evrendeki düzeni sağlayan değişmez kuralları Allah yaratmış ve O'nun hakkında düşünüp üstünlüğünü kavramamız ve verdiği nimetlere şükretmemiz için bizlerin hizmetine vermiştir.

Allah'ın yaratmasındaki üstünlük ve düzen ile ilgili daha sayısız örnek verilebilir. Kâinatın var edilmesinden bu yana her şey Allah'ın ilmiyle ve O'nun hâkimiyetinde gerçekleşmiştir.

Kuvvetlerin Dengesi

Yer çekimi kuvveti bugünkünden daha fazla olsaydı ne olurdu?

Koşmak ve hatta yürümek imkânsız hale gelirdi.

İnsanlar ve hayvanlar tüm bu hareketleri gerçekleştirmek için şimdikinden daha çok enerji sarf ederlerdi.

Bu durumda başta yeryüzündeki besin kaynakları olmak üzere enerji kaynakları hızla tükenerek yok edilirdi.

Ya çekim kuvveti daha zayıf olsaydı?

Hafif şeyler yeryüzünde sabit duramayacaktı.

Sözgelimi en ufak bir esintide yerden kalkan toz ve kum taneleri saatlerce havada uçuşacaktı.

Yağmur damlalarının hızı çok yavaşlayacak, yere inmeden yeniden buharlaşacaklardı.

Akarsuların akış hızı yavaşlayacak, bu nedenle akarsulardan elektrik enerjisi elde edilemeyecekti.

Bu özellik Newton tarafından açıklanan kütlesel çekim kanununa dayanmaktadır: Newton'un kütlesel çekim yasası cisimler birbirinden uzaklaştıkça çekim kuvvetinin azaldığını söyler.

Bu yasaya göre iki gök cismi arasındaki mesafe 3 katına çıkacak olursa, çekim kuvveti 9 kat azalacaktır. Veya uzaklık yarıya indiğinde çekim kuvveti 4 kat artacaktır.

Bu yasa Dünya'nın, Ay'ın ve gezegenlerin yörüngelerinin bugünkü düzeninde olmasını açıklar.

Eğer yasa böyle olmayıp da yıldızın çekim kuvveti uzaklık arttıkça daha da azalsaydı, gezegenlerin yörüngeleri eliptik olmazdı, gezegenler sarmal bir yörünge çizerek Güneş'e doğru inişe geçerlerdi.

Tam tersine daha az olsaydı, uzak yıldızların çekim kuvveti Güneş'inkine baskın çıkar ve Dünya Güneş'ten sürekli uzaklaşan bir yolculuğa çıkardı.

Bunun sonucunda, Dünya, ya hızla Güneş'e yaklaşıp sıcaktan kavrulur ya da Güneş'ten uzaklaşarak uzayın mutlak soğukluğuna savrulup donardı.

Protonun Yükündeki Hassas Ölçü

Evrendeki bütün protonlar 1,6 x 1019 değerinde pozitif yüke sahiptirler.

Bu, atomlardaki çeşitli protonların birbirlerini itmelerini sağlar.

Ama aradaki çekim, itmeden 100 kez daha güçlü olduğu için protonlar birbirlerinden ayrılmazlar.

Protonun kütlesi elektronunkinden 1836 kez daha fazladır. Ama buna karşın, bilinmeyen bir nedenden ötürü elektronun yükü protonunkiyle aynıdır: 1,6 x 1019.

Protonun yükü gerçekte olduğundan biraz daha az olsaydı protonlar arası çekim şu an bildiğimizden çok daha güçlü olurdu ve bunlar daha sıkı bir biçimde bir araya gelirlerdi.

Böyle bir durumda evrenimiz nasıl bir halde olurdu?

Eğer protonun yükü gerçekte olduğundan biraz daha az olsaydı, yıldızlar çekirdeklerindeki yakıtlarını hızlıca yakacak ve 100 milyon yıl içinde öleceklerdi.

Böyle bir durumda ne gezegenimizin ne de evrenin bugünkü gibi olmayacağı ve canlılıktan bahis dahi edilemeyeceği çok açıktır.

Sonsuz akıl sahibi olan Rabbimiz, bu değeri tam olması gerektiği gibi, yani 1,6 x 1019 olarak belirlemiştir.

Allah herşeyden haberdar olandır, üstün güç sahibidir.

Nötron, Kütlesinin Ne Olması Gerektiğini Bilemez!

Nötronlar 1,67 x 10-24 gram değerinde sabit bir kütleye sahiptirler.

Eğer nötronun kütlesi bugün olduğundan % 2 daha fazla olsaydı nötronlar kısa süre içinde bozunuma uğrar ve atomlar kararsız bir yapıya sahip olurdu.

Bu durumda yaşam için gerekli hiçbir element var olamaz, evrendeki tek element sadece hidrojen olurdu.

Diğer yandan, nötronun kütlesi normalde olduğundan çok daha az hafif olsaydı, bu sefer protonlar istikrarsız bir yapıya sahip olurlardı.

Bu durumda protonların kütlesi çekirdek içindeki nötronların kütlesinden daha fazla olurdu ve protonlar bozunuma uğrayarak nötronlara dönüşürlerdi.

Fizikçiler, nötronun kütlesini şimdi olduğundan binde 2 oranında az olması durumunda, bugünkü yapıda atomların var olmasının imkânsız olacağını söylemektedirler

Kısacası böyle bir durumda hayat diye bir şey de olmayacaktı.

Işık Neden Bu Kadar Hızlı?

Işığın hızı saniyede 300.000 kilometredir.

Bu, Einstein'ın ünlü E=mc2 formülünde c ile gösterdiği bir sabitedir.

Bu formülde "E", yıldızlardaki termonükleer reaksiyonlarda madde enerjiye dönüştürüldüğü zaman ortaya çıkan enerjiyi simgeler.

Eğer ışık küçük bir ölçekte şimdikinden daha hızlı olsaydı, termonükleer reaksiyonlarda, şimdikinden on binlerce kat daha fazla enerji üretilecekti.

Bu durumda da yıldızların çekirdeğindeki enerji çok daha çabuk tüketilecek ve evrenimiz milyonlarca yıl önce karanlığa gömülmüş olacaktı.

Peki ya ışık küçük bir ölçekte şimdikinden daha yavaş olsaydı?

Bu durumda evrenin başlangıçtaki genişlemesi çok daha yavaş olacak ve evren çekim gücünün etkisinden kurtulamayarak çökecekti.


Yani her iki durumda da hayatın var olması imkânsız olacaktı.

Işığın Dalga Boyundaki Ayar

Gözlerimiz, evrendeki ışınımın sadece kısa dalga boyunda olanlarını algılayarak görmemizi sağlar.

Mikroskop, teleskop gibi birçok araç, her zaman için, gözlerimize ve algılayabildiğimiz ışığın yapısına uygun olarak çalışır.

Eğer ışık farklı niteliklerde olsaydı, mikroskop ya da teleskop gibi işlevleri olan araçları geliştirmek imkânsız hale gelebilirdi.

Gözümüz, gezegenimize hayat veren Güneş tarafından yayılan ışık türünü fark edebilir şekilde tasarlanmıştır.

Çok güçlü olan görünür ışığın, nispeten kısa dalga boylarında hareket etmesi, onu bizim algılamamız için biyolojik olarak uygun kılar.

Gözlerimizin yakın kızılötesi ışınımlarını algılaması da bir işe yaramazdı.

Bu durumda hiç durmadan dikkatimiz dağılacaktı, çünkü ısı yayan her nesne o dalga boylarında ışıma yapar.

Eğer kızılötesini görebiliyor olsaydık, içinde bulunduğunuz oda baştan sona ışırdı.
Çünkü gözün kendisi de sıcak olduğu için kızılötesi ışınlar yayar.

Şüphesiz böyle bir algılama dünyayı bizim için yaşanmaz bir hale getirirdi.

Görülür ışığı oluşturan renk renk ışıklar, farklı dalga boylarına sahiptir.

Bu ışıkların dalga boyları santimetrenin milyonda 75'i ile 39'u arasında değişir.

20. yüzyılın tanınmış bilim adamlarından Isaac Asimov, ışığın dalga boylarındaki bu hassas ayarın önemini şöyle açıklar:

"Dalga boylarının kısa olması oldukça önemlidir. Işık dalgalarının düz çizgi yolu boyunca seyretmesi ve keskin gölgelere yol açmaları çevremizdeki olağan cisimlerden daha küçük oluşlarındandır. Karşılarına çıkan cisim, dalga boyundan daha büyük olmadığı takdirde, o cisimlerin çevresini dolaşıp içine alabilir. Örneğin, bakteriler bile ışığın bir dalga boyu uzunluğundan çok daha büyüktürler; böylece, ışık onları mikroskop altında keskin biçimde belirler." (Isaac Asimov, Asimov's Guide to Science, (Türkçe baskı: Asimov Bilim Rehberi, E Yayınları, 1986, s. 485)

Görünür ışığı oluşturan ışıkların dalga boyu, şimdiki gibi kısa olmasaydı, ne sahildeki bir kum tanesini, ne de mikroskoplarla mikroorganizmaları görebilirdik.

Görmemiz için Yaratılan Gölgeler

Işığın çok özel bir tasarım olduğunun önemli bir göstergesi de onun azlığında ortaya çıkan gölgedir.

Günlük hayatta gölgeler, cisimleri algılamamızda zorluk çıkaran bir olumsuzluk gibi görünür.

Oysa gölgeler, algılamamızdaki temel unsurdur.

Onlar olmasaydı cisimlerin boyutları hakkında fikir sahibi olmayabilir, hatta onları hiç algılayamayabilirdik.

Eğer koyulu açıklı gölgeler olmasaydı, çevremizdeki tüm görüntüler tıpkı Apollo uzay gemisindeki astronotlarının Ay yüzeyindeki görüntülerine benzerdi:
Üzerine düştüğü yeri simsiyah bir karanlıkta bırakan koyu gölgeler ve sadece tekdüze bir aydınlığa sahip yüzeyler olurdu. Yüce Rabbimiz, kullarına lütfettiği bu nimeti, ayetinde şöyle bildirmiştir:

"Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı (nuru) kılan Allah'adır..." (Enam Suresi, 1)

Bilyeler mi? Sahile Vuran Dalgalar mı?

Acaba bizim için dünyayı, daha doğrusu yaşadığımız her yeri görünür kılan ışığın özellikleri nelerdir?

Bu soruya yanıt bulmak isteyen bilim adamları, yıllar süren araştırmalar yapmış olmalarına karşın, net bir sonuca ulaşamamışlardır.

Işık konusunda tartışılan temel nokta, ışığın foton adlı parçacıkların oluşturduğu bir katar şeklinde mi, yoksa dalgalar halinde mi yayıldığıdır.

Kaba bir benzetmeyle ışık, bir yerden başka bir yere, bilyeler gibi mi, yoksa sahile vuran dalgalar gibi mi hareket etmektedir?

Işık, bazen tıpkı havuza atılan bir taşın su yüzeyinde oluşturduğu dalgalanmalar gibi yayılmakta, bazen de sanki maddi parçacık özelliği taşımakta ve pencere camına vuran yağmur damlaları gibi aralıklı darbeler halinde gözlenebilmektedir.

Bu ilginç durum sadece ışık için değil, atomun temel parçacıklarından biri olan elektron için de geçerlidir.

Elektron da hem parça, hem de dalga özelliği gösterebilmektedir.

Bu durum, bilim dünyasında büyük bir kargaşa yaratmıştır.

Bu kargaşa, ünlü Kuramsal Fizik Profesörü Richard P. Feynman'ın sözleriyle şöyle çözülmüştür:

"Elektronların ve ışığın nasıl davrandıklarını artık biliyoruz. Nasıl mı davranıyorlar? Parçacık gibi davrandıklarını söylersem yanlış izlenime yol açmış olurum. Dalga gibi davranırlar desem, yine aynı şey. Onlar kendilerine özgü, benzeri olmayan bir şekilde hareket ederler. Teknik olarak buna "kuantum mekaniksel bir davranış biçimi" diyebiliriz. Bu, daha önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemeyen bir davranış biçimidir... Bir atom, bir yayın ucuna asılmış, sallanan bir ağırlık gibi davranmaz. Küçücük gezegenlerin yörüngeler üzerinde hareket ettikleri minyatür bir Güneş Sistemi gibi de davranmaz. Çekirdeği saran bir bulut veya sis tabakasına da pek benzemez. Daha önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemeyen bir şekilde davranır. En azından bir basitleştirme yapabiliriz: Elektronlar bir anlamda tıpkı fotonlar gibi davranırlar; ikisi de "acayiptir", ama aynı şekilde. Nasıl davrandıklarını algılamak bir hayli hayal gücü gerektirir; çünkü açıklayacağımız şey bildiğimiz her şeyden farklıdır." (Richard Feynman, The Character of Physical Law, Türkçe baskı: Fizik Yasaları Üzerine, TÜBİTAK Yayınları, s. 149-150)

Bilim adamları, elektronların bu hareketini hiçbir şekilde açıklayamadıkları için, buna yeni bir isim takmışlardır: "Kuantum Mekaniksel Hareket".

Bu noktada görülen mükemmelliği, yine Profesör Feynman, "… kendinize sürekli 'Ama bu nasıl olabilir?' diye sormayın; çünkü çabanız boşunadır; şimdiye kadar hiç kimsenin kurtulamadığı bir çıkmaz sokağa girersiniz. Bunun neden böyle olabildiğini hiç kimse bilmiyor" sözleriyle dile getirmektedir (Richard Feynman, The Character of Physical Law, Türkçe baskı: Fizik Yasaları Üzerine, TÜBİTAK Yayınları, s. 151) .

Ancak, Feynman'ın bahsettiği "çıkmaz sokak", aslında 'çıkmaz' değildir.

Burada bazılarının bir türlü işin içinden çıkamamalarının sebebi, ortadaki açık delillere rağmen, bu olağanüstü sistemleri ve dengeleri, üstün bir Yaratıcı'nın var ettiğini kabul edememeleridir.

Hâlbuki durum son derece açıktır:

Allah evreni yoktan var etmiş, kusursuz dengelere dayalı ve örneksiz olarak yaratmıştır.

İçinden bir türlü çıkamadıkları, kavrayamadıkları, bazı bilim adamlarının her fırsatta "Ama bu nasıl olabilir?" diye kendi kendilerine sordukları sorunun cevabı; her şeyin Yaratıcısı'nın Allah olduğu ve her şeyin O'nun yalnızca "OL" demesiyle var olduğu gerçeğinde yatmaktadır.

Allah bu kesin gerçeği bir Kuran ayetinde şöyle buyurur:

"Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) Yaratan'dır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir." (Bakara Suresi, 117)

2. İnsan ve Estetik

En muhteşem sanat eserini bir hayvanın önüne bırakalım, hayvanın önündeki bir şaheser olsa bile, en küçük bir etki uyandırması mümkün olabilir mi? Şahane bir tablonun yer aldığı bir tuval ile mürekkebe düşmüş bir karıncanın üzerinde dolaşarak anlamsız zikzaklar çizdiği bir kâğıt; güve için aynı değeri taşırlar; ikisi için de aynıdır... İştahla yer ve bitirir...

Demek ki, sanatın evveliyatında insan varlığı esas olduğu kadar; sonuçlanmış bir ürün olarak sanatla muhatap oluş sürecinde de yine düşünme, kavrama ve güzel duyuya sahip bir başlatıcı ve sonlandırıcı olarak insan durmaktadır.

Ancak sanat eserinin oluşturucusu ve muhatabı kimliğini taşıyan insanın sanat eserine karşı tutumu nasıl olmalıdır? Sanat için hem bir başlatıcı hem de oluşma süreci sonucunda mütekâmil bir izleyici olarak insan için başlı başına bir sorundur bu...

Genelde insanlar bir sanat eserine, ya bir meşguliyet vesilesi, ya izleyicinin dikkatini çekerek şaşırtan bir olgu, ya zaman anlamında bir süre uğraşılacak-uğraştıracak bir üst eylem ya da insani duyguların olgunlaşması için yol açacak bir girişim ve bu anlamda da sanatçının ve izleyicinin toplum ve çevre hakkındaki görüşlerini yansıtan koskoca bir olgular bütünü olarak bakmaktadırlar.

İster Doğu’da isterse Batı’da olsun sanat eseri izleyiciler için olsa olsa salt bir görüntü ya da görüngü olarak sadece içsel bir duygulanım ve dalgalanma anlamı taşıdıklarından öncelikle birer görüntüsel oluşum olarak önemlidirler... İçinde çeşitli çöpvari kırıntılar bulunan suyla dolu bir havuzu düşünün; bu havuz bir şeyle karıştırıldığın da elbette ki, kısa bir sure sonra içindeki bu çöp yığınını ve diğer kırıntıları harekete geçirecek ve yüzeye çıkaracaktır. Oysa kısa bir süre sonra bu karışım durulduğunda tekrar yatışacak ve sanki de içindeki o çöpvari yığın hiç yokmuşçasına o durgun ve sade görünümüne yeniden kavuşacaktır.

İşte herhangi bir sanat eseri karşısındaki böylesi bir iç tepki insanda da gerçekleşerek ilkel bir reaksiyonu ortaya çıkarabilmektedir. Öyleki; bir sanat eseri karşısındaki beğeni sahibi insan-izleyicilerin yanı sıra o sanat eserini ortaya çıkaran sanatçılarda da bu ilkel reaksiyonu hem bir ilk ve doğal tepki hem de bir anlamda; bile isteye seçilmiş ve üzerinde yoğunlaşılarak oraya vurgu yapılmış-hedef edinilmiş bir başka boyutta gözleyebilmemiz mümkün olmaktadır.

Bir yandan üretilen bir değerler bütünü olarak sanatsal ürünü ve üreticisini diğer yandan da yine bu üretilmiş değerler bütününden bir etik ve estetik devşirecek olan izleyiciler toplamını gayesi izleyici-muhatabı hayret ve şaşkınlığa itmekten öteye geçmeyen, izleyicinin ilgisini toplamak ve beğenilerine yön biçmekten ve hatta bu beğenileri belirleyerek onlardan faydacı kazanımlar devşirmekten başka bir anlam içermeyen bu türden sanatsal girişim ve çabalar da bu anlamda sadece beğeninin ilkel biçimlerine yönelik olmaktan ve bu şekilde bir anlam kazanmaktan başka bir şeyi ortaya koyamazlar...

Oysaki sanatı evrensel ilahiyatın insanda aksülamel bulması gereken seküler bir varyantı olarak tanımlayıp bu varyantın derinliklerinden sonsuzluğa-ebediyete yönelik daha müteal-transandantal bir manevi hayat uğruna yararlanmak ve sanat eserlerini vücuda getiren üstün yetenek sahiplerine olan hayranlıktan hareketle mütealiyet düzeyinin dünya üzerindeki bütünlüğünü de içerecek tek –Bir- yaratıcıya yönelmek ve o –Bir- olanı tanımaya çalışmak sanata daha bir yücelik kazandırır ve onu ‘İd’ den ‘Ego’ya dek salınıp duran ve temel olsa da geçici olmaktan kurtulamayan ilkel insan duygularını doyurmak için kullanılan önemsiz bir araç olmanın da ötesine taşır.

Bu şekildeki bir Sanat algısının insana dair üstün ve aşkın yetenekleri ortaya çıkararak daha derin bir alan açması bir yana, bir diğer insan özelliği olan fıtratın alanındaki güzelliği ve yüce gerçekleri gözlemlemeye yönelik aşk ve iştiyakı ifade etmesi yönünden de tamamen insani bir işlevle yüklendiği görülecektir.

Bütün bu açıklamalar nezdinde insanlık tarihinin pek çok devresinde sanata bakış açılarının ortaya çıkardığı çeşitli meşrep ve üslup farklılıklarının izleğinde sanatın değişen birçok türünün benimsendiği, mesela sanatın sanat için ya da toplum için olması gerektiği biçiminde farklılaşan fikirlerin revaç bulduğu akım ve dönemlerin ortaya çıktığı görülmüştür. Ama bütün bu gelişmelere şu gerçek ışığında bakılınca; sanatın en yüce insani yeteneklerin ifadesi olması ile bile böylesi bir yaklaşımla şu ya da bu şekilde insanlığa dair bu geniş alan içerisinde ve insanın karışık yapısının da bir mecburiyeti olarak bazen de insanlık dışı çirkin heves ve arzuları açığa vuran bir araç olarak kullanıldığı da görülmüştür. Bu nokta da denilebilir ki; İnsanın yücelmeye olan özleminin ve yüce insani yeteneklerin ifadesi olan sanatın böylesine hayvani hevesler uğruna kullanılması her şeyden önce sanata karşı yapılan bir haksızlık olacaktır.

Bu bağlamda Sanatın Batı’daki bu günkü halini bir sanatsal dönüşüm şeklinde değerlendirerek, çağa özgü bir gerçeklik tasarımıyla ele alarak yaklaşacak olsak bile, insana dair bu gerçeklik tasarımının erkekle kadının cinsel ilişkilerinin bir bardak su içmek haddinde bayağılaşmasıyla başlamıştır. Milyarlarca para, milyonlarca kişinin en değerli sermayeleri olan zamanları ve fikri çabalar sanat adına insandaki cinsel duygu ve istekleri alevlendirmek yolunda harcanmaktadır; sanat adına nice film, fotoğraf, roman vb. çalışmalar bu sahada hizmete alınmış durumdadır. Biri çıkıp da bunlara: “Cinsel istek ve güç zaten insanda yaratılış itibariyle olması gerektiği kadar güçlü bir halde bulunmaktadır.” Ve bu ilahi oranlamanın sanat ta dâhil başka hiçbir dış ivmeyle güçlendirilmesine gerek yoktur; bunu takviye etmeye çalışmak biraz da Nietzsche’vari bir ayrımla Herodiyan ve Diyonisan taraflara yönelen ayrımda Diyonisan bir eğilim takınarak hem sanatı hem de insanı normal çığırından çıkarıp insanın cinsel çılgınlığa sürüklenmesine neden olacaktır…

Bu da herhangi bir ağrı için karılmış bir ilacın ancak hem o karışımı hem de tedavi etmek üzere hazırlandığı rahatsızlığın odağındaki insanı bilenlerin denetiminde çeşitli tahlil ve kontrollerden geçtikten sonra üretilip satılmasına müsaade edilmesine benzer biçimde bir sanatsal algı alanı açar ki, işte sanatın da insanında tartışılması ancak bu alandan devşirilen ölçütlerle mümkün olacaktır…

Aksi halde kutsala dair ve kutsalın aleyhine bir kısıtlamaya girişilerek bir yeni kutsal tasarımlamak ve elde edilen bu seküler/kutsal tasarım ölçütleriyle insan özgürleşmesinin bir gereği olarak ‘ham’ bir özgürlük elde etmeye çalışmak ve bu eylemin haklılığını savunan bütün girişimlerin insanı ilgilendiren konular olarak kabul edilmesine rağmen kutsalın hakkını savunma yolunda daha ne kadar arsızlaşacak ve arsızlaştıracaksınız demek isteyenlere de kendi üretimleri olan bir insan-sanat ve ruh ketleşmesiyle karşı durmak ne kadar sanatkâr olması bir yana ne kadar insani olacaktır.

Sanatsal bağlamda İnanç ve ifade özgürlüğünün önemini kabul etmekle beraber, sadece insanın ölçüleriyle konumlandırılan ve gündeliğin getirileriyle bulandırılan her şeyi sanat olarak kabul etmenin bir başka açıdan da hem uğruna sanat üretildiği iddiasında bulunulan ‘insan’ın derin anlamına hem de insan ve kutsal bağlamındaki rasyonel ve manevi hayat hakkının dehanın yanardağından fışkırtılan lavlarla yakılıp küle çevrilmesine izin vermek demek olacağını unutmamak gerekmektedir.

3. Kur’an ve Güzellik

Bir din en iyi ifadesini sanatla bulur; kendisini en iyi sanatla ifşa eder. Bu, bilhassa dini toplumlarda böyle olmuştur. Geçmiş yüzyıllardaki İslâm kültür, medeniyet ve tefekkürünü dikkate aldığımızda insanı eğer Yaradan’ına kavuşmaya çalışan bir kuşa benzetecek olur isek kanadının mutlaka estetik, yani sanat olduğunu görürüz. Sanatın o devirlerde bilhassa tasavvuf çevrelerinde gelişmiş olması tesadüf değildir. İslâmî sanat ve estetikten soyutlamanın ne dini bir dayanağı vardır, ne de bundan sanat ve dinin bir kazancı bulunabilir. Tam tersine bundan din de, sanat da, insanlık da zararlı çıkar. Eğer meseleye din açısından bakacak olursak, böyle bir anlayışın, dini çok az bir kesime hitap etmek zorunda bırakacağı, ilahi mesajları kuru ve yayan yapacağı, insan ruhunda derin boşluklar doğuracağı için dinin insanlar üzerindeki tesirinin de azalmasının mukadder olduğunu görürüz. Bunu söylerken Hazreti Peygamber’in tebliği sırasında İslâm sanatının henüz teşekkül etmediğinin farkında olduğumuzu ifade etmek gerekir. Gerçekten de o devirde ne Karahisari, ne Mimar Sinan, ne Itri, ne de Kara Memi vardı; ama Kur’an-ı Kerim bir taraftan Allah’ın (C.C) Cemal sıfatını insanlara duyururken, diğer taraftan da mana ve ses olarak insanlara eşsiz güzellikler sunuyordu. Hazret-i Muhammed (S.A.V.) de “İslâm güzeldir, güzelliği sever, Kur’an’ı seslerinizle güzelleştiriniz”, (ezanı kastederek) “Ya Bilâl, kalk da bizi ferahlandır” demek suretiyle insanlara İslâm’ın estetik ufuklarını ve kaynaklarını işaret ediyordu.

Sanatın ve İslâm’ın ne olduğu sorusuna yeterli cevap verilememesi ve bunların kesişme noktalarının tespit edilememesi sebebiyle bugün İslâm sanatı ya çok özel bazı alanlara sıkışıp kalmış, ya da müzelik bir hadise olarak düşünülür olmuştur. Günümüzde “İslam sanatı” adına ortaya konulan eserlerin ise henüz istenilen seviyeye gelmediği görülmekte, fakat büyük istikbal vaadetmektedir. Bu sebeple günümüzde İslâm’da sanatın yeri ve mahiyeti konusu, kendiliğinden önem kazanmaktadır.

4. Hz. Muhammed ve Güzellik

Allah, inanan bir insanın ruh halini, tavırlarını, üstün ahlakını pek çok ayetinde tarif etmiştir. Müminlerin içlerinde taşıdıkları Allah korkusu, hiçbir kuşkuya yer vermeyen kuvvetli imanları, daima Allah'ın rızasını aramaları, her olayda Rableri'ne güvenip dayanmaları, tevekkülleri, kararlılıkları, şevkleri, ahirete kesin bilgiyle inanmaları, güvenilir olmaları ve bunlar gibi sahip oldukları pek çok üstün özellik Kuran'da bildirilmiştir. Ayrıca Allah'a iman eden bir insanın adaleti, şefkati, alçak gönüllülüğü, itidali, sabrı, Allah'a teslimiyeti, boş sözden yüz çevirmesi ve bunlar gibi pek çok ahlaki özelliği de ayetlerle övülmüştür.

Kuran'da, detaylarıyla tarif edilen mümin modelinin yanı sıra, geçmiş dönemde yaşamış müminlerin hayatları, onların davranışları, konuşmaları ve olaylara gösterdikleri tepkilerden, Allah'a yaptıkları dualardan verilen örnekler de vardır. Allah bu örneklerle, müminler için beğendiği tavırlara dikkat çekmiştir.

Kuran'dan uzak bir toplumun (cahiliye toplumu) bakış açısıyla değerlendirildiğinde, makbul olan davranışlar zamana, şartlara, kültürlere, geleneklere, olaylara ve kişilere göre değişkenlik gösterebilir. Ama Kuran'a uyan bir insan için, zaman, mekan, ortam ya da şartlar ne kadar değişirse değişsin, ideal mümin modeli değişmez. İmanlı bir insan her zaman Allah'ın Kuran'da tarif ettiği ve işaret ettiği doğrultuda davranarak güzel tavırlar sergiler.

5. Yaşamda Güzellik

TEMİZLİK ANLAYIŞI

Temizlik, Allah'ın bir hükmüdür ve müminlerin ruhlarına ve yaratılışlarına en uygun olan davranışşeklidir. Bu nedenle bir ibadet olarak uyguladıkları temizlik, müminlere bir yandan da çok büyük bir zevk ve rahatlık verir. Allah müminlerin maddi ve manevi her yönden temiz olduklarına pek çok ayetinde dikkat çekmiştir. Kuran'da müminlerin temizliği ile ilgili dikkat çekilen detaylardan bazıları şunlardır:

Ruhta Yaşanan Temizlik

Kuran'da dikkat çekilen temizlik anlayışı, cahiliye toplumunun bu konudaki kavrayışından ve uygulamalarından oldukça farklıdır. Kurani bir temizlik öncelikle ruhta yaşanır. Kuran'a uygun olmayan tüm ahlak özelliklerinden, tüm mantık örgülerinden ve yaşam tarzından tam anlamıyla uzaklaşıp arınmak, kişiye manevi bir temizlik sağlar.

Temizliğin bu ilk aşaması akılda meydana gelen açıklık ve berraklık ile kendini gösterir. Kuşkusuz bu son derece önemli bir özelliktir. İnsanlar ruhlarında yaşadıkları arınmışlığı maddi ve manevi olarak hayatlarının her safhasına taşır ve bu şekilde de ahlaklarında oluşan temizliği dışa yansıtmışolurlar.

Manevi temizliğe sahip olan bir insan, aklından ve vicdanından her türlü kötülüğü uzaklaştırmıştır. Kuran'dan habersiz kimselerin son derece normal karşılayarak yaşadıkları kin, kıskançlık, zalimlik, bencillik gibi birtakım çirkin özellikleri ruhunda asla yaşamaz. Yüksek bir ahlaka özendiği için, yüksek bir ruha sahiptir. Bu nedenle müminler sadece dışgörünümlerine değil, içlerinde yani ruhlarında yaşadıkları temizliğe de önem verirler. Cahiliyenin bütün pisliklerinden arınmışbu davranışşeklini kendileri yaşadıkları gibi etraflarında da yaşatmaya çalışırlar.

Fiziksel Temizlik

İnanan bir insanın dünyada oluşturmak istediği ortam cennet ortamının benzeridir. Allah'ın cennette olacağını vaat ettiği herşeyi müminler dünyada da mümkün olduğu kadar yaşamaya çalışırlar. Nitekim cennetle ilgili haber verilen detaylardan biri de oradaki insanların fiziksel temizlikleridir. Cennete bulunan insanlardan söz eden ayetlerde onların "…sanki (her biri) 'sedefte saklı inci gibi tertemiz, pırıl pırıl" oldukları haber verilmiştir. (Tur Suresi, 24) Ayrıca cennette insanlar için "tertemiz eşler" bulunduğu da pek çok ayetle müjdelenmiştir. (Bakara Suresi, 25)

Kuran'da Allah Hz. Yahya için "… temizlik (de verdik)…" diyerek müminlerin temizliğine dikkat çekmiştir. (Meryem Suresi, 13)

Kılık-Kıyafet Temizliği, Bakımı

Kuran'da yalnızca, müminlerin beden temizliğine değil, üzerlerine giydikleri kıyafetlerin de temiz olmasının gerekliliğine dikkat çekilmiştir. Ayette şöyle bildirilmektedir:

Elbiseni temizle. Pislikten kaçınıp uzaklaş. (Müddessir Suresi, 4-5)

Temizlik ve bakım konusunu önemli kılan bir başka yön de, kişinin hem kendisine hem de müminlere olan saygısını yansıtmasıdır. Duyduğu bu derin saygı, itinayı da beraberinde getirir. Mümin sadece pislikten kaçınmakla kalmaz, içinde yaşadığı derin saygıyı vurgulayan incelikler de sergiler. Örneğin bir insan çok temiz bir kıyafet giyerek de karşısındaki insana olan saygısını gösterebilir. İşte bu anlayışa uygun bir örnek olarak Kuran'da şöyle bir tavsiye yer alır:

Ey Ademoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının... (Araf Suresi, 31)

Bu ayetten de anlaşıldığı gibi müminlerin daima temiz ve bakımlı olmaları ve her konuda olduğu gibi en iyisini aramaları Allah'ın beğendiği bir tavırdır. Aksi bir hal ancak cahiliye toplumunun insanlarına özgüdür.

Burada unutulmaması gereken önemli bir nokta vardır. İnsanlar genellikle toplum içinde önemli gördükleri kişilerin karşısında bakımlı olmayı, kendilerini beğendirmeleri gereken ortamlarda kendilerine özen göstermeyi tercih ederler. Oysa mümin, Kuran ahlakının gereği olarak başkaları için değil, Allah'ın beğendiği bir tavır olduğu ve kendisinin de doğal olarak en rahat ettiği tavır bu olduğu için temizliği ve bakımı uygulamaktadır.

Mümin cennete layık görülen bir insandır ve dünyada da cennetteki temizliği, güzelliği gerek kendi üzerinde gerekse çevresinde oluşturmaya çalışır.

Yaşanan Yerlerin Temiz Tutulması

Kendilerini ve giyimlerini temiz tutan müslümanlar, aynı şekilde yaşadıkları ortamların düzenine de son derece titizlik gösterirler. Kuran'da bu konuda verilen örneklerden birisi Hz. İbrahim ile ilgilidir. Allah Hz. İbrahim'e Kabe'yi, orada ibadet edecek olan müminler için temiz tutmasını emretmiştir:

Hani Biz İbrahim'e Evin (Kabe'nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle emretmiştik:) "Bana hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükua ve sücuda varanlar için Evimi tertemiz tut. (Hac Suresi, 26)

Ayetin ifadesinden de anlaşıldığı gibi, Allah bu temizliğin öncelikle o mekanı kullanacak ve orada Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla ibadet edecek olan kimseler için yapılmasını bildirmiştir. Bu nedenle Hz. İbrahim'den sonra gelen tüm müminler de aynı onun uyguladığı gibi, Allah'ın bu buyruğu doğrultusunda, müminlerin yaşadığı mekanları temiz, estetik ve göze en hoşgelecek şekilde muhafaza etmelidirler.

Üstelik Kuran'da bildirilen temizlik anlayışı cahiliye toplumlarında yaşanandan çok farklıdır. Allah müminlerin maddi ve manevi, her yönden "tertemiz" olmalarını ister. Yani müminlerin yaşadığı klasik anlamda bir temizlik değil, çok detaylı, ince ince düşünülerek yapılan bir temizliktir.

Kuran'da cennet hayatına ilişkin olarak yapılan tasvirler de, müminler için bu konuda yol göstericidir. Cennet ortamı, dünyada karşılaşılan her türlü kirden arındırılmış, her detayın kusursuz bir düzen ve uyum içerisinde bulunduğu, güzelliklerle dolu, tertemiz bir mekan olarak anlatılır. İşte müminler de bu tasvirler doğrultusunda, dünya şartlarında sahip oldukları imkanlarla cenneti andıracak mükemmellikte ortamlar oluşturmak için çaba harcarlar. Bu çaba, müminlerin cennete olan özlemlerinden kaynaklanır.

Yiyeceklerin Temiz Olması

Müminlerin, bu ahlaklarının bir gereği olarak titizlik gösterdikleri bir başka konu da yiyeceklerin temiz olanlarını seçmeleridir. Bu, Allah'ın Kuran'da müminler için bildirmişolduğu bir emridir. Bu konuya dikkat çeken pek çok ayetten birkaçı şöyledir:

Size rızık olarak verdiklerimizin temizinden yiyin (dedik)... (Bakara Suresi, 57)

Ey insanlar, yeryüzünde olan şeyleri helal ve temiz olarak yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Gerçekte o, sizin için apaçık bir düşmandır. (Bakara Suresi, 168)

Allah müminlerin temiz yiyecekleri seçtiklerine Ashab-ı Kehf'ten bahsettiği kıssada da işaret etmiştir. Ayetlerde Kehf ehlinin alışverişte temiz yiyeceklere yöneldiği şöyle haber verilmiştir:

… Dediler ki: "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir; şimdi birinizi bu paranızla şehre gönderin de, hangi yiyecek temizse baksın, size ondan bir rızık getirsin… (Kehf Suresi, 19)

Bu konu, "Kuran'da tavsiye edilen yiyecekler" bölümünde daha genişbir biçimde incelenecektir.

6. İslâm Medeniyetinde Estetik

TÜRK-İSLAM KÜLTÜR VE UYGARLIĞI

İslam’ın dini indirildiğinde Arapların gelişmiş kültür ve uygarlıkları yoktu.Yeryüzünde 6. yy da Bizans , İran ,Çin ve Mısır medeniyetleri üstün durumda idi.islamın temel kaynağı Kur’anın OKU emri ile başlayan ilme ve akla verilen önem İslam kültür ve medeniyetinin başta cahiliye Arapları olmak üzere tüm dünyaya ışık tutmuştur.Kültür ve Uygarlık

Bir topluma özgü düşünce ve sanat eserlerinin tümüne kültür; kültürün gelişmiş ve uluslar arası boyutlara ulaşmış şekline de uy­garlık denin Yeryüzünde yaşayan bütün insan toplumlar, kendileri­ne göre bir kültüre sahip olmuşlardır. Bazı toplumlar kültürlerini ge­liştirmişler ve öbür toplumlar ve halkları etki atanına alacak boyut­lara ulaştırmışlardır. Böylece tarihte büyük uygarlıkların kurulduğu-nü görmekteyiz. Eski Mezopotamya Mısır, Yunan, Roma ve Anadolu uygarlıkları bunların en önemli olanlarıdır.

Türkler, islamiyeti kabul etmeden önce genellikle göçebe hayat tarzını benimsemişlerdi. Yaşadıkları hayata uygun bir kültüre sahip bulunuyorlardı, İslam’ı kabul ettikten sonra önemli bir bolümü yer­leşik hayata geçmiş, bu süreç içinde hem eski kültürlerini geliştir­mişler, hem de İslam uygarlığına önemli katkılarda bulunmuşlardır

1. İSLAM'DA DOĞAN VE GELİŞEN İLİM DALLARI

İslamiyet doğduğu zaman Arapların gelişmiş kültürleri ve mede­niyetleri (uygarlıkları) yoktu. Komşuları olan İranlılar ve Bizanslılar ise onlara #öre gelişmiş bir kültüre ve uygarlığa sahip bulunuyorlar­dı, İslam sayesinde Müslüman halklar, kısa zamanda o çağların en gelişmiş kültürüne ve en yüksek medeniyetine sahip oldular, İslam’ın temel bilgi kaynağı Kur'an ve Hz. Peygamber, Müslümanları ilme özendirdiler.

"Oku emriyle indirilmeye haşlanan Kuran’da şu temel ilkeler yer alır:

"Bilenlerle bilmeyenler bir olmaz.",

"İman ve ilim sahipleri­nin dereceleri yüksektir",

"Bilgisizlerden yüz çevirmek gerekir."

Bir Müslüman’ın, arzusu ve duası: "Ya rabbi, ilmimi artır." olmalıdır, Hz. Peygamberin hadislerinde, İslam’ın bilime ve bilim adamına ver­diği değeri kolayca kavramak mümkündür:

"Bilginler, peygamber­lerin mirasçılarıdır,"

"Hikmet, kişinin şerefine şeref katar.",

"En üstün kimse bilgin mümindir.".

"Kıyamet günü alimlerin mürek­kebi, şehitlerin kanıyla tartılacaktır.",

"Alim. yeryüzünde Al­lah'ın güvencesidir,

"Bilgin kişinin ibadet eden kişiye üstünlü­ğü, ayın yıldızlara olan üstünlüğü gibidir.", "Allah alimdir, alimi sever.".ilimde ve öğrenimde cinsiyet farkı yoktur: "ilim, her Müslüman erkeğe ve kadına farzdır."

İlmin vatanı ve milleti olmaz:

"İlim Çin'de de olsa arayınız."

"Hikmet, müminin yitik malıdır, nerede bulursa alır'

İslamiyet, ilmi öğrenmeyi ve öğretmeyi teşvik etmiştir.

"Kişinin ilimden bir konu öğrenmesi onun için dünyadan daha hayırlıdır."

"Ya alim ol veya öğrenci ol veya ilim meclisinde dinleyici ol veya­hut ilme sempati duy. Sakın beşincisi olma ki mahvolursun."

Bu ayet ve hadislerden hız ve güç alan Müslümanlar, bir yandan yeni ilim dalları geliştirirken öbür yandan da insanlığın ortak mirası olarak aklî ve pozitif ilimleri başka halklardan alarak onlara önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bunların başlıcaları; tefsir, hadis, fıkıh, kelam, kıraat, siyer, tıp, matematik, astronomi, fizik, kimya, mantık ve felsefe gibi ilimlerdir.

İslamdan doğan Bilim dalları

1-Tefsir

2-Hadis

3-Fıkıh

4-Kelam

5-Tasavvuf

6-Kıraat

7-Siyer

8-Akaid

2. MÜSLÜMANLARIN POZİTİF BİLİM ALANINDAKİ HİZMETLERİ VE BULUŞLARI

İslam alimleri, ilimleri çeşitli şekillerde sınırlandırmışlardır. Kaynağı Kur'an ve hadis olan bilimlere İslam ilimleri. Müslüman olma­yan milletlerden alınan bilimlere alıntı (dahile) bilimler denir. Diğer bir sınıflandırmaya göre kaynağı din olan bilimlere nakli ilimler; kay­nağı akıl, deney ve gözlem olan bilimlere akli ilimler denir. Aklî ilim­lere deneysel veya tabiat bilimleri dendiği de olur. Tefsir, hadis ve si­yer gibi İslami bilimler Müslümanlara özgüdür, ülger milletlerde bu ilimlere rastlanmaz. Akli veya tabiat bilimleri ise tüm milletlerin or­tak malıdır. Müslümanlar, bunları Müslüman olmayan milletlerden almışlar, geliştirmişler, bazı noktalan düzeltmişler ve önemli katkı­larda bulunmuşlardır Hu gruba giren bazı ilim dallarını ise kendile­ri icat ederek insanlığa armağan etmişlerdir.

Çeviri Çalışmaları

İslam’dan önce bilimsel çalışmaların yoğun olarak yapıldığı İskenderiye, Antakya, Harran. Nusaybin gibi önemli kültür merkezleri ikinci halife Hz. Ömer zamanında1 Müslümanların eline geçti. Buralarda ilmî çalışmaları yürütenlerden bazıları, Müslüman oldu. Bunlardan ve ayrıca gayrimüslim bilim adamlarından yararla­nan Müslümanlar, kendilerinden önceki bilimsel ve kültürel çalışma­ları tanıdılar. Bunları öğrenmeye heves ettiler. Çeşitli ilim dallarına ait eserleri kendi dillerine tercüme ettiler. 813-833 yılları arasında hü­kümdarlık yapan Abbasi Halifesi El Me'mun zamanında Bağdat'ta büyük bir kütüphane kuruldu. Bilimsel çalışmalar yapan bir akade­mi, çeviriler yapmak amacıyla Daru'l-Hikme adıyla bir kurum vücuda getirildi. Burada Eflatun. Aristo. Plotinos gibi eski Yunan filozoflarının arit­metik, astronomi, coğraf­ya ve tıbba dair bazı eser­leri tercüme edildi, Ayrıca Hint dillerinden de bazı eserler tercüme edildi.

1-Felsefe

İslam kaynaklarında fel­sefeye hikmet, filozofa da hakim {çoğulu: hükema) denir. El-Kindi ta­rafından başlatılan felsefe çalışmaları, Farabî (?,950) tarafından gelişti­rildi. İbn Sina ve İbn Rüşd tarafından devam ettirildi.

2-Tıp

İslam dini, insan sağlığına büyük Önem vermiştir. Bu nedenle Müslümanlar, insan sağlığı ile doğrudan ilgili olan bilimlerden tıbba ilgi duymuşlardır, Hz. Peygamberin de tıp ilmi konusundaki teşvikleri, Müslümanları bu ilimle uğraşmaya yöneltmiştir.

İslam ülkelerinde tıp alanındaki ilk ciddî çalışmalar, gayrimüslim hekimler tarafından yapıldı.Daha sonra Müslüman hekimler de yetişmeye başladı. Başta Bağdat olmak üzere çeşitli şehirlerde darüşşifa adıyla hasta haneler kuruldu ve ecza haneler açıldı. Doktorluk yapmak, sınava ve ruhsata bağlandı.

İslam da Yetişen Ünlü Tabipler ve Eserleri

a- Ebu Bekir Zekeriya Razi: . X. yy.da yaşamış olan bu bilgin doğuda "Şarkın Calinus'u, batıda Rhazes diye anılır. Latince’ye çevrilen on ciltlik Kitabu't-Tıb, başka bir tıp ansiklopedisi olan el-Havi isimli eserleri meşhurdur. Razi, çiçek ve kızamık aşısı üzerine çalışmalar yapmış, ateşli hastalara soğuk su tedavisi dene­miş, kaytan yakısını keşfetmiş, ilk defa hasta hanelerde hastaların kayıtlarım tutmuştu,

b-İbni Sina : Buharalı bir filozof ve hekimdir. Tıbba dair eseri el-Kanun fi't-Tıb adı­nı taşır. Bu eser Orta Çağda Avrupa' da ders kitabı olarak okunmuş, çeşitli çevirileri ya­pılmıştır. Doğuda Baş filozof. batıda Avcenna diye tanınan İbn Sina, kanın gıda taşıyan bir sıvı olduğunu, kaynatma suretiyle suyun arıtılabileceğini, hastalıkların su ve toprak aracılığıyla insandan insana bulaşacağını ispatlamıştır, Kandaki şekeri keşfederek bu hastalığı tedavi etmiştir. Ameli­yatların acısız yapılmasını sağ­layan lokal anesteziyi bulmuştur

3-Eczacılık: Müslüman alimler llmu's-Saydale denilen eczacılık konusunda bazı çalışmalar yapmışlar, maddelerin ve bitkilerin has­talıktan tedavi edici özelliklerini araştırmışlar, çeşitli maddelerin ve bitkilerin karışımı olan ilaçlan hastaların tedavisinde kullanmışlar­dır. Birûni'nin Kitabu's-Saydale adlı eseri İbnul-Baytar'ın el-Cami ül Müfredati'l-Edviye isimli eseri, bu alanda yazılmış kayda değer eserlerdir,

Tabiat İlimleri

1-Zooloji (Hayvan Bilimi): Müslüman bilginler, her çeşit canlılar üzerinde araştırmalar yapmışlar, bunların yaşadıkları iklimler, özel­likleri, beslenmeleri, üremeleri, fayda ve zararları hakkında bilgi ver­mişlerdir, Cahız ve Demirî'nin Kitabu'l-Hayavan isimli eserleri bu ko­nuda yazılmış çok sayıdaki eserin en tanınmış olanlardır.

2-Veterinerlik (Baytarlık): Müslüman bilginler, hayvanları tanıma­ya, özellikle bunları tedavi etmeye de önem vermişler, ilmul-baytara dedikleri bu alana dair eserler yazmışlardır. Huneyn b. Ishak'ın (01.873) Yunanca’dan. Sabit b. Kurra’nın (01,901) Farsça’dan çevirdik­leri Kitabu'l-Hayavan'ı, Kindî'nin Kitabu’l-Hayl vel-Baytara isimli ese­ri de değerlidir. Bu tür eserler­de atlara ayrı bir önem verilir,

3-Botanik (Bitki Bilimi): İslam alimleri İlmu'n-nebatat adını verdikleri bu bilim dalında bit­kilerin türlerinden ve bunların özelliklerinden bahsetmişler­dir. Ebu Hanife Dîneverî'nin Kitabul-Nebat isimli eseri, botanik alanında yazıl­mış olan meşhur eserlerdendir,

4-Mineraloji: ilmul-meadin (madenler ilmi] adı verilen mi­neraloji konusunda da Müslü­man bilginler kayda değer araştırmalar yapmışlardır. Birûnî el-Cevahir İsimli eserinde metaller hakkında geniş bilgi vermiştir

5-Matematik: Müslüman bilginler, önceki uygarlıklardan aldıkları matematik ilmini geliştirerek ve bu alanda yenilikler yaparak insan­lığa faydalı hizmetlerde bulunmuşlar, matematiğe dair değerli eserler yazmışlardır.

Batılılar, bugün kullandıktan rakamları Müslümanlardan almış­lardır Müslümanlar ise bu rakamları Hintlilerden alarak geliştirmiş­ler ve kullanışlı hale getirmişlerdi. Daha ünce Avrupalılar; hiç kulla­nışlı olmayan ve uygulamada büyük zorluklara yol açan Romen ra­kamlarını kullanmakta idiler. Şimdiki rakamları Müslümanlardan almaları, matematikle hızla ilerlemelerini sağlamıştı

6-Astronomi: İslam alim­leri, önceki uygarlıkların astronomi alanında yap­tıkları çalışmalardan ya­rarlanarak bu bilim dalına önemli katkılarda bu­lundular. Nasruddin Tusi, Uluğ Bey ve Ali Kuşçu, astronomi konusundaki bi­limsel çalışmaları daha sonraki çağlarda devanı ettiren ünlü isim­lerdir.

Müslüman bilginler, islam ülkeleri­nin çeşitli yerlerinde gözlem evleri (rasathaneler] kurmuşlar, basla usturlap olmak üzere gök cisimleri­nin hareketlerini ölçmek ve hesap­lamak itin çeşitli aletler geliştirmiş­lerdir.

7-Fizik: Deneye ve gözleme dayanan pozitifi bilimlerin kurucuları, Müslümanlardır. Fizik ilminde de Müs­lüman alimlerin kayda değer çalış­maları ve icatları vardır, ibn Hey­sem (01.1039), ışığın kırılması, se­sin yansıması ve aynalar konu­sunda yeni görüşler ileri sürdü. Sa­bit b. Kurra ise özellikle ağırlık ve tartı konusunda çalışmalar yaptı. Ebu Cafer el-Hazin gorille olayını aydınlattı, ö (£üne kadar kabul edi­len "Görme, gözden çıkan ışıkların cisme ulaşması suretiyle gerçek­leşir." tarzındaki görüşü ters çevirerek "Görme, cisimlerden gelen ışıkların göze ulaşması suretiyle meydana gelir." dedi. Kaldıraçlar hakkında yeni görüşler ileri sürdü. Şafak olayını açıkladı.Saat ilk defa Abbasilerce kullanıldı, Avrupalılar, saati de barut yapmayı da islam aleminden öğrendiler.

8-Kimya: Müslüman bilginler, kimyada da önemli ve ciddî çalış­malar yaptılar. Sabit b. Kurra, Ebu Zekeriya Razi, İbn Hey­sem, Birunî ve İbn Sina bu ilim dalında önemli çalışmalar yaptılar.

9-Coğrafya: Çin'den Atlas Okyanusu'na Kuzey Kutbu'ndan Güney Afrika'ya kadar olan geniş alanda yayılan ve seyahat eden Müslümanlar, gerek üzerinde yaşadıkları topraklar, gerekse dünyanın ge­nel durumu hakkında önemli bilgiler vermişlerdir. Bu tür çalışmalar sonunda pusulayı bulmaları, denizcilikte ilerlemelerini sağlamıştı. Bu konuda yazılan önemli eserler ve yazarlarından bazıları şunlardır, Muhammed b. Musa Harezmî: Kitabu Sureti'l-Arz

Katib Çelebi: Cihannüma. Evliya Çele­bi: Seyahatname. Piri Reis in Kitabu'l-Bahriyye İbn Fadlan; Seyahatname, İbn Batûta: Rıhle,

10-Tarih: Hz. Peygamberin hayatını anlatan eserle­re Sirer (Siyer), savaşla­rını anlatan eserlere de Gazavat veya Megazi denir. Müslümanlar bunları öğretmeye büyük önem verdiler. Ayrıca Kur'an'da, önceki peygamberlerin kıssalarından bahsedilmesi ve ba­zı tarihî olaylara temas edilmesi Müslümanların tarihe duydukları il­giyi artırmıştır. Bu ve benzeri sebeplerin etkisiyle Müslüman bilgin­ler erken bir dönemde tarih yazmaya başlamışlardır. Başlıca tarihçiler şunlardır:

İbn İshak: Megazi.

İbn Hişam: Siretu n-Nebî

Tanınmış Osmanlı Tarihçileri ve Eserleri:

Aşık Paşazade:

Neşri:

Naima;

Cevdet Paşa:

3. İSLAM'DA DİN BİLİMLERİ VE TÜRK BİLGİNLERİ

a) Din Bilimleri

Müslümanların diğer toplumlardan almadıkları, Kur'an ve hadi­se dayalı bilim dallarına İslamî bilimler denir. Bunların başlıcaları şunlardır:

Tefsir: Kur'an'ı açıklayan ve yorumlayan bilginlere müfessir, yaptıkları açıklamalara ve yorumlara da tefsir denir Başlıca müfessirler ve tefsirleri şunlardır:

Taberî: Camiü'l-Beyan

Zemahşeri: el-Keşşaf

Fahreddin Razi: Tefsir Kebir

Beydavi: Envaru't-Tenzil

Önemli Türk müfessirleri ve Tefsirleri:

Ebus suud: İrşad-u Aklü's-Selim

ismail Hakkı Bursevî;

Konyalı M, Vehbi:

Elmalı: Hak Dini Kur'an Dili

Hadis: Hz, Peygamberin sözlerini ve davranışlarını ifade eden ha­berlere hadis denir. Hz. Peygamberin hadislerinin gelecek nesillere aktarılması amacıyla İslam alimleri birçok çalışma yapmışlar ve onun hadislerini bir araya getirmeye gayret göstermişleridir. Bu alan­da yazılmış olan ve İslam aleminde Kütüb-ü Sitte diye adlandırılan al­tı kitap ve müellifleri şunlardır:

Buhari; Sahih-i Buharî

Müslim: Sahih-i Müslim

Ebu Davud: Sünen

Nesaî: Sünen İbn Mace: Sünen

Tirmizi: Sünen

imam Malikinin Muvatta'ı ile imam Ahmet'in Mûsned'i de önemlidir,

Fıkıh: Fıkıh, İslam hukuku anlamına getir; ibadet, haram ve he­lal konularım da içerir. Kurucusu imam Azam Ebu Hanife 'dır, imam Malik'in İmam Şafii'nin imam Ahmedin kendilerine özgü fıkıh okulları mevcuttur. Bu bilim dalı ile uğraşan bilginlere fakih denir. İslam'da dört imamın fıkıh okullarına bağlı pek çok hukukçu vardır. Bunlar, çok değerli eserler yazmışlardım En ünlü olanların bazıları ve eserleri şunlardır.

Ömer Nasuhi Bilmen: Hukuk-ı Islamiyye ve Islahatı Fıkhiyye Kamusu

Fıkıh bilginleri, halkın dini kolayca anlaması için ilmihal ve na­maz hocası adı verilen eserler de yazmışlardır,

Kelam; İslam’ın inanç esaslarını konu alan bilini dalına akait, bu bilim dalındaki bilgileri arıklayan ve doğruluğunu kanıtlayan bilim dalma da kelam denir. Ünlü kelamcılardan bazıları ve eserleri şun­lardır:

imam Maturudî :Kitabut-Tevhid

imam Eş'ari [öl,941):

el-İbnu Bakillani (Ö1JO13): el-Tevhid

Ebu Main Nesefi (öl. 1114):

Kelam bilginleri, ayrıca el-Milel ve'n-Nihal adıyla dinlen ve mez­hepleri tanıtan eserler de yazmışlardır, Şehristani'nin bu adı taşıyan eseri ünlüdür,

Kelam alimleri, halk seviyesinde Amentü Şerhleri yazmışlardır.

Çağımızda bilimlerin verilerinden hareket ederek inanç konuları­nı açıklama ve kanıtlama eğilimleri de vardır. Bu anlayışla yazılan en ünlü eser İzmirli ismail Hakkı'nın Yeni İlm-i Kelam'ıdır.

İslam'da, gerek bu ilim dallarına bağlı olan, gerekse bunlardan ayrı bulunan pek çok îslami bilim dalı daha vardır. Mesela; Kuran’la ilgili kıraat, Kur'an tarihi bilimleri böyledir. İslam bilginleri "Bilimler ve Konulan" (Mevzua tü'l-Ulum) adıyla yazdıkları eserlerde bu bilim dallan hakkında genel çizgilerle bilgi vermişlerdir

b. Türk Bilginleri

Türkler arasında, özellikle Türkler taralından kurulun devletler­de pek çok bilgin yetişmiştir. Mensup oldukları ilim dallarına göre bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz;

Tefsir alimleri: Zemahşeri, Ebus Suud, ismail Hakkı Bursevi, Konyalı M. Vehbi, Elmalılı M.Hamdi Yazır.

Hadis: Bedreddin Ayni. Ahmed Naim, Kamil Miras.

Fıkıh: Serahsi, Pezdevi, Fenarî, Molla Hüsrev, İbn Ke­mal, Zembilli Ali Efendi, Ömer Nasuhi Bilmen,

Kelam: Maturudi, Beydavi, Nureddin Sabûni, Hızır Bey, İzmirli ismail Hakkı, Giritli Sırrı Paşa.

Tasavvuf: Ahmet Yesevî, Hacı Bektaşi Veli. Mevlana, Yunus Em­re, Hacı Bayram, Akşemseddin, Emir Sultan, Üftade, Eşrefoğlu Ru­mi, Niyazi Mısri Aziz Mahmud, Hurimi, İbrahim Hakkı Erzurumî, Şeyh Galib, Muhammed Yazıcızade, Şaban-ı Veli.

Tarih: Aşık paşazade, Oruç Bey, ibn Kemal, Hoca Sadeddin, Naima, Müneccim Bası, Cevdet Paşa.

Evliya Çelebi seyahatnameleriyle. Katip Çelebi bibliyografya, ta­rih ve coğrafya alanındaki çalışmalarıyla, Taşköprülü zade ansiklope­dik çalışmalarıyla ün kazanmışlardır.İslam felsefesinin kurucusu olan Farabi. Türk'tür. Yahyalı Esad Efendi de felsefe alanındaki çalışmalarıyla tanınmış tır.

Piri Reis, Seyyid Ali Reis, coğrafya ve harita; Ali Kuşçu ile Mirim Çelebi astronomi: Birunî, astronomi ve coğrafya; ismail Gelenbevi, astronomi ve matematik; ibn Sina tıp alanındaki çalışmalarıyla ta­nınmış Türk düşünürleri ve bilginleridir, bunlardan başka çeşitli ilim dallarında değeri) eserler vermiş, faydalı çalışmalar yapmış birçok Türk bilgini cardır. Dolayısıyla Türkler, İslam uygarlığına önemli kat­kılarda bulunmuşlardır.

4. MÜSLÜMAN TÜRKLERDE SANAT VE EDEBİYAT

a) Sanat ve Sanat Eseri

Doğru, iyi ve faydalı (insana değer veren İslam, güzele ve güzelliğe de önem verir Böylece insanların güzellik duygularını geliştirmeleri için gereken ortamı sağlamış olur.

Güzel sanallara ilgi doğaldır. Estetik de denilen güzele ve güzel­liğe ilgi duyma ve ondan hoşlanma özelliği, insanların yaradılışında vardır, insan, herhangi bir şeyi, ona ihtiyacı olduğu için yapar. Ama ihtiyaç duyduğu şeyin güzel olması ve bir sanat değeri taşımasını da isler. Sanat duygusu ve sanat zevki sanat eserlerinin ortaya yıkma­sına ve gelişmesine sebep olur. Toplumların ve milletlerin kendileri­ne özgü güzellik duygulan ve anlayışları vardır. Bu durum, meydana getirdikleri sanal eserlerinin farklı olması sonucunu doğurur.

En ilkel toplumlar bile maddi ihtiyaçlarını karşılamak için birta­kım zanaatlar geliştirmişler; beslenme, barınma, ve giyinme ihtiyarı­nı karşılamak iyin birtakım aletler icat etmişlerdir. Duvarcılık, demir­cilik, marangozluk ve dokumacılık böyle zanaatlardır. Sanat, zanaat­tan farklıdır Zanaat maddî ve zorunlu bir ihtiyacın karşılanmasını amaçlar. Sanatta ise güzellik duygusu öncelik taşır Mesela; bir taş­çı, tastan bir ev yapar, hu ev hisarını barınma ihtiyacını karşılar. Az çok bilgi ve beceri gerektiren bu ev güzel değilse, insanların ilgisini ve beğenisini çekmiyorsa o bir sanal eseri sayılmam. Ama taştan ya­pılan bir ev. han, köprü, hamam, insanların beğendiği ve hoş­landığı ölçüde güzelse mimari bakımından önemlidir. Arlık o, bir sa­nal eseridir. Böyle bir eser hem bir ihtiyacı karşılar, hem de insanla­rın estetik duygularını tatmin eder,

b) İslam'da Güzel Sanatlara Verilen Değer

Mimarı, oymacılık, yontuculuk, ebruculuk ve hüsnühat gibi göze hitap eden sanalların yanı sıra kulağa hoş eden musiki, şiir ve hi­tabet gibi sanallara İslam’da büyük önem verilmiş ve bunların geliş­tirilmeleri teşvik edilmiştir.

Her şeyden önce güzellik, Allah'ın bir niteliğidir. Onun güzel isim­leri vardır. Hz. Peygamber: "Allah güzeldir, güzelliği sever," buyurmuştur. Güzel olan Allah, her şevi güzel ve kusursuz olarak yaratmıştır. Onun için yüce Allah, yerlere ve göklere tekrar tekrar bak­mamızı emretmekte, onlarda hiçbir uygunsuzluk göremeyeceğimizi belirtmektedir, Yaratılan şeylerin en güzeli ise insandır. Bu konu­da Kur'an'da: "Biz, insanı en güzel şekilde yarattık." buyrulmaktadır. Yüce Allah, insanlığa en değerli hediye olmak üzere kelamını ya­ni Kur'an'ı göndermiştir. Onun kelamı, onun gibi güzeldir. Güzel sos ve sözlerden örülmüş edebî bir şaheserdir, Kur'an, Müslüman edebiyatçılar ve şairler için bir ilham kaynağı olmuştur.

Hz. Peygamberin güzelliği ve sanatı teşvik eden birçok had isi var­dır: "Allah, her şeyi güzel yaratmıştır. Siz de her şeyi güzel yapınız.’’ buyurmuş!ur.

Şiir ve edebi sanatlar, bir hadisle söyle teşvik edilmiştir: "Öyle ifade biçimleri vardır ki büyü gibi etkileyicidir-

Hz. Peygamber, bir hadisinde ise musikiye işaret ederek "Al­lah'ın gönderdiği bütün peygamberlerin sesleri güzel idi. "Kur'an'ı seslerinizle süsleyiniz. buyurmuştur

c) Müslüman Türklerde Gelişmiş Çeşitli Sanat Dalları

Mimarî

Karahanlılar, Gazneliler, Harbem-şahlar, Selçuklular, Osmanlı­lar ve Hint-Türk imparatorluğu gibi Türk hanedanlıkları zama­nında cami, mescit, minare, medrese, tekke, zaviye, türbe, kütüphane, han, hamam, çeş­me, sebil. köprü, su kemeri. hisar, hasta hane, imarethane, kasır, saray, kule ve şadırvan gibi pek çok eser yapılmış, bunların önemli bir kısmı günümüze kadar gele­bilmiştir. Orta Asya, Iran, Afganistan, Hindistan» Anadolu, Balkanlar ve Orta Doğu ülkeleri çeşitli Türk devletleri zamanında yapılan mi­marî eserlerle doludur. Konya, Erzurum, Sivas, Amasya, Bursa, İstanbul ve- Edirne gibi şehirlerimiz, Türkler tarafından yapılan sanat eserlerini bol miktarda barındırır.

Konya'da Alaaddin, Sivas-Divriği'de Ulu Cami, Bursa'da Yeşil Ca­mi, İstanbul’da Süleymaniye, Edirne'de Selimiye camileri burada hatırlanması gereken önemli eserlerden sadece birkaçıdır.

Konya'da Sırçalı ve Karatay medreseleri, Sivas'ta Gök Medrese, Erzurum'da Hatuniye, Bursa'da Yeşil, Yıldı­rım. Muradiye, İstanbul’da Fatih ve Selimiye medreseleri çok sayıda­ki medreselerden sadece birkaçıdır.

Kayseri'deki Gevher Nesibe, Sivas'ta izzettin Keykavus, sadece birer hasta hane değil, ay­nı zamanda tıp eğitimi veren tıp fakülteleri idi.

Çinicilik

Mimari eserlerde süs malzemesi olarak kul­lanmak için çiniciliğe önem verilmiş, renkle­ri, güzelliği ve dayanıklılığı ile ilgi çeken gü­zel çiniler yapılmıştır, İznik ve Kütahya, bu sanatın merkezi idi. Camileri, minareleri ve sarayları süsleyen ve Turkuaz denilen yeşile Çalan ünlü mavi çiniler, burada yapılmıştı. Çiniler, Orta Asya. Iran ve Hindistan'daki mi­mari eserlerde de kullanılmıştır.

Rustem Paşa Camii Türklerin yaşadıkları ve devlet kurdukları çinilerinden bir örnek yerlerde ahşap ve ağaç işçiliğine de önem ve­rilmiştir. Ahşap işlemeler, köşkler ve konaklar arasında sanat değeri büyük olan yapılar çoktur. Taşla yapılan binaların bile birçok kıs­mında a|ğç işçiliğinin en güzel örnekleri görülebilir. Kapı, pencere çerçevesi, merdiven, tavan, dolap, sandık, masa, rahle, minber, kürsülerdir.

Dokumacılık

İnsanların giyim, binaların döşenme ve süslenme ihtiyacını kar­şılamak için dokuma sanayiini geliştiren Müslümanlar, bu alanda da estetik değeri olan giysiler, halılar, kilimler ve benzeri eşyalar üret­mişlerdir.

Yontuculuk

Türklerde ağaç isleme sanatları gibi taş yontma, sanatı da. geliş­miştir. Asker] amaçla yapılan kale ve hisarlar, sivil mimari örnekleri olan saraylar, camiler, medreseler, köprüler, hanlar ve hamamlar özellikle de mezar tablan bu sanatın uygulandığı önemli alanlardır,

Ciltçilik

Bilime önem veren, değerli eserler yazan ve bu eserlerin korunması için kütüphaneler kuran Türkler,ciltçilik sanatını da geliştirmişler­dir. mücellit denilen usta ve hüner sahibi ciltçilerin yaptığı gü­zel ve zarif ciltler iner bir zevkin ve sanatın ürünü olan paha biçilmez değerdedir. Mehmet Çelebi, Kara Mehmet Abdi ve Pir Davud tanınmış ciltçilerdendir..

Süsleme ;

Gerek mimari eserlerin, gerekse kitap ve elit gibi şeylerin süslenmesiyle ilgili bir sanattır. Çeşitli bitkiler, çiçekler, geometrik şekiller. bazen hayvan figürleri süs motifi olarak kullanılmıştır. Süsleme [tez­yinat) sanatı, boyacılığın gelinmesini de etkilemiştir Bitki, hayvan ve geometrik şekillerin stilize edilmesinden meydana gelen arabesk ise bir başka süsleme sanatıdır.

Hüsnühat, yazı sanalı veya güzel yazı anlamına gelir. Bu sanatın ustalarına hattat denir. Arap harfleriyle türlü şekil ve üslûplarla ya­zılan ve estetik bir değer taşıyan hüsnühat. İslam'da bir sanat olarak ortaya çıkmış, bir ölçüde resmin yerini tutmuştur.

Nesih, sülüs, kufi, divanî vb, birçok şekilleri olan hüsnühattın içeriğine ve amacına göre bu şekillerden biri kul­lanılır, Camilerin duvarları, sütunları, mihrap, minber, kapı, çoğu za­man bu tu r yazılardan biriyle süslenir. Ayrıca medrese, tekke, türbe, han, hamam, saray ve kasır gibi binalarda da bu yazı, bir süsleme unsuru olarak kullan ılım şiir,

Bir Türk sanatkarı Şeyh Hamdul­lah, Ahmed Karahisarî, Hafız Osman Yesarîzade, Mustafa Rakım, Mustafa İzzet gibi ünlü Türk hattatları yetişmiştir.

Minyatür

Gölge ve derinlik dikkate alınma­dan, parlak renklerle yapılan re­simlere minyatür denir, İnsan, hayvan, bitki, çeşitli olaylar ve manzaralar minyatür konusu ol­muştur. Şehname, Kelile ve Dinme gibi eserler minyatürlerle süslenmiş, yani resimlenmiştir. Savaş alanları, çeşitli toplantı ve merasimler de bu sa­natla dile getirilmiştir.

En eski minyatür örnekleri. Uygur Türklerinde görülmüştür. Nigari, Kalender ve Seyyid Lokman ünlü Osmanlı minyatürcülerindendir.

Ebru.

süslemeciliğinde kitreli su üzerine serpilen boyalarla bezenmiş kağıt ve bunu hazırlama sanatına ebru denir. Bulut kümelerine benzeyen şekiller gösterdiği için başlangıçla bu sanata ebri (bulutsu) adı verilmiş, daha somu ebru (kas) şekline dönüşmüştür. Türkler bu sanal dalı ile de ilgilenmişler ve nefis sanal eserleri meydana, getirmişlerdir. Şebek Mehmed Efen­di, Şeyh Sadık Efendi, Ayasofya Camii Hatibi Mehmet Efendi, Necmeddin Okyay ve öğrencisi Mustafa Düzgünman ünlü Türk ebrucularındandır.

Şiir ve Edebiyat

Güzel sanatların başında şiir hitabet ve edebiyat gelir. Edebiyat terlini şiir ve hitabetten başka destan, masal, özdeyiş, atasözü, hika­ye, makale, sanatlı düz yazı gibi söz ve yazı türlerini de içerir. Bu ya­zı türlerinden bazıları şunlardır:

Destan: Türkler, dünyada en eski ve en zengin destanlara sahip olan milletlerden biridir. Manas Destanı, Ergenekon Destanı, Alp Er Tunga. Destanı, Oğuz Kağan Dcslam ünlü destanlarımızdan bazıları­dır.

Hikayeler: Battalname, Danişmendname, Saltukname, Cengizname gibi roman ve destan tarzı hikayeler de çoktur. Dede Korkut Hikayeleri bunların en ünlüsüdür.Orbun Abideleri'ndeki yazı ise güzel bir hitabet ve nutuk örneği­dir.

Kaşgarlı Mahmud'un Divan-ı Lügati't-Türk adlı eseri önemli bir sözlük çalışması olduğu Kadar da eski Türk kültürüne ait önemli bir belgedir.

Yusuf Has Hacib'in Kutatgu Bilig. Ahmed Yesevî'nin Divan-ı Hikmet, Şeyyari Hamza'nın Yusuf Kıssası, Türk edebiyatının ve şi­irinin en eski örneklerinden olan çok değerli eserlerdir

Anadolu Türk Edebiyatının en önemli ürünleri ve bunların yazarları arasında Mevlana'nın Mesnevi'si, Yunus Emre'nin Divan'ı. Aşık Paşa'nın Garibname'sli, Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i önemli sanat eserleridir.

Fuzuli, Eşrefoğlu Abdullah, Niyazi Mısrî Aziz Mahmud HüdaiGalib Dede, Baki, Nefi, Nedim, Nabi, Karacaoğlan, Köroğlu, Emrah, Kaygusuz-Abdal, Pir Sultan Abdal, Namık Kemal, Ziya Paşa, Mehmet Akif büyük Türk sairlerimizdendir. Bunların bir kısmı tasavvuf şairi, diğer bir kısmı divan şairi, öbürleri de halk sairidir.

Çeşitli bölgelerde yaşayan ve farklı lehçeler konuşan bütün Türk kavimlerinin, özellikle Osmanlıların çok köklü ve zengin bir edebiyat gelenekleri vardır.

Musiki .

Musiki bütün milletlerin, bu arada Türklerin çok eski zamanlar­dan beri ilgisini çeken bir sanal dalıdır. Türk ezgileri ve çalgıları çok önemlidir. Türk milletinin önemli ve nitelikleri bu ezgilerde ve çalgılarda gizli olduğu için:'Türkü bilmeyen, Türk'ü bilmez^ denilmiş­tir.
Dinî musiki (ilahîler), sanat musikisi (şarkılar), halk musikisi (türküler) olmak üzere üç türlü müzik geleneğine sahip olan Türkler, her üç dalda da çok değerli eserler meydana getirmişler ve büyük bestekarlar yetiştirmişlerdir.

Abdulkadir Meragî. Dede Efendi, Itri, Hafız Post Sadullah Ağa, Hacı Arif Bey ve Tamburi Cemil bey, büyük Türk bestekarlarından sadece birkaçıdır.

Yorum Gönder

 
Top