0

LİSE 1 DERS NOTLARI

ÜNİTE 1 ÖĞRENME ALANI: İNANÇ

9. Sınıf

İNSAN VE DİN

1. İnsanın Evrendeki Konumu

2. İnsanın Doğası ve Din

3. Dinin İnsan Hayatındaki Yeri ve Önemi

4. İnanmanın Çeşitli Biçimleri

4.1. Tek Tanrıcılık (Monoteizm)

4.2. Çok Tanrıcılık (Politeizm)

4.3. Gizemcilik (Gnostisizm)

4.4. Bilinemezcilik (Agnostisizm)

4.5. Tanrı Tanımazlık (Ateizm)

ÜNİTE 2 ÖĞRENME ALANI: İBADET

9. Sınıf

TEMİZLİK VE İBADET

1. İbadet Kavramı

2. Niçin İbadet Edilir?

3. İbadetin Kapsamı

4. İbadet-Temizlik İlişkisi

5. Temizlik

5.1. Beden Temizliği: Gusül

5.2. Namaza Hazırlık: Abdest

5.3. Teyemmüm

5.4. Mekân ve Çevre Temizliği

ÖĞRENME ALANI: HZ. MUHAMMED

9. Sınıf

HZ. MUHAMMED’İN HAYATI

1. Hz. Muhammmed’in Doğduğu Ortam

2. Hz. Muhammmed’in Doğumu Çocukluğu ve Gençliği

3. Hz. Muhammed’e Vahyin Gelişi

4. Hz. Muhammed’in Hicreti

5. Hz. Muhammmed’in Toplumsal Barışa Yönelik Etkinlikleri

6. Hz. Muhammed’in İslâm’ı Yayma Çabaları

7. Veda Hutbesi’nde Evrensel Mesajlar

8. Hz. Muhammed’in Vefatı

Okuma Metni: Eş Olarak Hz. Hatice (bk. s.82)

ÖĞRENME ALANI: VAHİY VE AKIL

9. Sınıf

KUR’AN VE ANA KONULARI

1. Kur’an-ı Kerim İslâm Dininin Temel Kaynağıdır.

2. Kur’an-ı Kerim’in Tarihi

3. Kur’an’la İlgili Bazı Kavramlar

3.1. Kur’an’ın İç Düzeni ile İlgili Kavramlar (Ayet, Sure, Cüz, Mushaf)

3.2. Kur’an’ın Okunması ile İlgili Kavramlar (Tecvid, Mukabele, Hatim, Hafızlık)

3.3. Kur’an’ın Anlaşılması ve Yorumlanmasıyla İlgili Kavramlar (Meâl, Tefsir)

4. Kur’an-ı Kerim’in Belli Başlı Konuları

4.1. İnanç

4.2. İbadet

4.3. Ahlâk

5. Kültürümüzde Kur’an’ın Yeri ve Önemi

ÖĞRENME ALANI: AHLÂK VE DEĞERLER

9. Sınıf

DEĞERLER VE AİLE

1. Değer Nedir ve Nasıl Oluşur?

2. Değerlerin Oluşumuna Dinin Etkisi

2.1.Örf ve Adetlerin Dinle İlişkisi

2.2.Ahlâkî Değerlerin Dinle İlişkisi

3. Kişilik Gelişiminde Değerlerin Etkisi

4. Toplumu Birleştiren Temel Değerler

4.1. Vatan ve Ülkü Birliği

4.2. Bayrak ve İstiklâl Marşı

4.3. Hürriyet ve Bağımsızlık

4.4. İnsan Haklarına Saygı

4.5. Millî Seciye Kavramı ve Atatürk

5. Aile Toplumun Temelidir.

6. Dinler Evliliğe Önem Verir.

7. Kur’an’dan ve Hz Peygamber’den Aile ile İlgili Öğütler

7.1. Ailenin Kurulması ve Korunması ile İlgili Öğütler

7.2. Aile İçi İletişim İle ilgili Öğütler

7.3. Aile İçi Görev ve Sorumlulukla İlgili Öğütler

7.4. Hısım ve Akrabalarla İlgili Öğütler

Okuma Metni: Hz. Fatıma ve Aile Fertleriyle İlişkileri (bk. s.84)

ÖĞRENME ALANI: DİN VE LAİKLİK

9. Sınıf

LAİKLİK VE DİN

1. Din Bireyi Esas Alır.

2. Laikliği Doğuran Nedenler

3. Laik Devlet

4. Laiklik Din ve Vicdan Özgürlüğünün Güvencesidir.

5. Atatürk’ün Laiklik Anlayışı

ÖĞRENME ALANI: DİN, KÜLTÜR VE MEDENİYET

9. Sınıf

TÜRKLER VE MÜSLÜMANLIK

1. Türklerin Müslüman Oluşu

2. Türklerde İslâm Anlayışının Oluşmasında Etkili Olan Şahsiyetler

2.1. Ebû Hanife

2.2. Mâturidî

2.3. Şafiî

2.4. Eş’arî

2.5. Ahmet Yesevî

2.6. Ahî Evran

2.7. Hacı Bektaş Veli

2.8. Mevlânâ

2.9. Yunus Emre

2.10. Hacı Bayram Veli

3.Türklerin İslâm Medeniyetine Katkıları

ÜNİTE 1 ÖĞRENME ALANI: İNANÇ

İNSAN VE DİN

1. İnsanın Evrendeki Konumu

2. İnsanın Doğası ve Din

3. Dinin İnsan Hayatındaki Yeri ve Önemi

4. İnanmanın Çeşitli Biçimleri

4.1. Tek Tanrıcılık (Monoteizm)

4.2. Çok Tanrıcılık (Politeizm)

4.3. Gizemcilik (Gnostisizm)

4.4. Bilinemezcilik (Agnostisizm)

4.5. Tanrı Tanımazlık (Ateizm)

1. İNSANIN EVRENDEKİ KONUMU

İçinde yaşadığımız evren Allah tarafından yaratılmıştır. Evrende sayısız varlıklar vardır. Gökyüzü, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, denizler, hayvanlar, bitkiler, gördüğümüz ve görmediğimiz daha milyarlarca varlık evreni oluşturmaktadır. Her bir varlığın kendisine göre bir görev ve sorumluluğu var­dır. Mesela dünyaya yakın olduğu için hakkında bir kısım bilgiler elde etti­ğimiz güneş, sahip olduğu 12.000 F0 sıcaklığı ile bizleri aydınlatıp ısıtmak­tadır. Dev yapılı 1.393.000 Km çapındaki kızgın bir gaz kütlesi olan güne­şin dünyaya uzaklığı 149.600.000 km'dir. Saniyede 600 milyon ton hidroje­ni helyuma dönüştürmektedir. Yani bir saniyede binlerce hidrojen bombası patlatmaktadır Bu büyüklüğüne rağmen güneş, evrendeki milyarlarca ga­laksiden biri olan Samanyolunun sadece bir yıldızıdır. Aslında güneş, ev­rendeki diğer bazı yıldızlara göre oldukça küçük sayılır. Fakat dünyaya ya­kın olduğu için büyük görünür Güneşten milyarlarca kat daha büyük yıldız­lar vardır

İşte bu koca evrendeki milyarlarca varlık arasında öyle bir varlık vardır ki Yüce Allah onu en şerefli ve en üstün bir şekilde yaratmıştır. Şüphesiz bu kıymetli varlık insandır. Cenab-ı Allah kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim'de: "Biz insanı en güzel biçimde yarattık" buyurmaktadır. Buna göre Allah, insana diğer varlıklara göre daha fazla değer vermiştir. Aslında Allah'ın ya­rattığı her şey güzeldir ama bunların en güzeli insandır. O halde insan, Al­lah katında diğer varlıkların yanında farklı bir yere sahiptir. Çünkü o, AI­lah'tan bir parça ruh taşımaktadır. Bu konudaki ayet şöyledir: "Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir..."

Bu ayet­ler, insanın hem beden yönüyle hem de ruh yönüyle güzel bir biçimde yara­tıldığını göstermektedir. . Buna göre evren, insan merkezlidir. insanın olmadığı bir evrenin anlamı ve değeri yoktur.

Diri bir hayat yaşamak, insan için gerekliliği inkar ,edilemez bir özelliktir. Bu, insanın inanmaya ve ibadet etmeye ihtiyaç duyan bir varlık olarak yaratılmasından kaynaklanmaktadır. Dinin fert ve toplum 'hayatında yeri v,e öne­mini şu şekilde sıralayabiliriz:

Ruh; sırların, bilginin, erdemin, gerçeklerin ve sağduyunun kaynağıdır. Böylece Allah, kendisindeki pek çok özellikleri, en üstün ve en mükemmel biçimde yarattığı insana bağışlamıştır. Bundan dolayı evrendeki diğer tüm varlıkların farklı yönlerini kendisinde toplayan insana "büyük evren" denil­miştir.

2.İNSANIN DOĞASI VE DİN

İnsan, evrendeki diğer varlıklara göre farklı yaratılmıştır. İnsanın maddi (beden) yönüyle beraber bir de manevi (ruh) yönü vardır. Esasen insanı di­ğer varlıklardan ayıran en belirgin özelliği bu yönünün olmasıdır. Bu sayede insan, kendisine ait bir iç alem oluşturur ki buna "karakter" veya "şahsiyet" de denilir. insanın bu özelliği, onun çevresinden etkilenmesine neden olur. Böylece insan; çaresizlik, korku, hastalık, yalnızlık, felaketler karşısında kendisine bağlanacağı ve yardım isteyeceği bir sığınak ,arar. işte bu nokta­dan itibaren insanın imdadına din duygusu karşılık vermektedir. Yani insa­nın manevi yönünü rahatlatan bu duygu, din duygusudur.

İnsanın maddi (beden) ihtiyaçlarını karşılamak nasıl gerekli ise, manevi (ruh) ihtiyaçların karşılamak da o kadar önemlidir. Bu, insan için bir denge­dir. insanın her yönüyle sağlıklı olması için bu denge son derece önemlidir. Bundan dolayı insanın iç alemini rahatlatacak olan yegane kurum ise dindir. insan için bu inkar edilemez bir gerçektir.

Dinin kaynağı Allah'tır. ilahi bir temele dayanmayan, kuralları insanlar ta­rafından konulmuş olan sistemler gerçek din olamazlar. Çünkü dinleri biz­lere, Allah tarafından insanlar arasından seçilip görevlendirilen pey­gamberler tarafından ulaştrnrlar. Allah'ın elçisi olan bu seçkin insanlar, vahiy adı verilen çok özel bir metotla Cebrail vasıtasıyla Allah'tan aldıkları ilahı buyrukları insanlara iletirler. Buna göre din; Allah'ın melek aracılığı ile peygamberlere ulaştırdığı. peygamberlerin de insanlara anlattığı, amacı dünyada ve ahirette mutluluğu sağlamak olan ilahi kurallar", de­nir. Güvenme, bağlanma ve sığınma duyguları insanda öylesine derindir ki hiçbir güç ve kuvvet bunları silip atamaz. Bu nedenle tarihin hiçbir dönemin­de dinsiz bir topluluk olmamıştır. insanlık tarihi boyunca istisnasız bütün in­sanlar şu veya bu şekilde bir varlığa mutlaka inanmışlardır. Şüphesiz kendi­sine sığınılıp bağlanılacak en mükemmel ve en yüce varlık kainatın yaratı­cısı olan Yüce Allah'tır.

3-DİNİN İNSAN HAYATINDAKİ YERİ VE ÖNEMİ

insana hitap eden ve İnsan için var olan din, tarihin hiçbir döneminde or­tadan kalkmayan sağlayan bir kurumdur. Tarih boyunca dinsiz bir toplum as­la olmamıştır. insanlık tarihinin her döneminde din, canlılığını korumuş dina­mik bir güç olmuştur. Bundan dolayı insan hayatının en temel ihtiyacı ve ay­rılmaz bir vasfı haline gelmiştir

Din, insanlık tarihinin başından beri var olmuş çok kuvvetli ve köklü bir ol­gudur. ilk insan Hz. Adem'i yaratılmasıyla beraber, din de var olmuştur. Çünkü yüce Allah, insanların dünyada nasıl davranmaları gerektiğini dini ku­rallar yoluyla bildirmiştir. O hak din, insanlık tarihi kadar eskidir. Bu neden­le diyebiliriz ki din, tarihin bütün devirlerinde ve bütün toplumlarda her za­man var olmuş ve tarih boyunca varlığını sürdürmüştür. Ayrıca din, insanlı­ğın vazgeçilmez bir gerçeğidir.

Dinin Fert ve Toplum Hayatındaki Yeri Ve Önemi

1. Din, akıl ve irade sahibi insanlara hitap eder. Akıl hastalarının ve mü­kellef çağına gelmemiş çocukların dinı sorumlulukları yoktur.

2. Dinin amacı, insanları dünyada ve ahirette mutluluğa ulaştırmaktır

3. Din, gönüllü ve içten gelen samimi duygularla bağlanma esasına da­yanır

4. Din, insanı içten ve dıştan kuşatan manevi bir değer ve disiplindir.

5. Din duygusu ve buna bağlı olarak ibadetler, insanı anlamsız ve zarar ­ve kuruntulardan uzaklaştırarak iç huzur verir.

6. Din ; diğer varlıklara nazaran insana akıl ve irade sahibi olduğunu hatırlatarak maddenin ve nefsinin esiri olmasını engeller

7. Din, hayatımıza anlam katan 'en saygın ve en üstün değerlerden biri­dir. insanoğlu yaratıldığı günden beri kendi kendine; "Ben kimim?", "Beni kim yarattı?", "Beni niçin yarattı?", "Nereden geldim ve nereye gidiyorum?"; insanı diğer tüm varlıklardan farklı yaratan yüce Allah, ona ihtiyaç duydu­ğu her türlü imkanı ve fırsatı da vermiştir. ilk insan Hz Adem ile beraber, in­sanın neye, nasıl inanacağını da öğretmiştir. Esasen yüce Yaratıcı, insanı hiçbir zaman bilgisiz bırakmamıştır. Çeşitli zamanlarda gerek duydukça in­sanlar arasından seçtiği seçkin elçiler aracılığı ile insanlara doğru inancı ve doğru yolu bildirmiştir. Zaman içerisinde insanlar, Allah'tan gelen bu doğru inanma ve uygulama biçimlerini çeşitli nedenlerden dolayı ya değiştirmişler ya da kaybetmişlerdir. Böylece inanma biçimlerinde farklılıklar meydana gel­miştir.

8. insan, yapısı itibariyle dine muhtaçtır. Çünkü insan ruh ve bedenden ibarettir. Şüphesiz insanın ruhi ihtiyaçlarını karşılayan en sağlam müesse­se dindir. Hiçbir kurum veya olgu insandaki bu doğuştan gelen duyguyu tatmin edemez. Eğer insanın inanma veya din ihtiyacı sağlıklı bir şekilde karşılanmazsa, zamanla hem ferdin hem de toplumun bünyesinde kapan­ması zor yaralar açılır. Birçok ilkel ve sapık inanma ve tapınma tarzları or­taya çıkar

9- Din, insanı iyilik yapmaya sevk ettiği gibi kötülüklerden de uzak tutar. Dini inanç ve uygulamalar, insanın irade ve karakterini güçlendirir. içgüdüle­rine, sıradan ve basit arzularına esir olmaktan kurtarır. Kötülüklere karşı mü­cadele etmede güç ve cesaret verir. Böylece kişinin gönlünde ve vicdanın­da manevi bir otorite olarak yerleşen Allah sevgisi ve korkusu, her zaman ve her yerde insanın dikkatli ve temkinli davranmasını sağlar. Bu da insan sadece Allah'a karşı boyun eğmeye yönlendirir

10. Din, bütün insanları saygın ve kardeş ederek fert ve toplumu kutsal duygu, ortak bilinç ve amaç etrafında birleştirir. Bu manevi değerler, insan­ların kolayca kaynaşıp anlaşmasını sağlar. Dolayısıyla toplumda mal, mülk, makam, mevki, şan, şöhret, ırk, renk gibi bütün farklılıklar silinerek sevgi, saygı, hoşgörü, kardeşlik, birlik, beraberlik gibi duygular yaygınlaşır. Bütün bunlar da fert ve toplumdaki eşitsizlikleri, düşmanlıkları, kıskançlıkları orta­dan kaldırarak barış ve sevginin hakim olmasını 'sağlar

4. İNANMANIN ÇEŞİTLİ BİÇİMLERİ

İnanmak, insanın iç dünyası ve rızasına bağlı bir davranıştır. Bu ey­lemin "neden"lerini ve "niçin"lerini kişinin kendisinden başka kimsenin bilme­si mümkün değildir. Tamamen insan ruhunun ve kişisel tercihlerin meylet­mesiyle oluşur. Bu sebeple insanlık tarihi boyunca çeşitli inanma biçimleri ol­muştur. Bunların bir kısmı doğru ve isabetli olmakla beraber, bir kısmı da yanlış ve isabetsiz olmuştur.

Her millet içinde mutlaka bir peygamber gelip geçmiştir. Ayrıca bir başka ayette de şöyle demektedir: "Her ümmetin bir peygamberi vardır." Buna göre insanoğlu, tarihin hiçbir zaman diliminde gerçek iman ve bilgiden mahrum kalmamıştır. Ne yazık ki bu gerçeğe rağ­men insanlar zaman içinde vahye dayanmayan birtakım yanlış ve sapık inançlara da kapılmışlardır.

İnanç biçimleri bugüne kadar çok farklı şekillerde sınıflandırılmıştır. Gü­nümüzde din alanında araştırma yapanlar genellikle dinleri ilah (Tanrı) kavramı açısından ele alarak sınıflandırmaktadırlar. Buna göre farklı biçimlerde tezahür eden inanma biçimlerini şu şekilde sıralayabiliriz:

A- TEK TANRICILIK (MONOTEİZM):

Mono, bir ve tek, teizm ise tanrıcılık demektir. Buna göre monoteizm, bir ve tek Allah'a inanma biçimidir. Bu inanç biçimi, evrenin ve içindeki her şe­yin yoktan yaratan mutlak bir Yaratıcıyı ve O'nun her şeye hakim olduğunu kabul eder. Şüphesiz bu güç ve kudret sahibi yaratıcı Allah'tır. O'nun gücü her şeye yeter. Allah, işiten, gören, bilen, ezeli (başlangıçsız) ve ebedi (son­suz) olan, zamanı ve mekânı olmayan yüce ve aşkın bir varlıktır. Var oluşu­muzun sebebi ve kaynağıdır.

Vahye dayalı bütün dinlerde Tek tanrı (monoteizm) inancı vardır. Tek tanrı inancına sahip dinler; Yahudilik, Hrıstiyanlık ve İslam’dır. Ancak zamanla bu inanç bozulmuş, yerine birtakım beşeri inanç biçimleri ortaya çıkmıştır. Bununla beraber, bütün dinler arasında Allah inancını en saf. ve en sade şekliyle koruyan İslam olmuştur. Çünkü İslam, getirdiği "Tevhit" anlayışı ile Allah'ın bir ve tek olduğunu, eşi ve benzeri olmadığı, doğmadığı, doğurma­dığı, hiçbir şeye muhtaç olmadığını, kendisine ait isim ve sıfatlarının bulun­duğu görüşünü hakim kılmıştır. Dolayısıyla Allah ile insan arasındaki mesafe, Yaratan ile yaratılmış bilinciyle muhafaza edilmiş, ne insan tanrılaştırıl­mış ne de Allah .insanlaştırılmıştır.

İnanma biçimi vahye dayalı olmasına rağmen Yahudilik ve Hrıstiyanlık, özlerindeki saf bir tek tanrı anlayışını koruyamamışlardır. Yahudilikteki "Tek­tanrı", millileştirilip sadece Yahudilere hasredilmiş ve insanı sıfatlarla nitelendirilmiştir. Hıristiyanlıktaki "Üçleme (Teslis)", tek tanrı şeklinde yorumlan­mış, Hz. İsa ilahlaştırılmış, Allah da insani özellikler taşıyan bir hal almış ve yücelik vasfını kaybetmiştir.

B- ÇOK TANRICILIK (POLİTEİZM)

Politeizm, çok tanrıcılık demektir. Monoteizm'in zıddıdır. Bu inanç biçimi­ne göre, evrende birden çok ilah vardır. Eski Yunan, Mısır ve Roma dinleri çok tanrılı dinlerdendi. Birçok ilahiyatçı, sosyolog ve filozofa göre, zamanla insanlar peygamberlerin getirdikleri dinleri unutarak veya terk ederek yanlış inanma biçimlerine kapılmışlardır. Bu sebeple ortaya çıkardıkları dinler de oldukça ilkeldir. Bazı insanlar, canlı cansız bütün varlıklarda kutsal bir ruh bulunduğuna inanmışlar ve bu ruhlara tapınmaya başlamışlardır. Böylece Ruhçuluk (Ani­mizm) denilen bir din ortaya çıkmıştır. Yine bazı insanlar; güneş, yıldız, yağ­mur, şimşek, toprak vs gibi tabiat olaylarını ve kuvvetlerini ilahlaştırmışlar ve tabiatçılık (Natürizm) inancının doğmasına sebep olmuşlardır. Sonra bu gibi kuvvet!er şekillendirilmiş. ve putlaştırılmıştır. Bunun neticesinde de Totem­cilik (Totemizm), Fetişçilik (Fetişizm) ve Putçuluk (Paganizm) dinleri ortaya çıkmıştır. Bütün bu dinlerin hepsi çok tanrılı (politeist) bir din anlayışına sa­hiptirler. Oysa Yüce Allah tarafından bir peygamber aracılığı ile gönderilen ve kutsal bir kitabı veya metni olan dinlerin hepsi, çok tanrıcılık düşüncesi­ne karşı çıkmışlar ve Allah'ın birliğini (Tevhidi) anlatmışlardır.

C- GİZEMCİLİK (GNOSTİZİM)

Gnos; bilgi, yüksek ilim demektir. .Gnostizm ise; bilinebilirlik, bilinircilik demektir. Fakat bu bilgi, bilimsel bilgiden ayrıdır. İslam alimleri bu tür bilgiye “marifet" veya "arifane" demeyi uygun bulmuşlardır. Esasen ilim, genel nite­likteki bilgileri; marifet ise, özel ve ayrıntılı bilgileri ifade eder. Buna "dini sır­ların yüce bilgisi", "gizli bilgi" veya "vahiy ya da ilham edilmiş bilgi" demek de mümkündür. Başka bir ifade ile, gnostik bilgide bir gizemlilik ve kendiliğinden var olma gibi bir durum söz konusudur.Herkesin elde edeceği bir bilgi değildir. Ruhları yüksek bazı kimselere mahsustur.

Müslüman alimlerden "marifet"e önem verenler olmuştur. Ancak hiçbir zaman bu tür gizemli ve mistik bilginin vahiyden üstün olduğunu iddia etme­mişlerdir. Marifetin mümkün olduğunu kabul etmişler, ama ilimsiz marifeti de imkansız görmüşlerdir. Çünkü bu tür özel bilgilerin temelinde, bilimsel bilgi­ olması gerektiğini savunmuşlardır.

Gnostizmi felsefi bir akım gibi algılayanlar, elde ettikleri bu tabiat üstü bil­giyi dini kaynaklardan daha üstün kabul etmişlerdir. Bu akım, insanların tek­rar bedenen dirilemeyeceğine inanır. Onlara göre, kötülüklerin nesilden. ne­sile devam etmemesi için evlenmemek daha doğrudur. Bu tür inanma biçim­leri İslam düşüncesi içinde asla yer almamıştır. Bunlar vahye aykırı, yanlış düşüncelerdir. Çünkü ne Yüce Allah'ın ne de O'nun kutlu peygamberlerinin söylediklerine uymaz

D-BİLİNEMEZCİLİK (AGNOSTİSİZM)

Gnostisizmin zıddıdır. Agnostisizm düşüncesine göre, insan aklı ve zihni­nin hiçbir şeyi bilmesi mümkün değildir. İnsan, evrendeki nesnelerin ve olay­ların ilk sebepleri ve son gayeleri gibi metafizik gerçekleri asla bilemez. Buna Yüce Allah da dahildir. Bu nedenle insan aklının ve zihninin(reel) gerçek bir değeri yoktur. Objektif bir bilgi ve metafizik (fizik ötesi) mümkün değildir­

; Sahip olduğumuz veya elde edeceğimiz bilgiler, varlık hakkındaki problemlerimizi çözmeye yetmez.

Aklı sınırlı olan insan, varlık karşısında çaresizdir. Dôlayışıyla,:Allahın varlığını veya yokluğunu bilmesi mümkün değildir. Bu insanın şüpheci tavırlar sergilemesine neden olmaktadır. Agnostiklere göre bilgi edinmenin imkansız olmasıdır. Çünkü insanın bilgi edinmesini engelleyen bir çok engeller ve çaresizlikler vardır Felsefi bir akım olan agnostisizm (bilinmezcilik ) düşüncesi özellikle Allah hakkındaki bilginin duyularımızla algılanamayacağını iddia eder. Çünkü AI­lah, duyusal deneyimlerimizin dışındadır. Dolayısıyla Allahı duyularımızla algılayamayacağımız için var olup olmadığı konusunda bir yargıya varmamız mümkün olamaz. Görüldüğü gibi agnostisizm,' doğrudan Allah'ı inkar edip reddetmemektedir. O'nun hakkında bilgi edinmenin olduğunu söyleyerek Allah ile ilgili herhangi bir yargıya varamayacağını iddia etmek­tedir.

Vahye dayanmayan bu akım da doğruya isabet ettirememiştir. Zira vahiy ürünü olan din, gerçek varlığın bilgisine ulaşılamayacağını kabul etmekle beraber, ulaşılsa da bu, bilgi ve akıl ile değil, iman ile mümkün olacağını söylemektedir

E . TANRI TANIMAZLIK (ATEİZM)

Allah'ın varlığını inkar eden görüşe ateizm denmektedir. Felsefi bir akım

olan bu düşünce Allah'!, ruhu inkar ederken alemin t.tesadüfler sonucu birta­kım kombinezonları ile meydana geldiğini kabul ve iddia eder. Tabiat olayla­rının izahında hiçbir neden tanımaz. Daha geniş anlamıyla Allah'ı yaşamına dahil etmeyen, hatta bunun gereğini bile duymayan görüş olarak ifade edil­mektedir. Bu anlamıyla ateizm, dini inançsızlığa ve dini olan tüm değerler ile dinlerin hepsine karşı olmak demektir. Bu akımın temeli ve kaynağı materyalizmdir (maddecilik). Pozitif bilim­lerin gelişmesi ateizme büyük destek sağlarken, bazı aydınlar arasında bir moda salgını gibi yayılmıştır. En belirgin olarak Marksizm'de ortaya çık­mıştır.

ÜNİTE 2 ÖĞRENME ALANI: İBADET

TEMİZLİK VE İBADET

1. İbadet Kavramı

2. Niçin İbadet Edilir?

3. İbadetin Kapsamı

4. İbadet-Temizlik İlişkisi

5. Temizlik

5.1. Beden Temizliği: Gusül

5.3. Namaza Hazırlık: Abdest

5.3. Teyemmüm

5.4. Mekân ve Çevre Temizliği

İSLAM'DA İBADET ANLAYIŞI

ibadet; sözlükte, Yüce Allah'ın emir ve yasaklarına itaat etmek ve kullukta bulunmak anlamlarına gelmekledir. Terim olarak ibadet; bi­zi yaratan ve çevremizi bin bir türlü nimetlerle donatan Yüce Rabb'imize karşı saygıda bulunmak, onun emir ve yasaklarına uymak, yapmakla yükümlü olduğumuz kulluk görevini yerine getirmektir.

insanın görevi, varlığını borçlu olduğu yaratıcısının emir ve yasak­larına göre hareket etmek, iş ve davranışlarında onun hoşnutluğunu gözetmektir. Allah'ın nelerden razı olup nelerden razı olmadığını öğ­renmek ise kulluk görevinin yerine getirilmesinde önemli bir rol oy­nar.

ibadet sadece namaz, oruç gibi şeylerle sınırlı değildir. Bu ibadet­lerle beraber, Allah'ın rızasına uygun çalışıp, helal yoldan kazanç te­min etmek, ılım öğrenmek ve öğretmek, insanların yararına işler yap­mak, hepsi birer ibadettir.

Allah'ın bize sa­yısız iyilikleri ve ni­metleri vardır Bizi yoktan yaratıp, bize hayat veren, bütün evreni hizmetimize sunan, bize akıl ve­rerek üstün bir var­lık yapan Allah'tır. Akıl gücünü kulla­narak niçin ona iba­det etmemiz gerek­tiğini anlamak zor değildir. Örneğin; bize verilen küçük bir hediye, yapılan bir iyilik karsısında teşekkür etmeği İhmal etmeyiz. O halde bizi yaralan, çevremizi güzelliklerle süsleyen, sayısız nimetler ve güzel duygular veren Yüce Allah'a kullukta kusur etmemeliyiz.

İBADET ÇEŞİTLERİ :

1-Bedenle yapılan ibadetler : Namaz, oruç gibi.

2-Malla yapılan ibadetler : Zekat gibi.

3-Hem beden hem malla yapılan ibadetler : Hac gibi.

İslamın şartları :

1-Namaz kılmak. 4.) Hacca gitmek.

2-Oruç tutmak. 5.) Kelime-i Şehadet getirmek.

3-Zekat vermek.

-Yapılışına göre ibadet çeşitleri

1-Farz ibadetler: *Namaz (Beş vakit namazın farzları) ve kazaları,

*Oruç (ramazan orucu ) ve kazası

*Zekat

*Hacc

2-Vacip ibadetler:*Bayram namazları,

*Vitr namazı,

*Kurban kesmek

3-Sünnet ibadetler: *Namazlardaki sünnetler

*Üçaylarda , mübarek geçelerde, sevap kazanmak amacıyla tutulan oruçlar,

*Sadakalar,Fitreler,

*Ümre haccı

4-Nafile ibadetler: *Her türlü ,vakit ,kaza namazları dışındaki ibadetler.(Teeccüd namazı, istiare namazı ,tevbe namazı,

*Her türlü sadaka

*Diğer insanlara karşı yapılan iyi davranışlar,

- Niçin ibadet ediyoruz?Biz insanları yaratan yüce Allahtır.Allah bizlerin yaptığı hiçbirşeye muhtaç değildir.Ancak biz müslümanlar Allaha olan sevgi ve saygımızdan, kulluğumuzdan dolayı şükür ifadesi olarak ibadet ederiz.Allah Teala Kur'anda " Ben insanları ve cinleri yanlızca bana kulluk etsinler diye yarattım."buyurur.Allaha yakınlığımız O'na karşı yaptığımız ibadetlerle ölçülür.İnsan Şeytanın şerrinden Allaha sığınmak ve verdiği nimetlere şükür etmek zorundadır.Bu sebeple Allaha ibadet eder yasaklarından kaçınırız.

-İbadetlerin bizlere kazandırdığı iyi alışkanlıklar nelerdir?

1-Allahın rızasını kazandırır.

2-Günlük hayatımızı düzene koyar.

3-Temizlik alışkanlığı kazandırır.

4-Ahlakımızı ve davranışlarımızı düzenler,

5-Başkalarına karşı sorumluluklarımızı yerine getirmemizi sağlar.

6-Toplumda kargaşa ve anarşiyi önler.

Namazın faydaları :

Namaz; Hayasızlıktan ve kötülükten alı koyar, imanımızı kuvvetlendirir, gönül rahatlığı, sorumluluk duygusu ve temizlik alışkanlığı kazandırır.

Orucun faydaları :

Ruhu terbiye eder, iradeyi güçlendirir, insanın nefsine hakim olma yeteneğini kazandırır, ruhi olgunluğa ulaştırır. İnsanlar arasında yardımlaşma ve kaynaşmayı sağlar.

Zekatın faydaları :

İnsanın mala olan düşkünlüğünü giderir. Onu malın esiri olmaktan kurtarır. Kanaatkar ve mutlu olmasını sağlar. Zekat sayesinde zenginle yoksul arasındaki büyük farklılıklar kapanır. İnsanlar birbirleriyle kaynaşır. İnsandaki kin ve kıskançlık duyguları, sevgi, saygı ve dostluk duygularına dönüşür.

Haccın faydaları :

Hac ibadeti, insanın kötülüklerden uzaklaşmasını ve iyiliğe yönelmesini sağlar. İnsanlar arasındaki eşitlik , birlik ve dayanışmanın işaretidir. Ayrıca İslam ülkeleri arasında birlik ve beraberlik duygusunu geliştirir.

MÜKELLEFİN GÖREVLERİ

FARZ :

Farz-ı ayn : Her müslümanın yapmakla yükümlü olduğu dini emirlere denir. Namaz kılmak, oruç tutmak gibi.

Farz-ı kifaye : Bazı Müslümanların yapmasıyla diğerlerinin üzerinden kalkan dini görevlerdir. Cenaze namazı gibi.

Vacip :

Yapılması farz kadar kesin olmamakla birlikte, Allah’ın mükelleften yapmasını istediği emirlerdir. Kurban kesmek, bayram namazları, vitir namazı ve fitre vermek gibi.

Sünnet :

Peygamberimizin hayatı boyunca söylemiş olduğu sözlere, yapmış olduğu iş ve davranışlara denir. Beş vakit namazın sünneti, yemekten önce ve sonra elleri yıkamak, yemeğe besmele ile başlamak gibi.

Müstehap :

Yapılmasında sevap olup terk edilmesinde günah bulunmayan söz, iş ve davranışlardır. Farz ve Vacibin dışında kılınan namaz ve tutulan oruçlar gibi.

Mübah :

Yapılıp yapılmamasında herhangi bir günah veya sevap bulunmayan iş ve davranışlardır. Yemek-içmek, uyumak gibi.

HARAM :

Allah tarafından,yapılması kesinlikle yasaklanan fiillere denir. Zina etmek, adam öldürmek gibi. Haram ikiye ayrılır. Bunlar ;

1-Asli haram : Özünde haramlık taşıyan her şey. İçki, domuz eti, zehir ve uyuşturucu gibi.

2-Arizi haram : Helal olan bir şeyin sonradan haram olması.Ekmek helaldir. Çalınırsa haram olur.

Mekruh : Yapılması hoş karşılanmayan, iyi görülmeyen işlerdir. Güneş doğarken namaz kılmak, soğan, sarımsak gibi kokulu şeyler yiyerek camiye gitmek .

Müfsit :

Başlanmış bir ibadeti bozan,söz, iş, hareket ve davranışlara denir. Namaz kılarken gülmek, konuşmak, oruçlu iken bir şeyler yiyip-içmek gibi.

İslam’da emir ve yasaklarla ilgili genel kurallar :

1-Helalı ve haramı belirleyen yalnız Allah’tır.

2-Yasaklanmamış her şey helaldir.

3-Harama götüren her şey haramdır.

4-Bazı haramların adlarının değişmiş olması onların helal sayılmasını gerektirmez.

5-İyi niyet haramı helal kılmaz.

6-Haram veya helal olduğu kesin olarak bilinmeyen şüpheli şeylerden kaçınmak gerekir.

7-Mecburiyetler, haramların işlenmesini mübah kılar.

a - İbadetin İnanca Etkileri

Yapılan ibadetler, dua, iyilik ve hayırlar insan ruhunda derin etkiler meydana getirir. Örneğin; kılınan namazlar, tutulan oruçlar, yoksulların ihtiyacını karşılamak için verilen zekatlar insana huzur verdiği gibi onun Yüce Allah'a yakınlaşmasına da katkı sağlar. Zekat, fitre, sadaka gibi mali ibadetler yoluyla kişi başkalarının mutluluğu için katkı sağla­manın ve bir yoksula yardım etmenin verdiği tarifi mümkün olmayan bir mutluluk yaşar. İçi insanlara karsı sevgi hisleriyle dolar. Kin ve nef­ret gibi kolu duygulardan uzaklaşır, üstelik ibadetler sadece bunlarla da sinirli değildir.

b. inancın İbadete Etkileri

Yüce Allah'ın bizler için yaptıklarını, var ettiği bunca nimetleri ve güzellikleri düşünen insan ona karşı derin bir inanç besler. Allah'a inanan insan, bir kötülük yaptığında bundan pişmanlık duyar. Allah'ın merhametini: sığınıp ondan bağış diler. Allah'ın bağış­layıcı ve merhameti geniş bir varlık olduğunu düşünmek İse insana huzur verir. Yaşama sevincini artırır.

iman, güzel davranışlarla ve ibadetlerle desteklenmezse kuvvetlenemez. Dinimizin öngördüğü inanç ve ibadetler bedenimize ve iç dünyamıza dinçlik katar örneğin, namaz, oruç, hac ve zekat bu iba­detlerden bazılarıdır. Böylece iman ruha ve iradeye en büyük desteği sağlayan önemli bir etken olarak karsımıza tıkmaktadır.

İnancın ibadete etkileri :

1-İman, ibadetin kaynak ve sebebini teşkil eder.

2-İman, ibadetin kabul olması için şarttır.

3-İman, insanı mutlu, huzurlu kılar, iradesini güçlendirir.Kişiye düzen ve disiplin kazandırır.

4-İman, insana büyük idealler kazandırır.

TEMİZ OLMANIN BİREY VE TOPLUM AÇISINDAN YARARLARI

Temizlik, insan ve toplum için çok önemlidir. Çünkü temizlik, sağlıklı olmanın başta gelen şartıdır.

İnsan vücudunu yıpratan, insanı huzursuz ve mutsuz eden, hatta onu ölüme kadar götürebilir hastalıklara yol açan en büyük etken, pis­liktir. Hastalıklardan korunmak isleyen kimse bedeninin, elbisesinin, yiyecek ve içeceklerinin, çevresinin temizliğine önem vermelidir. Temiz­liğe gereken önemi vermeyen kimse hastalıklara ortam hazırlamış de­mektir

Temizlik, yalnızca bedenin, elbisenin, çevrenin temizliği gibi mad­dî temizlik ten ibaret değildir insanın, Allah'ın emirlerini yerine getirme si, güzel ahlâka sahip olması, kötülüklerden ve günahlardan kaçınması da temizliktir. Bu temizliğe manevî temizlik denir.

Dinimiz temizliğe büyük önem vermiş ve insanın her bakımdan temiz olmasını öğütlemiştir. Kuranıkerim'deki "Elbiseni temiz tut. Kötü şeyleri terk (etmeye devam) et. ayetinde hem maddi temizlik hem de manevî temizlik emredilmekte; ",,,Şunu iyi bilin ki Allah, .„ temizlenenleri, sever." ayetinde de Cenabı hakkın temiz olan kimseleri sevdiği belirtilmektedir. Peygamber Efendimizin: 'Temizlik, imanın yarısıdır. buyurmuş olması da dinimizde temizliğe verilen önemi gös­teren bir diğer delildir.

Temiz olmanın birey ve toplum ağsından pek çok yararı vardır. Temizliğin bu yararlarını şu şekilde belirtebiliriz:

a. Temiz Olmanın Birey Açısından Yararları

1. Maddi temizliğe önem vermenin birey açısından en önemli ya­rarı, sağlığın korunmasındaki olumlu katkısıdır.

2. Temizliğe önem veren, temiz ve düzgün giyinen kimse, toplum­da saygı görür. Temiz ve düzgün giyinmek, saçların bakımını yapmak, tırnakları kesmek, dişleri fırçalamak her insanın kendisine, ailesine ve toplumuna karsı saygısının bit gereğidir. Bundan dolayı insanın, başka­larını rahatsız edecek şekilde kirli olan elbiseyi giymemesi, kılık kıyafetin temiz ve düzgün olmasına özen göstermesi lâzımdır.

3. Temizlik, insanın beden sağlığının korunmasında olduğu gibi ruh sağlığının korunmasında da önemli bir etkendir. Bedenen sağlıklı olmayan insan mutlu olama/ Bu da onun ruh sağlığının bozulmasına yol açar.

4. Ahlâkî yönden temiz olmak da insan için yararlıdır, İslâm dini, bedenin, elbisenin ve çevrenin temizliğine önem verdiği gibi ahlâkî temizliğe de büyük önem verir. Manevi yönden temiz olmayı öğütleyen dinimiz, bunun gereği olarak yalancılık, ikiyüzlülük, cimrilik, tembellik, kibir, gurur, çekememezlik, kul hakkını gözetmemek, ana ve babaya karşı gelmek, /ulûm ve haksızlık yapmak gibi insana yakışmayacak huy ve davranışları yasaklamıştır.

b. Temiz Olmanın Toplum Açısından Yararları

Temiz olmak, birey açısından olduğu gibi toplum açısından da çok yararlıdır. Temi k olmanın toplum açısından yararlarını şu şekilde belir­tebiliriz:

l. Toplum sağlığı açısından dikkat edilmesi gereken en önemli temizlik, çevre temizliğidir. Çevre temizliğinin toplum için başta gelen yararı, insanların sağlığına olumlu katkılarının olmasıdır, insan sağlığının korunmasında suyun ve havanın temizliği çok önemlidir.

Havanın ve suyun kirli olması ise toplumdaki herkesin Bağlığını olum­suz yönde etkiler. Bundan dolayı dinimiz; evlerin, iş yerlerinin ve çevrenin temizliğine dikkat edilmesini emretmekte ve çevrenin kirletil­mesini yasaklamaktadır. Öyleyse her insanın çevre temizliğine özen göstermesi hem inancının gereğidir hem de topluma karşı insanlık görevidir.

Hiç kimsenin bîr başkasının sağlığını tehlikeye atmaya hakkı yoktur. Bu bakımdan her birey, çevre temizliği konusunda çok dikkatli ve titiz olmalı, bunu bir görev bilmelidir. Çünkü çevre temizliği konu­sunda duyarlı davranmak, toplumun olduğu kadar bireyin de yararı­nadır.

2. Çevre temizliğinin sağlığa olumlu etkisinin yanında kalkınma ve turizm açısından da önemi büyüktür. Ülkemizin gelir kaynaklarından birisi de turizmdir. Turizm, sağladığı gelirle ülkenin kalkınmasına kat­kıda bulunur. Çevre temizliği de turizmi etkiler. Sokağı, çarşısı, pazarı, suyu, havası,., temiz olmayan bir ülkeye turistlerin gelmesi uzak bir ihtimaldir. Yerli ve yabancı her insan, gidip gezdiği, dinlendiği, yemek yediği, yattığı, alış veriş yaptığı her yeri temiz görmek, temiz bulmak ister.

Günümüzde çevre kirliliği, büyük boyutlara ulaşmıştır. Bunun önlenmesi, devletin olduğu kadar millet olarak bizim de görevimizdir. Bizler bu konuda duyarlı olmalı ve çevremizi temiz tutmalıyız. Çevreyi kirleten kimseleri de mutlaka uyarmalıyız.

Öğrenciler olarak dikkat edeceğimiz önemli bir nokta da okulu­muzu ve onun çevresini temiz tutmaktır. Okulumuzun temiz olması, evimizin temizliği kadar önemlidir. Çünkü zamanımızın büyük bir kısmı okulumuzda geçmektedir.

Sınıfı, koridoru, avluyu kirletmek, hem kendi sağlığımızın hem de arkadaşlarımızın sağlığının zarar görmesine neden olur. Buna sebep olmaya da hiçbirimizin hakkı yoktur. Öyleyse bu yerleri temiz tutmalı ve asla kirletmemeliyiz.

Okula ait eşyalar da devletin ve milletin malıdır. Eğitim ve öğre­tim görebilmemi/ için hazırlanan sıraları, tahtayı, masayı kirletmek, sıraların üzerine yazı yazmak iyi bir öğrenciye asla yakışmaz. Bunlara zarar vermek kendi kendimize zarar vermektir.

3. Maddi ve manevî kirlerden arınmış ferilerin oluşturduğu bit toplum, mutlu, huzurlu ve sağlıklı olur, Bu toplumda insanlar, birbirleri­ne güvenirler, birbirlerini sever ve sayarlar. Herkes üzerine düşen görevi yerme getirir.. Böyle bir toplumda akrabalık, komşuluk, arkadaşlık bağları gelişir. Temiz bir fert, temiz bir aile ve temiz bir toplum meydana gelir. İnsanlar, yarınlarından endişe etmeden mutlu, huzurlu, güvenli, barış içerisinde bir hayat sürerler.

Gusül abdesti

Hanefi mezhebinde guslün farzı üçtür:

1- Ağzın hepsini iyice yıkamak.

2- Burnu yıkamak. Burundaki kuru kir altını ve ağızdaki, çiğnenmiş ekmek altını yıkamazsa gusül sahih olmaz.

3- Bedenin her yerini yıkamaktır. Bedenin, ıslatılmasında harac olmayan yerlerini yıkamak farzdır. Yıkanan yerleri ovalamak lazım değil ise de, müstehaptır.

(Allahü teâlâ buyuruyor ki:

Şu üç şeye devam eden, gerçek dostumdur. Bunları terk eden de, gerçek düşmanımdır. Bu üç şey, namaz, oruç ve cünüplükten gusüldür.)

Göbek içini, bıyık, kaş ve sakalı ve altlarındaki derileri ve baştaki saçları ve ferci yıkamak farzdır. Gözleri, kapalı küpe deliğini, sünnet derisi altını yıkamak farz değildir, müstehaptır. Kadınlar, örülü saçın diplerini ıslatınca, örgüyü yıkamak lazım değildir. Saç dipleri ıslanmazsa, örgüyü açmak lazım olur. Örülmemiş saçların her tarafını da yıkamak farzdır. Tıraş olursa, kesilen saçları [ve diğer kılları ve tırnakları] yıkamak lazım değildir

Teyemmüm

Teyemmümü gerektiren haller nelerdir?

Abdest almak veya gusletmek için, su bulunmazsa veya su olduğu halde kullanılması mümkün olmayan durumlarda, temiz toprak, kum, kireç ve taş gibi toprak cinsinden temiz bir şey ile Hanefi’de vakit girmeden önce de teyemmüm edilir. Diğer üç mezhepte, vakit girmeden önce caiz değildir.

Teyemmümü gerektiren başlıca haller şunlardır:

1- Abdest ve gusül için temiz su bulamamak (Şehirde her zaman su aramak farzdır.)

2- Su kullanmaya mani olan hastalık, su kullanınca soğuktan ölmek veya hasta olma tehlikesi.

3- Suyun yanında zarar verecek olan düşman veya yırtıcı, zehirli hayvan bulunmak.

4- Hapiste olup, su kullanamamak.

5- Ölümle tehdit edilmek.

6- Yolcu olup, yanında içme suyundan fazla su bulunmamak.

7- Kuyu olsa da, su çıkarma imkanı olmamak.

Teyemmümün farzı üçtür:

1- Niyet etmek.

2- İki elin içini temiz toprağa sürüp, yüzün tamamını mesh etmek.

3- Elleri temiz toprağa vurup, önce sağ ve sonra sol kolu mesh etmek.

Teyemmümün farzı ikidir, diyenlere göre, ikinci ve üçüncü farzı bir farz olarak söylenir.

ÜNİTE 3 ÖĞRENME ALANI: HZ. MUHAMMED

HZ. MUHAMMED’İN HAYATI

1. Hz. Muhammmed’in Doğduğu Ortam

2. Hz. Muhammmed’in Doğumu Çocukluğu ve Gençliği

3. Hz. Muhammed’e Vahyin Gelişi

4. Hz. Muhammed’in Hicreti

5. Hz. Muhammmed’in Toplumsal Barışa Yönelik Etkinlikleri

6. Hz. Muhammed’in İslâm’ı Yayma Çabaları

7. Veda Hutbesi’nde Evrensel Mesajlar

8. Hz. Muhammed’in Vefatı

İSLAM ÖNCESİ İNANÇLAR:

1-Putperestlik : M. 3 yy. da Mekke’yi yöneten Huzza kabilesi liderlerinden Luhay oğlu Amr’ın Suriye’den getirdiği Hübel adlı put ile ( İnsan suretinde akik taşından yapılmıştır) başlamıştır. Putlar hayvan , insan suretinde olduğu gibi tabiat varlıkları olan bitki ağaç , taşlar vs. de put olarak kullanılmaktadır. Arap kabileleri tarafından ortak kullanılan putlar olduğu gibi , her arabın kendi şahsi putu da bulunurdu. Putlar Araplar ile Tanrı arasında aracılık görevi yaptığına inanıldığından Cahiliye araplarına Müşrik ( Allaha ortak koşan ) denilir. Putperestlik inancı Kur’an- Kerimde şöyle dile getirilir. “Onlar , putlara , sadece Allaha yaklaştırması için ibadet ediyoruz derler “(zümer 3. )Başlıca büyük putlar şunlardır:

a-Hübel : Luhay oğlu Amr’ın Suriyeden getirdiği put. ( İnsan suretinde akik taşından yapılmıştır)

b-İsaf ve Naile : Kabede işledikleri zina sebebiyle taşlaşan iki kişiyi simgeler.

c-Ved: Huzaa kabilesinin erkek görünüşlü putudur.

d-Lat e-Menat f-Uzza

2-Yahudilik: Medinede ( Beni kurayza , Beni kaynuka ve Beni nadir kabileleri ), Hayber de , Fedek te , Teyma da, Vadi-ül kurra da yaygın haldeydi.

3-Hristiyanlık: Yemende ,Hicazda , Suriye ve Irakta bulunuyordu.

4-Sabiilik : Yıldızlara tapanlar olarak bilinir . Eski babil ve Asur medeniyetlerinin devamı sayılan Mezapotamya yöresinde sayıları azda olsa varlıklarını sürdürmüşler ve Yahya as. ı peygamber kabul eden ve Hz. İbrahim as. zamanına kadar uzanan bir dindir.

4-Hanifler:Hz.İbrahim as. ın dinine tabi olanlara verilen addır. Nevfel oğlu Varaka ,Amr bin Zeyd , Kuss bin Saide , Ğmeyye bin Ebus Salt , Osman bin Hüveyris , Ubeydullah bin Cahş , Hz. Ebu bekir bilinen haniflerdendir. Bu kişiler arapların cahiliye geleneklerini yapmamış kişilerdir.

Müslümanlarca kutsal sayılan yerler:

1-Mescid-il haram: Mekkede kabenin bulunduğu yerdir

2-Mecid-i Nebi: Medine’de Hz. Muhammed’in evini ve kabrini de içine alan bölüm.

3-Mescid-i Aksa: Kudüste Hz. Süleyman as.ın mabedi. Müslümanların ilk kıblesi.

4-Kuba mescidi: Hicret esmasında Kuba köyünde yapılan İslamın ilk mescididir.

HZ. MUHAMMED (S.A.S.)'İN HAYATI (571-632)

Hz. Muhammed (s.a.s.) Mekke'de doğdu. 40 yaşında Peygamber oldu. 23 yıllık Peygamberlik hayatının 13 yılı Mekke'de, 10 yılı da Medine'de geçti. Medine'de 63 yaşında vefat etti. Bu sebeple:
Hz. Muhammed (s.a.s.) 'in hayatı (571-632):
a) Peygamberliğinden Önceki Hayatı (571-610),
b) Peygamberlik Devri (610-632) olmak üzere iki kısma ayrılır.
Peygamberlik devri de:
a) Mekke devri (510-622)
b) Medine devri (622-632)
olarak iki döneme ayrılır.
Bu sebeple Siyer ve İslam Tarihi ile ilgili kitaplarda, Rasûlullah (s.a.s.)'in hayatı, "Peygamberlikten (Bi'setten) öncesi" ve "Peygamberlik devri" diye iki devreye ayrılarak incelenmiştir. Peygamberlikten önceki hayatını da:
1- Çocukluk devresi (8 yaşına kadar olan süre),
2- Gençlik çağı (8-25 yaşına kadar olan devre),
3- Evlilik dönemi (25-40 yaşı arasındaki devre) olmak üzere genellikle üç bölüme ayırmışlardır.
Peygamber olduktan sonra, "Mekke Devri"nde geçen olayları incelerken, tarihbaşı olarak, Peygamberliğin (Nübüvvetin) l. 2. veya 5 inci yılı gibi, Nübüvvetin başlangıcını; "Medine devri" olaylarında ise,-Hicretin, 1., 2. veya 3 üncü yılı şeklinde Rasûl–i Ekrem (s.a.s.)'in Hicret olayını esas almışlardır.

HZ.MUHAMMED (S.A.S)'İN PEYGAMBERLİKTEN ÖNCEKİ HAYATI

" Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik". (el-Enbiya Sûresi, 107)

l- HZ. MUHAMMED (S.A.S)'İN ÇOCUKLUK DÖNEMİ
1- DOĞUMU:

Hz. Muhammed (s.a.s.) Miladdan sonra 571 senesi, Fil Yılı'nda, 12 Rebiülevvel (20 Nisan) pazartesi gecesi sabaha karşı, Mekke'nin doğusunda bulunan "Haşimoğulları Mahallesi"nde, babasından kendisine miras kalan evde doğdu. Arapların takvim başı olarak kullandıkları "Fil Vak'ası", Peygamberimiz (s.a.s.)'in doğumundan 52 gün kadar önce olmuştu.
Abdülmuttalib, torununun doğumu şerefine verdiği ziyafette çocuğun adını soranlara:
"Muhammed adını verdim. Dilerim ki, gökte Hakk, yeryüzünde halk, O'nu hayırla yadetsinler..." cevabını verdi. Annesi de "Ahmed" dedi. (Muhammed, üstünlük ve meziyetleri anılarak çok çok övülüp sena edilen; Ahmed de Cenab-ı Hakk'ı yüce sıfatları ile öven, hamdeden kimse demektir

İslam tarihçileri, Peygamberimiz (s.a.s.)'in doğduğu gece bir takım olağanüstü olayların meydana geldiğini naklederler.

ü O gece İran Kisrası (Hükümdarı)'nın Medayin şehrindeki sarayının 14 sütûnu yıkılmış,

ü Mecûsilerin İran'da Istahrabat şehrinde bin yıldan beri yanmakta olan "ateşgede"leri sönmüş,

ü Save (Taberiyye) gölü yere batmış,

ü Bin yıldan beri kurumuş olan Semave deresi'nin suları taşmış,

ü Mecûsilerin büyük bilgini Mûdiban korkunç bir rüya görmüş,

ü Kabe'deki putların yüz üstü devrildikleri görülmüştü.

Peygamberimiz (s.a.s.), zaman zaman Hıra mağarasına gider, orada ibadetle meşgul olurdu. 610 yılı Ramazan ayının 27. gecesinde yine Hıra mağarasında bulunmaktaydı. Sabaha karşı Cebrail (a,s.) geldi ve Peygamberimize şu ayetleri getirdi:

"Yaratan Rabbinin adıyla oku; O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku; Rabbin büyük kerem sahibidir. O, insana kalemle yazmayı öğretti. İnsana, bilmediğini (de) öğretti."'

Bu olaydan üç yıl kadar sonra da su ayetler indirildi:

"Ey bürünüp sarınan (Resulüm)! Kalk ve {insanları) uyar. Sadece Rabbini büyük tanı. Elbiseni tertemiz tut. Kötü şeyleri terk (etmeye devam) et"

Hz. Muhammed (s.a.s.), tebliği emreden bu ayetler inince İslam dinini insanlara anlatmaya ve öğretmeye başladı. Allah'ın birliğini, her şeyin Allah tarafından yaratıldığını, kendisinin de Allah tarafından gö­revlendirilmiş bir elci olduğunu bildirdi. Ahiretin varlığını, insanların ölümden sonra diri itileceklerini ve dünyada iken yaptıkları amellerden hesaba çekileceklerini anlattı. İnsanları, putlara ibadeti terk etmeye ve Allah’ın iradesine teslim olmaya çağırdı.

HZ. MUHAMMED (S.A.S.) SÜT ANNE YANINDA
Başlangıçta çocuğu (3 veya 7 gün) annesi Amine emzirdi. Sütü yetmediği için, daha sonra amcası Ebû Leheb'in azatlı cariyesi Süveybe tarafından emzirildi.
Fakat Hz. Muhammed (s.a.s.)'in devamlı süt annesi Hevazin Kabilesinin Sa'doğlulları kolundan Halime oldu.
Mekke'nin havası ağır olduğu için, Mekkeliler yeni doğan çocuklarını çölden gelen süt annelere verirlerdi. Çöl ikliminde çocuklar hem daha gürbüz yetişiyor, hem de bozulmamış (fasih) Arapça öğreniyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.s.)'de bu adete göre süt annesi Halime'ye verildi.. Süt kardeşi Şeyma da bakımında annesine yardımcı olmuştur.

Hz. Muhammed (s.a.s.) dört yaşından altı yaşına kadar, öz annesi Amine ile kaldı, Altı yaşında iken, babasının Medine'de bulunan kabrini ziyaret etmek üzere, annesi ve sadık hizmetçileri Ümmü Eymen'le beraber Medine'ye gittiler. Dönüşte, Medine'nin 23 mil güneyinde Ebva Köyü'nde Amine hastalandı. Henüz doğmadan babasından yetim kalmış olan Hz. Muhammed (s.a.s.) altı yaşında iken annesinden de öksüz kalıyordu
Annesinin ölümünden sonra çocuğu Ümmü Eymen Mekke'ye götürüp dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti.
Altı yaşından sekiz yaşına kadar, çocuğa dedesi Abdülmuttalib baktı. Abdülmuttalib seksen yaşını geçmiş bir ihtiyardı. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz sekiz yaşında iken dedesi de öldü. Ölürken, on oğlu içinden Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimizin yetiştirilmesini, öz amcası Ebû Talib'e bıraktı.

II- HZ. MUHAMMED (S.A.S.)'İN GENÇLİK DÖNEMİ

1- EBÛ TALİB'İN HİMAYESİ
Peygamberimizin hayatının sekiz yaşından yirmi beş yaşına kadar olan dönemine "gençlik devresi" denilir. Bu devrede Resûlullah (s.a.s.) amcası Ebû Talib'in yanında, onun himayesi altında bulunmuştur.
2- SEYAHATLERİ
a) Şam Seyahati
Mekke iklimi ziraate elverişli olmadığından, Mekkeliler ticaretle uğraşırlar, çocuklarını da ticarete alıştırırlardı. Ticaret için kervanlarla, yazın Şam'a, kışın Yemen'e seyahet ederlerdi. Bir defasında Şam'a giderken, henüz oniki yaşındaydı. Şam'ın 90 km. kadar güneyinde Busra (Eski Şam) denilen kasabada "Bahira" adında bir Hıristiyan rahibi vardı. Kasabaya uğrayan kervanlarla hiç ilgilenmediği halde, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in içinde bulunduğu kervanı karşılayarak bütün kafileye bir ziyafet verdi. Bahira okuduğu kutsal kitaplardan edindiği bilgilerle, Hz Muhammed (s.a.s.)'in simasından, O'nun istikbalini sezmişti. O'nunla konuştu. Sorular sordu. Aldığı cevaplar, kanaatini kuvvetlendirdi. Şam yolculuğunun bu çocuk için tehlikeli olacağını düşündü. Ebû Talib'e:
-"Bu çocuk son Peygamber olacaktır. Şam Yahûdileri içinde O'nun alamet ve vasıflarını bilen kahinler vardır. Tanırlarsa, ihanet ve kötülüklerinden korkulur. Bu çocuğu Şam'a götürmeyiniz..."dedi. Bu sözler üzerine Ebû Talib Şam'a gitmekten vazgeçti. Alışverişini burada bitirip, geri döndü.

b) Yemen Seyahati
Hz. Muhammed (s.a.s.) 17 yaşında iken de, diğer bir ticaret kafilesi ile amcalarından Zübeyr ve Abbas'la birlikte Yemen'e gidip gelmiştir.

3- FİCAR SAVAŞINA KATILMASI
Müslümanlıktan önce (Cahiliyet Döneminde) Araplar arasında iç savaşlar eksik olmazdı. Yalnızca "Eşhür-i hurum" denilen dört ayda savaşmak haram sayılırdı. Bu dört ayda (Zilka'de, Zilhicce, Muharrem, Receb) savaş yapılacak olursa facirane sayıldığı için buna "Ficar Savaşı" denirdi.
Kureyş kabilesi ile Hevazin kabilesi arasında kan davası yüzünden bir savaş başlamış, dört yıl sürmüştü. Savaş, kan dökülmesi haram olan aylarda da devam ettiği için "Ficar Savaşı" denildi.
Peygamberimiz (s.a.s.) yirmi yaşlarında iken bu savaşa amcaları ile birlikte katıldı. Fakat kimseye ok atmamış, kimsenin kanını dökmemiştir. Sadece karşı taraftan atılan okları toplayıp, amcalarına vermiştir.

4- HILFU'L-FUDÛL CEMİYETİNDE ÜYELİĞİ
Uzun süren Ficar savaşı esnasında Mekke'de asayiş bozulmuş, can ve mal güvenliği kalmamıştı. Özellikle dışarıdan mal getiren yabancıların malları yağmalanıyordu. Cürhümiler zamanında Fadl b. Haris,, Fudayl b. Vedaa ve Mufaddal b. Fedale isimlerinde üç kabile başkanı, kabileleri ile toplanarak,"Mekke'de zulme meydan vermeyeceğiz, zayıfların hakkını adalet üzere alacağız..."diye yemin etmişlerdi. Onların bu yeminlerine "Hılfu'l-fudûl" (Fadılllar yemini) denilmişti. Cüd'an oğlu Abdullah'ın evinde aynı konuda yapılan yemine de bu sebeple "Hılfu'l-fudûl" denildi.

HZ. HATİCE İLE EVLENMESİ
Kureyşin Esed oğulları kolundan Huveylid kızı Hatice zeki, dirayetli, şeref ve asalet sahibi, 39-40 yaşlarında zengin ve güzel bir hanımdı. Daha önce iki defa evlenmiş ve dul kalmıştı. Kureyşin ileri gelenlerinden pek çok isteyenler olmuş, fakat hiç biri ile evlenmemişti. Güvendiği kimselere sermaye vererek ticaret ortaklığı yapıyor, böylece servetini artırıyordu. Yüksek ahlak ve ali-cenablığı sebebiyle, kendisine Müslümanlıktan önce "Tahire" denildiği gibi, sonra da "Haticetü'l-Kübra" denilmiştir.
Üç ay kadar sonra, Hz. Muhammed (s.a.s.) beklenilenin çok üzerinde kazanç elde ederek döndü. Hz. Hatice, bu büyük insanın emniyet, dürüstlük ve gayretine hayran oldu. Daha sonra araya vasıtalar girdi; evlenmeleri kararlaştırıldı. Bu esnada Hz.Muhammed (s.a.s.) 25, Hz Hatice ise 40 yaşlarındaydı.
Nikah, Hatice'nin amcazadesi, Varaka oğlu Nevfel tarafından Hz. Hatice'nin evinde kıyıldı. Ebû Talib ile Varaka birer hitabede bulunarak, her iki ailenin üstünlük ve meziyetlerini dile getirdiler Nikahtan sonra develer kesilerek davetlilere ziyafet çekildi.
Hz.MUHAMMED (SAV)'in HANIMLARI

Hz.Hatice

Hüveylid kızı

Hz.Aişe :

Hz.Ebu Bekir'in kızı

Hz.Hafsa :

Hz.Ömer'in kızı

Hz.Zeynep :

Cahş kızı

Hz.Ümmü Habibe :

Ebu Süfyanın kızı

Hz.Ümmü Seleme :

Ebu Selemenin (Uhud şehidi)dul karısı

Hz.Cüveyriye :

Mustalik oğullarının reisinin kızı

Hz.Safiye :

Yahudi reislerinden birinin müslüman olan kızı

Hz.Sevde :

Habeşistan hicretinde ölen sahabinin dul karısı

Hz.Meymune :

Amcası Abbasın baldızı

Hz.Zeynep

Zeyd’in eski eşi

Hz.Maria

Mısırlı cariye

HZ. PEYGAMBER (S.A.S)'İN ÇOCUKLARI
Peygamberimiz (s.a.s.)'in Hz. Hatice'den ikisi erkek, dördü kız olmak üzere sırasıyla, Kasım, Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fatıma ve Abdullah adlarında altı çocuğu oldu. Arablarda ilk çocuğun adı ile künyelendirme adet olduğundan Hz.Peygamber (s.a.s.)'e de "Ebü'l-Kaasım" denildi. Kaasım ile Abdullah küçük yaşta öldüler. Kızları büyüdüler. Fakat Fatıma'dan başka hepsi de babalarından önce vefat ettiler. Yalnız Fatıma, Peygamber (s.a.s.)'in b. vefatından sonra altı ay daha yaşadı.
Rasûl-i Ekrem (s.a.s), kızlarının en büyüğü Zeyneb'i Ebu'l-As ile evlendirdi. Ebü'l As, Müslüman olmadığı için, Zeyneb'in hicretine izin vermemişti. Bedir Savaşında esir düştü. Zeyneb'i Medine'ye göndermek şartı ile serbest bırakıldı. Daha sonra Müslüman olarak Medine'ye geldi. Zeyneb'i tekrar aldı.

Rukiyye ile Ümmü Gülsüm'ü, amcası Ebû Leheb'in oğullarından Utbe ve Uteybe ile evlendirmişti. İslamiyetten sonra Ebû Leheb, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e olan düşmanlığı sebebiyle oğullarına eşlerini boşamaları için baskı yaptı. Onlar boşadıktan sonra, Rasûlullah (s.a.s.) Rukiyye'yi Hz. Osman'la evlendirdi. Rukiyye'nin ölümünden sonra da Ümmü Gülsüm'ü nikahladı. Bu yüzden Hz. Osman'a "iki nûr sahibi" anlamına "Zi'n-nûreyn" denildi.
En küçük kızı Fatıma'yı ise Hz. Ali ile evlendirdi. Hasan ve Hüseyin, Hz. Fatıma'nın çocuklarıdır. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in nesli, Hz. Fatıma ile devam etmiştir. Peygamberimiz (s.a.s.)'in Mısırlı eşi Mariye'den de İbrahim adlı bir oğlu olmuş, fakat Hicretin 10'uncu yılında henüz iki yaşına girmeden ölmüştür.
Hz.Maria ‘dan : İbrahim

Hz.Hatice ‘den: Rukiye , Zeyneb ,Fatıma , Ümmügülsüm , Abdullah , Kasım

HZ. MUHAMMED (S.A.S.)'İN PEYGAMBERLİK DEVRİ (610-632)

Hz. Muhammed (s.a.s.) 40 yaşında Peygamber oldu. 23 yıllık Peygamberlik devresinin 13 yılı Mekke'de, 10 yılı Medine'de geçti. Bu itibarla Peygamberlik devresinin:
a) Nübüvvet'den Hicret'e kadar devam eden 13 yıllık süresine "Mekke Devri" (610- 622);
b) Hicretten vefatına kadar olan 10 yıllık süresine de "Medine Devri" (622-632) denir.

HZ.MUHAMMED (S.A.S.)'İN PEYGAMBER OLUŞU

1- HİRA'DA İNZİVA
Eskiden beri Mekke'deki hanif ve zahitler, recep ayında inzivaya çekilirlerdi. Her biri, Mekke'nin 3 mil (bir saat) kuzeyinde Hira (Nûr) dağında bir köşeye çekilir, tefekküre dalardı.
40 yaşlarına doğru Hz. Peygamber (s.a.s.)'in kalbinde de bir yalnızlık sevgisi belirdi. O da Hira (Nûr) Dağında bir mağaraya çekilip, günlerce orada kalıyor, Cenab-ı Hakk'ın sonsuz kudret ve azametini düşünerek O'na ibadet ediyordu. Giderken azığını da beraberinde götürüyor, bitince evine dönüyor, sonra tekrar gidiyordu. Böylece Cenab-ı Hakk, O'nu büyük vazifesine hazırlıyordu. Zaman zaman "Sen Allah elçisisin..." diye kulağına sesler geliyor, fakat etrafta hiç bir şey göremiyordu.
Hz. Muhammed (s.a.s.)'e ilahi vahyin başlangıcı, sadık rüyalar şeklinde oldu. Gördüğü her rüya, olduğu gibi çıkıyordu. Bu hal, altı ay kadar devam etti.

2-İLK VAHY
610 yılı Ramazan ayının Kadir Gecesinde, ridasına bürünüp Hira'daki mağarada düşünmeye dalmış olduğu bir sırada, bir sesin kendisini ismi ile çağırmakta olduğunu duydu. Başını kaldırıp etrafına baktı; kimseyi göremedi. Bu sırada her tarafı ansızın bir nûr kaplamıştı; dayanamayıp bayıldı. Kendisine geldiğinde karşısında vahiy meleği Cebrail'i gördü. Melek O'na:
-"Oku" Dedi. Hz. Muhammed (s.a.s.):
-"Ben okuma bilmem", diye cevap verdi. Melek, Hz. Muhammed (s.a.s.)'i kucaklayıp güçsüz bırakıncaya kadar sıkdı.
-"Oku" diye emrini tekrarladı. Hz. Muhammed (s.a.s.) yine:
-"Ben okuma bilmem..." cevabını verdi. Melek emrini tekrarlayıp üçüncü defa Hz. Peygamber (s.a.s.)'i sıktıktan sonra "el-Alak" Sûresi'nin ilk beş ayetini okudu.
"Yaratan Rabb'ının adıyle oku. O, insanı alak'tan (aşılanmış yumurtadan) yarattı. Oku, kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini belleten Rabb'ın sonsuz kerem sahibidir." (El-Alak Sûresi, 1-5).
Meleğin arkasından Hz. Peygamber (s.a.s.)'de bu ayetleri tekrarladı. Heyecanla mağaradan çıkarak evine geldi. Yolda ilerlerken gök yüzünden bir sesin:
"Ya Muhammed. Sen Allah'ın elçisisin, Ben de Cibril'im" dediğini duydu. Başını kaldırdığı zaman, Cebrail'i gördü. Korku içinde evine vardı. Eşi Hz. Hatice'ye:
"Beni örtünüz, çabuk beni örtünüz" dedi. Bir müddet dinlenip heyecanı geçtikten sonra gördüklerini Hz. Hatice'ye anlattı, kendimden korkuyorum, dedi. Hz. Hatice, O'nu şu ölmez sözlerle teselli etti.
"Öyle deme. Allah'a yemin ederim ki, Cenab-ı Hakk hiç bir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen , akrabanı gözetirsin. İşini görmekten aciz kimselerin ağırlıklarını yüklenirsin, Fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın. Misafiri ağırlarsın. Hak yolunda zuhûr eden olaylarda halka yardım edersin..."

İSLAMDA İLK İBADET
İslamda Allah'a imandan sonra ilk farz kılınan ibadet, namazdır. İkinci vahiy ile el-Müddessir Sûresinin ilk ayetlerinin indirilmesinden sonra, Mekke'nin üst yanında bir vadide, Cibril (a.s.), Rasûlullah (s.a.s.)'e gösterip öğretmek için abdest almış, peşinden Cibril'den gördüğü şekilde Rasûlullah (s.a.s.) de abdest almıştır.
Sonra Cibril (a.s.) Hz. Peygamber (s.a.s.)'e namaz kıldırmış ve namaz kılmayı öğretmiştir.
Eve dönünce Rasûlullah (s.a.s.) abdest almayı ve namaz kılmayı eşi Hz. Hatice'ye öğretmiş, o da abdest almış ve ikisi birlikte cemaatle namaz kılmışlardır.

İLK MÜSLÜMANLAR
"İyilik işlemekte önde olanlar, karşılıklarını almakta da önde olanlardır." (Vakıa Sûresi, 10)
Hz. Peygamber (s.a.s.)'e ilk iman eden ve O'nunla birlikte ilk defa namaz kılan kişi, eşi Hz. Hatice oldu. Daha sonra evlatlığı Harise oğlu Zeyd. ve amcasının oğlu Hz. Ali Müslüman oldular.

a ) Hz. Ali'nin İslam'ı Kabûl Etmesi
Ebû Talib, Hz. Muhammed (s.a.s.)'i, 8 yaşından 25 yaşına kadar evinde barındırmış O'nu öz çocuklarından daha çok sevmişti..
Hz. Ali, Peygamberimiz (s.a.s.) ile Hz. Hatice'yi namaz kılarken görünce, bunun ne olduğunu sordu. Peygamber Efendimiz, O'na Müslümanlığı anlattı. O da Müslümanlığı kabûl etti. Bu esnada Hz. Ali henüz on yaşlarında bir çocuktu.

b) Hz. Ebû Bekir'in Müslüman Olması
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in yakın ve en samimi dostu olan Ebû Kuhafe oğlu Ebû Bekir, Kureyş kabilesi'nin Teymoğulları kolundandır. Baba ve anne tarafından soyu, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in soyu ile Mürre'de birleşir.
Hz. Ebû Bekir'in Mekke'de Kureyş arasında büyük bir itibarı vardı. Zengin ve dürüst bir tüccardı

İLK MÜSLÜMANLAR

1-

Hz.Hatice

2-

Hz.Ebu Bekir

3-

Hz.Ali

4-

Hz.Zeyd b.Haris

CENNETLE MÜJDELENEN SAHABİLER (AŞERE-İ MÜBEŞŞERE)

Hz.Ebu Bekir

Hz.Saad b.Ebi Vakkas

Hz.Ömer

Hz.Zübeyr b. Avvam

Hz.Osman

Hz.Talha b.Ubeydullah

Hz.Ali

Hz.Ebu Ubeyde b.Cerrah

Hz.Abdurrahman b.Avf

Hz.Said b.Zeyd (Hz.Ömerin eniştesi )

MEKKE MÜŞRİKLERİNİN MÜSLÜMANLARA KARŞI DAVRANIŞLARI

İslam'ın Mekke'de yayılmaya başlaması ile Mekke halkı iki kısma ayrıldı.

l) Müslümanlar,

2) Müslümanlığı kabûl etmeyen müşrikler.
Müşriklerin, Müslümanlara karşı davranışları, sırasıyla beş safha geçirdi: Alay, hakaret, işkence, ilişkileri kesme (boykot), memleketten çıkarma ve öldürme (şiddet politikası).

HABEŞİSTAN'A HİCRET

"Zulme uğradıktan sonra, Allah yolunda hicret edenleri, and olsun ki, dünyada güzel bir yerde yerleştiririz. Ahiret ecri ise daha büyüktür." (en-Nahl Sûresi, 41)

a) Habeşistan'a İlk Hicret Edenler (615 M.)
Müşriklerin ezaları dayanılmaz bir hal almıştı. Müslümanlar serbestçe ibadet edemiyorlardı. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.s.) Müslümanların Habeşistan'a hicret etmelerine izin verdi.
Müslümanlar Habeşistan'a iki defa hicret ettiler. İlk defa 12'si erkek, 4'ü kadın 16 kişi Mekke Devri'nin (Peygamberliğin) 5'inci yılında (615 M.) Recep ayında Mekke'den gizlice ayrılarak Kızıldeniz kıyısında birleştiler. Başlarında bir reisleri yoktu. Buradan kiraladıkları bir gemi ile Habeşistan'a geçtiler. İçlerinde, Hz. Osman, eşi Rukiyye, Zübeyr b. Avvam, Abdurrahman b. Avf ve Abdulllah b. Mes'ûd gibi muhterem zatlar da vardı.

b) İkinci Habeşistan Hicreti (616 M.)
İlk hicret edenler Habeşistan'da iken inen "en-Necm Sûresi"ni Hz. Peygamber (s.a.s.) Harem-i Şerifte müşriklere okudu. Bitince, sûrenin sonunda "secde ayeti" bulunduğu için, Allah'a secde etti. Bu sûrenin 19 ve 20'inci ayetlerinde müşriklerin putlarından "Lat, Uzza ve Menat'ın" isimleri de geçtiğinden müşrikler de Hz. Peygamber (s.a.s.)'le birlikte putları için secde etmişlerdi. Bu olay, "Mekkeliler toptan Müslüman oldu" diye bir şayianın çıkmasına sebep olmuş, bu asılsız şayia ta Habeşistan'da duyulmuş, bu yüzden hicret eden Müslümanlar da, Habeşistan'da üç ay kaldıktan sonra dönmüşlerdi. Müslümanlar, Habeşistan'dan döndüklerine pişman oldular. Çünkü müşrikler zulüm ve işkencelerini daha da artırmışlardı. Bu sebeple Müslümanlar, Mekke Devri'nin 7'inci yılında (616 M.) 77'si erkek, 13'ü kadın olmak üzere 90 kişi 2'inci defa Habeşistan'a hicret ettiler. Bu ikinci hicrette kafile başkanı Hz. Ali'nin ağabeyi Cafer Tayyar'dı.

İSRA VE MİRAC MÛCİZESİ (Receb 621 M.)

a) Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Miracı
İkinci Akabe görüşmesinden sonra, Mekke Devri'nin 11'inci yılı Recep ayının 27'inci gecesi (Hicretten 19 ay önce) Peygamber Efendimizin "İsra ve Mirac" mûcizesi gerçekleşti.
İsra, gece yolculuğu ve gece yürüyüşü; Mirac ise, yükseğe çıkmak ve yükselme aleti demektir. Bu büyük mûcize, gecenin bir bölümünde cereyan ettiği ve Rasûlullah (s.a.s.) bu gece semalara ve yüce makamlara yükseldiği için bu mûcizeye "İsra ve Mirac" denilmiştir.
Kur'an-ı Kerim'de el-İsra Sûresi'nin 1'inci ayetinde: "Kulu Muhammed (s.a.s.)'i, bir gece Mescid-i Haram'dan, kendisine bir kısım ayetlerimizi göstermek için, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah'ın şanı ne yücedir. Doğrusu O işitir ve görür." buyrulmuştur.
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in Mekke'deki Mescid-i Haram'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya olan miracı, yukarıda anlamı yazılan ayet-i kerime ile sabittir. Mescid-i Aksa'dan semalara ve yüce makamlara yükseldiğini ise, Peygamber Efendimizden nakledilen sahih hadis-i şeriflerden öğrenmekteyiz. Hadis-i şeriflerde anlatılanların özeti şöyledir.
Rasûlullah (s.a.s.) bir gece Kabe'nin "Hatim" denilen kısmında iken, Cebrail'in getirdiği "Burak" denilen bineğe binerek Kudüsteki Mescid-i Aksa'ya gelip burada namaz kılmıştır. Buradan da "Mirac" denilen alete binerek, semalara yükselmiştir. 1'inci semada Hz. Adem, 2'inci semada Hz. Yahya ve Hz. İsa, 3'üncü semada Hz. Yûsuf, 4'üncü semada Hz. İdris, 5'inci semada Hz. Harûn, 6'ıncı semada Hz. Mûsa ve 7'inci semada Hz. İbrahim ile görüştü. Bunlardan her biri Rasûlullah (s.a.s.) 'i selamlayıp tebrik ettiler, "hoşgeldin salih kardeş," dediler.
Daha sonra "Sidretü'l-münteha"ya yükseldi. Orada kaza ve kaderi yazan kalemlerin çıkardıkları sesler duyuluyordu. Sidretü'l-münteha'dan ötesi, sözle anlatılması mümkün olmayan bir alemdi. Buraya kadar beraber oldukları Cebrail de buradan öteye geçememiş, "benim için burası sınırdır, parmak uçu kadar daha ilerlersem, yanarım..." demiştir
Miracta Cenab-ı Hakk, sevgili Peygamberine nice alemler gösterdi. Kuluna vahyedeceğini vasıtasız vahyetti. Bu makamda Hz. Peygamber (s.a.s.)'e üç şey verildi.
1) Beş vakit namaz farz kılındı.
2) Bakara Sûresi'nin son iki ayeti (Amene'r-rasûlü...) vahyedildi.
3) Ümmetinden şirk koşmayanların Cennet'e girecekleri müjdesi verildi.

b) Mirac Mûcizesine Karşı Müşriklerin Tutumu
Peygaber Efendimiz, miracı ve miracda gördüklerini ertesi sabah anlattı. Mü'minler Rasûlullah (s.a.s.)'i tasdik ve tebrik ettiler. Müşrikler ise inkar ettiler. Bir gecede Kudüs'e gidip gelmek imkansız bir şey, dediler. İçlerinde Kudüs'e gitmiş ve Mescid-i Aksa'yı görmüş olanlar vardı.

- Mescid-i Aksanın kaç kapısı var? Şurası nasıl, burasında ne var? diye Rasûlullah (s.a.s.)'i soru yağmuruna tuttular.
Hz. Peygamber bu konuyu daha sonra şöyle anlatmıştır:
"Kureyş bana seyahat ettiğim yerler, özellikle Mescid-i Aksa ile ilgili öyle şeyler sordular ki, İsra gecesi bunlara hiç dikkat etmemiştim. Fakat Cenab-ı Hakk, benimle Beyt-i Makdis arasındaki mesafeyi kaldırdı. Ne sordularsa, oraya bakarak cevap verdim".
Bu durumda ne yapacaklarını şaşıran müşrikler Hz. Ebû Bekir'e koştular. Muhammed dün gece Kudüs'e gidip geldiğini, göklere çıktığını... söylüyor. Buna da mı inanacaksın, dediler. Ebû Bekir, hiç tereddüt göstermeden:
"Bunu O söylemişse inandım gitti. Ben O'nu bundan daha önemli olan konularda tasdik ediyorum. Akşam- sabah göklerden vahiy geldiğini söylüyor, buna inanıyorum..." dedi. Bu yüzden Hz. Ebû Bekir'e "Sıddik" denildi.
Ehli- sünnet bilginlerinin çoğunluğuna göre, İsra ve Mirac aynı gecede; Rasûlullah (s.a.s.) 'in rûh ve vücuduyla birlikte uyanık halde iken olmuştur. İsra ile Miracın ayrı gecelerde olduğunu, rüya halinde ve rûhani olarak vuku bulduğunu kabûl eden bilginler de vardır; fakat bunların sayısı azdır.
c) Mirac'ta Teşri Kılınan Hükümler
Kur'an-ı Kerim'de, Mirac'ın en yüksek hali anlatılırken:
"(Rabbına) iki yay kadar veya daha da yakın oldu. Allah Kulu'na vahyettiğini o anda vahyetti..." (en Necm Sûresi, 9-10) buyrulmaktadır.
Bu ayetlerden Rasûlullah (s.a.s.)'e, Mirac'ta pek çok esrar ve maarifin bildirildiği anlaşılmaktadır.
Baştan sona Mirac ve Mirac'ta teşri kılınan hükümlerin anlatıldığı el-İsra Sûresi'nin 80'inci ayetinde Hz. Peygamber (s.a.s.)'e: "Rabbim, beni şerefli bir girişle (Medine'ye) koy, salim bir çıkışla da (Mekke'den) çıkar" diye dua etmesi emredilerek yakında hicretine izin verileceğini; 81 'inci ayetinde ise:
"De ki: Hakk geldi, batıl yok olup gitti, esasen batıl yok olmağa mahkûmdur" buyurularak çok yakında İslam'ın küfre galebe çalacağına, neticede Mekke'nin Rasûlullah (s.a.s.) tarafından fethedilip Kabe'nin putlardan temizleneceğine işaret olunmuştur. Yine aynı sûrenin 23-29'uncu ayetlerinde dinin temelini teşkil eden hükümler yer almıştır. Bu ayetlerin anlamları şöyledir:
"Rabb'ın şunları kesinlikle hükmetti: Kendisinden başkasına kulluk etmeyin. Ana-babaya iyilik edin. Onlardan biri veya her ikisi, senin yanında ihtiyarlayacak olursa, onlara "öf" bile deme, onları azarlama, her ikisine de hep tatlı söyle. Onlara şefkatle tevazu kanadını ger ve 'Rabbım, onlar, küçükken beni nasıl ihtimamla yetiştirmişlerse, sen de kendilerini öylece esirge..' diye onlar için dua et.
Rabbınız, içinizdekini en iyi bilendir. İyi kimseler olursanız, kendisine yönelip tevbe edenleri bağışlar.
Hısıma, yoksula, yolda kalmışa, herbirine hakkını ver. Elindeki malını saçıp savurma, saçıp savuranlar, şüphesiz şeytanla kardeş olmuşlardır. Şeytan ise Rabb'ına karşı son derece nankördür.
Rabbından umduğun rahmeti elde etmek için hak sahiplerinden yüz çevirmek zorunda kalırsan, bari onlara yumuşak söz söyle (sert davranma).
Elini boynuna bağlayıp cimrilik etme, onu büsbütün açıp hepsini de saçma. Yoksa pişman olur, açıkta kalırsın,
Şüphesiz Rabb'n, dilediği kimsenin rızkını genişletir, dilediğininkini daraltır, ölçü ile verir. O, kullarını gören ve her şeyden haberdar olandır.
Çocuklarınızı yoksulluk korkusu ile öldürmeyin. Onları da sizi de Biz rızıklandırırız. Şüphesiz ki onları öldürmek büyük bir suçtur.
Sakın zinaya yaklaşmayın. Doğrusu bu çirkindir ve çok kötü bir yoldur.
Allah'ın haram kıldığı cana, haklı bir sebep olmadıkça kıymayın. Haksız yere öldürülen kimsenin velisine bir yetki vermişizdir. Artık o da öldürmekte aşırı gitmesin. Çünkü o, ne de olsa yardım görmüştür.
Erginlik çağına ulaşıncaya kadar, yetimin malına, en güzel şeklin dışında yaklaşmayın. Bir de verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen sözde sorumluluk vardır.
Ölçtüğünüz zaman ölçeği tam yapın, doğru terazi ile tartın. Bu daha iyi ve sonuç bakımından daha güzeldir.
Bilmediğin şeyin ardına düşme. Doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.
Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü ne yeri delebilir, ne de boyca dağlara ulaşabilirsin, (onlarla büyüklük yarışı yapabilirsin). Rabb'ının katında bunların hepsi, beğenilmeyen kötü şeylerdir.
Bunlar Rabb'ının sana bildirdiği hikmetlerdir. Sakın Allah'la beraber bir başka tanrı edinme. Yoksa kınanmış ve kovulmuş olarak Cehennem'e atılırsın." (İsra Sûresi, 23-29).
Bu ayetlerdeki ilahi emirler şöylece özetlenebilir:
1) Allah'tan başkasına kulluk etmeyin,
2) Anne-babaya iyi muamele edin,
3) Hısıma,yoksula, yolda kalmışa haklarını verin,
4) Ne hasis, ne cimri, ne de müsrif (savurgan) olun,
5) Çocuklarınızı öldürmeyin,
6) Zinaya yaklaşmayın,
7) Haklı bir sebep olmadıkça cana kıymayın,
8) Daha iyiye götürmek amacı dışında yetim malına yaklaşmayın,
9) Verdiğiniz sözü yerine getirin, sözünüzde durun,
10) Ölçü ve tartıyı tam yapın,
11) Hakkında bilginiz olmayan şeyin peşine düşmeyin,
12) Yeryüzünde kibir ve azametle yürümeyin, alçak gönüllü olun.

Peygamber! Kalk, azab ile korkut. Rabbinin adını (namazda tekbir ile) yücelt..." (Müddessir Sûresi, 1-3) anlamındaki ayetler inince, Rasûlüllah (s.a.s.) Cibril (a.s.)'ın tarifi ile abdest alıp namaz kılmıştır. Rasûlüllah (s.a.s.)'in Cibril'e uyarak kıldığı bu ilk namaz, sabah vaktinde kılınmıştır. Aynı gün akşam namazını Hz. Hatice ile cemaatle kıldılar. Ertesi gün bu cemaate Hz. Ali, daha sonra Hz. Ebû Bekir ve Zeyd b. Harise de katıldı. Böylece, (Mirac'da 5 vakit namaz farz kılınmadan önce) Risaletin başlangıcından itibaren Rasûlüllah (s.a.s.) ve Müslümanlar, akşam ve sabah olmak üzere, günde iki vakit namaz kılıyorlardı.
Bu iki vakit namazdan başka, "Müzzemmil Sûresi"nin ilk ayetleri ile "gece namazı" farz kılınmıştı. Müslümanlar geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılıyorlardı. Gece namazı bir sene kadar farz olarak devam ettikten sonra, aynı sûre'nin son ayeti (Müzzemmil Sûresi, 20) ile farziyeti kaldırıldı, nafile (tatavvu) namaz oldu. Mirac'da farz kılınan 5 vakit namaz ile bütün bu namazlar kaldırıldı. Ancak, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e has, ona ait olmak üzere gece namazının farziyeti devam etti. (Bkz. İsra Sûresi, 79; Tecrid Tercemesi, 2/231-232, Hadis No: 227'nin açıklaması; Tahir Olgun, İbadet Tarihi, 28-38, İst., 1946)

MÜSLÜMANLARIN MEDİNE'YE HİCRETLERİ
Hicret bir yerden başka bir yere göç etme demektir. Müşriklerin zulümleri yüzünden Mekke'de Müslümanlar barınamaz hale gelmişlerdi. Bu sebeple 2'inci Akabe Biatında Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Müslümanların Medine'ye hicretleri de kararlaştırılmıştı. Rasûlullah (s.a.s.) "Sizin hicret edeceğiniz yerin iki kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi..." diyerek Müslümanların Medine'ye hicretlerine izin verdi. 2'inci Akabe Biatı, Peygamberliğin 12'nci yılının son ayı olan Zilhicce'de yapılmıştı. 13'üncü yılın ilk ayı Muharrem'de (Temmuz 622) Medine'ye hicret başladı. Mekke'den Medine'ye ilk hicret eden, Beni Mahzûm'dan Abdülesed oğlu Ebû Seleme(121), en son hicret eden ise Rasûlullah (s.a.s.)'in amcası Abbas'tır.
Mekke'nin fethine kadar geçen süre içinde, dini uğruna, evini-barkını, malını-mülkünü, ailesini, kabilesini, akrabasını, bütün varlığını Mekke'de bırakarak Rasûlullah (s.a.s.)'in müsadesiyle Medine'ye göç eden Mekke'li Müslümanlara "Muhacirûn" adı verilmiştir.
Medine'de muhacirleri misafir eden, onlara bütün imkanları ile yardımcı olan Medine'li Müslümanlara da "Ensar" denilmiştir.

HZ. PEYGAMBER (S.A.S.)'İN HİCRETİ

Peygamber Efendimiz ile Ebû Bekir Mekke'de iken Abdullah b. Uraykıt adında henüz müslüman olmamış, fakat son derece emin bir şahsı kılavuz olarak kiralayıp develeri de ona teslim etmişlerdi.(133) Kılavuz Abdullah, üç gün sonra, dördüncü günün (Pazar) sabahı develeri mağaraya getirdi. Devenin birine Rasûlullah (s.a.s.) ile Ebû Bekir diğerine ise kılavuz Abdullah ile Ebû Bekir'in kölesi Amir b. Füheyre bindiler. Sahili takibederek Medine'ye doğru 24 saat hiç dinlenmeden yol aldılar Deve yürüyüşü ile 13 günlük olan Medine yolunu 8 günde katederek 12 Rabiulevvel/23 Eylül 622 pazartesi günü Kuba'ya ulaştılar.
Rasûlullah (s.a.s.)ilk vahiy Hira (Nûr) dağı'ndaki mağarada gelmişti. Hira'daki mağara ile Sevr'deki mağara arasında geçen müddet, Rasûlullah (s.a.s.) 'in Peygamberlik hayatının Mekke Devri'ni teşkil etmişti. Sevr dağı'ndaki mağaradan başlayan hicret ise, Mekke Devri'nin sonu, Medine Devri'nin başı olmaktaydı.

Medineliler derhal silahlanarak, bir bayram sevinci içinde yollara döküldüler. Rasûlullah (s.a.s.)'i Medine'ye bir saat uzaklıkta Kuba Köyünde karşıladılar. Rasûlullah (s.a.s.) burada Amr b. Avf Oğulları'nda 14 gece misafir kaldı.(136) Bu esnada Kur'an-ı Kerim'de "takva üzere yapıldığı" bildirilen Kuba Mescidi'ni bina etti ve burada namaz kıldı.

İlk Cuma Namazı ve İlk Hutbe
14 gün sonra, bir cuma günü Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz devesine bindi. Karşılamağa gelenlerle muhteşem bir alay içinde Medine'ye hareket etti. Yolda "Salim b. Avf oğulları"na ait "Ranûna Vadisi"nde öğle vakti oldu. Rasûlullah (s.a.s.) burada arka arkaya iki hutbe okuyarak ilk Cuma Namazını kıldırdı.
İlk hutbede Allah'a hamd ve sena ettikten sonra hutbe okudu.
HİCRETİN İSLAM TARİHİNDEKİ ÖNEMİ

Hicret, Müslümanları müşriklerin zulüm ve baskılarından kurtarmış, İslam'a yayılma imkanı sağlamış, böylece İslam inkılabının başlangıcı olmuştur. Bu itibarla olaydan 17 yıl sonra, Hz. Ömer'in hilafeti esnasında Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hicret ettiği yılın 1 Muharrem'i olan 16 Temmuz 622 tarihi, Hicri-Kameri Takvim için "takvim başı" olarak kabûl edilmiştir.
Rasûlullah (s.a.s.)'in hicreti Peygamberliğin 13'üncü yılında, 12 Rebiulevvel / 23 Eylül 622'de olmuştur. Bu tarih aynı zamanda Peygamber Efendimizin 53'üncü doğum yıldönümüdür.
Hicretle, 23 yıl süren Peygamberlik devrinin 13 yıllık Mekke Devri sona ermiş, 10 yıllık Medine devri başlamıştır.

HİCRET SONRASI MEYDANA GELEN OLAYLAR KRONOLOJİSİ

HİCRETİN 1.YILI (622-623)

a-Ezanın kabulü: Abdullah bin zeyd ve Hz. Ömerin rüyalarında ezanın bu günkü şeklini görmeleri ve Peygamber tarafından kabulü.

b-İlk Nüfus sayımı: Yapılan sayıma göre Medinedeki müslüman nüfusu 1500 civarındaydı.

c-Yahudilerle yapılan vatandaşlık andlaşması ve Mesine İslam şehir Devletinin kurulması Ve devlet başkanı olarak Hz. Muhammed sav. in olması

d-Peygamberimiz sav.in Hz Ayşe ile evlenmesi

HİCRETİN 2.YILI (623-624)

a-Cihada izin verilmesi: Cihad her müslümana farz-ı kifayedir. (Hacc 39-40 ), ( Tevbe 36), ( Enfal 58)

b-ilk seriyye ve gazaların yapılması: Hz.Hamzanın ve Ubeyde bin Haris’in seriyyesi, Ebva gazası ( hicretin 2. yılı Safer ayı), Buvat gazası ( hicretin 2. yılı), Uşeyre gazası(hicretin 2. yılı), Küçük Bedir (hicretin 2. yılı), Büyük Bedir gazası ( 13 mart 624 M./ 17 Ramazan 2 H.), Beni Kaynuka gazası ( Nisan 624 M. / Şevval 2 H.), Sevik gazası (Mayıs 624 M./ Zilhicce 2 H.),

c-Kıblenin değişmesi: Müslümanların ilk kıblesi Kudüste bulunan Mescid-i Aksaya doğru iken “Ey Muhammed ! Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu , gökten haber beklediğini görüyoruz.Elbette seni hoşlanacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Bundan böyle yüzünü Mescid-i Harama (kabe) doğru çevirNerede olursanız olun yüzünüzü o yöne çevirin “. (Bakara 144)

HİCRETİN 3.YILI (624-625)

a- Uhud gazası( 27 mart 625 M. / 2 Şevval 3 H.), Hamraü’l Esed gazası ( hicretin 3. yılı)

b-Hz. Muhammed sav.Hz.Hafsa (Hz. Ömerin dul kızı) validemizle ve Hz. Zeynep (Huzeyme kızı Fakirlerin anası diye bilinir) ile evlenmesi.

c-Hz. Osmanın ra. Peygamberimiz sav in kızı Ümmü gülsüm ile evlenmesi

HİCRETİN 4.YILI (625-626)

a-Reci’ vakası ( Müslüman 6 öğretmenlerin öldürülmesi olayı ) ve Bi’ri Maune faciası (Müslüman 70 öğretmenlerin öldürülmesi olayı)

b- Beni Nadir gazası (Ağustos 625 M./ Rabiulevvel 4 H.)

c- Peygamberimiz sav. in Ümmü seleme ile evlenmesi

d-Içki ve kumarın yasaklanması “ Ey mü’minler , içki içmek , kumar oynamak , ibadet için dikilen putlar , fal okları şeytanın işi olan pisliklerdir. Bunlardan uzak durasınız ki kurtuluşa eresiniz.Muhakkak şeytan , şarap ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak , Allah’ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık bunlara son verdiniz değilmi? ( Maide 90-91)

HİCRETİN 5.YILI (626-627)

a- Beni Mustalik gazası (17 Aralık 626 M./ 2 Şaban 5 H.), Hendek Gazası ( Şubat 627 M.7 Şevval 5 H.), Beni Kureyza gazası Mart 627 M./ Zilkade 5 H.)

b-Peygamberimiz sav.in Cahş kızı Zeynep ile evlenmesi

c- Müzeyne kabilesinin müslüman olması

HİCRETİN 6.YILI (627-628)

a-Müreysi gazası ( Cüveyriyenin kabilesi ile yapılan savaş)

b- Peygamberimiz sav.in Müstalik oğulları kabilesinin reisinin kızı Cüveyriye ile evlenmesi

c- Teyemmüm abdestinin farz kılınması

d-İfk Hadisesi ( Hz. Ayşe validemize zina iftirası atılması)

e-Hudeybiye barışı ( Mekkeli müşrikler ile yapılan antlaşma)

f-İslam devleti Arap yarımadasının en büyük devleti oldu.

HİCRETİN 7.YILI (628-629)

a-Hükümdarları islama davet edilmeye başalandı. Mektup gönderilen ülkeler şunlardır: 1-Bizans İmparatoru Heraklius 2-İran kisrası Hüsrev Perviz 3-Habeş kıralı Necaşi 4- Mısır valisi Mukavkıs 5-Yemen valisi 6-Bahreyn ve Umman emirleri 7-Busra emiri

b- Hayber gazası( Mayıs 628 M./ Muharrem 7 H.)

c- Peygamberimiz sav in Hayber reislerinden Huyey kızı Safiye ile evlenmesi

d-Habeşistandaki son müslüman kafilesi döndü

e-Kabeyi ziyaret

e- Peygamberimiz sav in Haris kızı Meymune ile evlenmesi

f- Peygamberimiz sav in Maria ile evlenmesi

HİCRETİN 8.YILI (629-630)

a-Mute savaşı ( Cemaziyelevvlel H-8), Mekkenin Fethi ( 11 Ocak 630 M./ 20 Ramazan 8 H.), Huneyn gazası ve Evtas gazası (27 Ocak 630 M./ 6 şevval 8 H.), Taif gazası (Şubat 630 M./ Şevval 8 H.)

b- Peygamberimiz sav in oğlu ibrahim’in doğması ve Kızı Zeynebin ölmesi

HİCRETİN 9.YILI (630-631)

a- Tebük Gazası( Eylül 630 M./ Recep 9 H.)

b- Çeşitli kabilelerden islama girmek için elçilerin gelmesi

c-Hac farz kılındı

d-ZekatKabilelerden zekat toıplanmaya başlandı.

HİCRETİN 10.YILI (631-632)

a-Veda haccı (Zilkade ayı)

b- Peygamberimiz sav in oğlu ibrahim’in ölümü

HİCRETİN 11.YILI (632-633)

a- Hz. Muhammedin hastalanması

b- Hz. Muhammedin sav Vefatı ( Rabiülevvel ayı 13 pazartesi )

c-Hz Ebu Bekir ra.ın halife seçilmesi

SAVAŞA İZİN VERİLMESİ

İLK SERİYYELER
Rasûlullah (s.a.s.) düşmanın hareketini kontrol altında tutmak, Medine'yi muhtemel bir tecavüzden korumak için, civardaki bazı bölgelere "keşif kolları" (seriyye) göndermiş, fakat kendilerine silahlı tecavüz olmadıkça çarpışma izni vermemiştir.
Hicretin ilk yılında üç seriyye gönderilmiştir. İlk seriyye, Hz Peygamber (s.a.s.)'in amcası. Hz. Hamza komutasındaki 30 kişilik seriyyedir. İslam'da ilk sancak bu seriyyeye verilmiştir.
2'inci seriyye, Rasûlullah (s.a.s.)'in amcalarından Haris'in oğlu Ubeyde komutasında; 3'üncüsü ise Sa'd b. Ebi Vakkas komutasında gönderilmiştir.
Bu seriyyeler, hicretin 7-8 ve 9' uncu (Ramazan, Şevval ve Zilkade) aylarında gönderilmiştir.
Seriyye: Rasûlullah (s.a.s.)'in kendisinin bulunmadığı küçük harp müfrezesi demektir.

Gazve: Rasûlullah (s.a.s.)'in katıldığı ve bizzat idare ettiği askeri harekata ise "Gazve" denir. Seriyyeler, genellikle gece çıkarılan ve sayıları 5-400 arasında değişen askeri birliklerdir. Gazvelerin sayısı 19'dur. Seriyyelerin sayısı daha çoktur.

Rasûlullah (s.a.s.)'in ilk gazvesi, 60 kişilik müfreze ile Ebva Köyüne yapılan gazvedir. Hicretin ikinci yılı Safer ayı başında yapılmıştır.

Aynı yıl içinde sırasıyla Buvat, Uşeyre, Küçük Bedir ve Büyük Bedir Gazveleri olmuştur. İlk dördünde düşmanla karşılaşma olmamış, kan dökülmemiştir. Büyük Bedir Gazvesi, Müslümanların yaptığı ilk savaş olmuştur.

BEDİR SAVAŞI (17 Ramazan 2 H/13 Mart 624 M.)
"Siz güçsüz bir durumda iken Allah size Bedir'de yardım etmişti
". (Al-i İmran Sûresi, 123)
a) Kureyş'in Gönderdiği Kervan
Kureyş Medine'yi basıp Rasûlullah (s.a.s.)'i öldürmek, Müslümanlığı ortadan kaldırmak için hazırlanıyordu. Yapılacak savaşın masraflarını karşılamak üzere, Ebû Süfyan'ın başkanlığında büyük bir ticaret kervanını Medine yolu ile Şam'a göndermişlerdi. Kervan döner dönmez, Medine'ye hücûm edeceklerdi.
Gönderdiği seriyyeler (keşif birlikleri) vasıtasıyla Hz. Peygamber (s.a.s.), Mekke'de olup bitenleri, yapılan hazırlıkları tamamen öğrenmişti.. Dönüşünü haber alınca, kervanı ele geçirmek üzere, Ramazan'ın 12'inci günü Abdullah b. Ümmi Mektûm'u imam bırakarak 313 kişi ile Medine'den çıktı. Yolda ensardan Ebû Lübabe'yi Medineye muhafız tayin ederek, geri çevirdi. 8 kişi de mazeretleri sebebiyle izin aldıklarından 64'ü muhacir, diğerleri de ensardan omak üzere 305 kişi kaldılar. 6 zırh, 8 kılıç, 3 at, 70 develeri vardıEbû Süfyan, dönüşte Müslümanların kervana saldırma ihtimaline karşı Mekke'ye haberci göndererek korunması için yardım istemişti. Esasen aylardan beri savaş hazırlığı içinde olan Mekkeliler kervanı kurtarmak ve Müslümanlardan intikam almak üzere Ebû Cehil'in komutasında 950-1000 kişilik bir ordu ile hareket ettiler. Ebû Leheb'den başka bütün Kureyş ulularının katıldığı bu ordunun 200'ü atlı, 700'ü develi, diğerleri de yaya idi. Zırh, ok, mızrak, kılıç gibi her türlü savaş alet ve silahları tamamdı. Ebû Leheb, hastalığı sebebiyle sefere katılamamış, yerine bedel göndermişti.

Bedir deve yürüyüşü ile Medine'ye 3; Mekke'ye ise 10 günlük (80 mil) mesafede bir köydü. Her yıl burada panayır kurulur, bu sebeple Suriye'ye giden kervanlar buradan geçerdi. Kureyş ordusu buraya Müslümanlardan önce gelip, suyun başını tutmuştu. Ebû Süfyan idaresindeki 50 kişilik Kureyş kervanı ise, henüz Müslümanlar Medine'den çıktıkları sıralarda, sahil yolunu izleyerek Medine'den uzaklaşmış, Kureyşlilere de geri dönmeleri için haber göndermişti. Fakat, ordusuna çok güvenen Ebû Cehil, mutlaka savaşmak istiyordu. Bu yüzden Mekkeliler geri dönmeyip, Bedir'e kadar ilerlemişler ve burada karargah kurmuşlardı.

Müşrikler savaş alanında 70 ölü, 70 esir bırakarak kaçtılar. Öldürülenlerden 24'ü Müslümanlara en çok düşmanlık gösteren Kureyş büyükleriydi. Savaşın başkomutanı Ebû Cehil de ölenler arasındaydı. Müslümanlardan şehit düşenler ise 6'sı muhacirlerden, 8'i de ensardan olmak üzere 14 kişiydi.
Bedir Zaferi Medine'de bayram sevinci meydana getirdi. Mekke ise mateme büründü. Ebû Leheb bir hafta sonra üzüntüsünden öldü. Fakat Kureyşiler, Müslümanlar sevinmesinler diye yas tutmadılar.
Zaferden sora Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Bedir'de üç gün daha kaldı. Şehitler defnedildi. Meydanda kalan müşrik ölüleri açılan bir çukura gömüldü.

-BENİ KAYNUKA YAHÛDİLERİNİN MEDİNE'DEN ÇIKARILMASI (Şevval 2 H./Nisan 624 M.)
Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine'de Yahûdilerle anlaşmalar yapmış, onlarla barış içinde olmak istemişti. Fakat Yahûdiler daima düşmanca bir davranış içinde oldular. Her fırsatta Evs ve Hazrec Kabileleri arasındaki eski düşmanlıkları hatırlatıp, Müslümanları birbirine düşürmeğe çalıştılar. Kendileri ehl-i kitab ve tek Allah inancında oldukları halde, "müşrikler, mü'minlerden daha doğru yolda" dediler. Sabahleyin Müslüman olmuş görünüp, akşam dönerek, Müslümanlarla alay ettiler. Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Müslümanlar aleyhine şiirler yazdılar. Oysa, ellerinde bulunan Tevrat'taki bilgilerden Hz. Muhammed (s.a.s.)'in hak peygamber olduğunu da biliyorlar, buna rağmen düşmanlık ediyorlardı.
Müslümanlarla Medine'deki Yahûdi kabileleri arasında yapılan vatandaşlık anlaşmasını ilk bozan Kaynukaoğulları oldu.
Müslümanlardan bir kadın, Kaynuka yahûdilerinden bir kuyumcunun dükkanında alış- veriş ederken, bir Yahûdi, kadın duymadan örtüsünün eteğini arkasına bağlamış, kadın kalkıp gitmek isteyince her tarafı açılıvermişti. Kadının feryadı üzerine yetişen bir Müslüman bu Yahûdiyi öldürmüş, orada bulunan Yahûdiler de bu Müslümanı öldürmüşlerdi. Bu olay yüzünden Kaynukaoğulları ile Müslümanların arası açıldı. Rasûlullah(s.a.s.) Beni Kaynuka'ya muahedeyi yenilemeyi teklif etti, onlar buna yanaşmadılar.
Şevval ayı ortalarında ordusu ile Beni Kaynuka'yı muhasara etti. Kuşatma 15 gün sürdü. Kaynukaoğulları diğer Yahûdi kabileleri ve münafıklardan bekledikleri yardımı göremeyince, teslim olmağa mecbûr oldular. Muahedeyi bozdukları, vatana ihanet ettikleri için öldürülmeleri gerekiyordu. Kaynukaoğulları daha önce Hazrec kabilesinin himayesindeydi. Hazrec kabilesi eşrafından, münafıkların başı Ubeyy oğlu Abdullah, bunu bahane ederek bunların öldürülmemeleri için ısrar ettiğinden, Rasûlullah (s.a.s.) Medine'den çıkarılmalarını emretti. Böylece, 700 kişiden ibaret Kaynuka Yahûdileri, Medine'den Şam tarafına sürüldüler. Ele geçen ganimet mallarının beşte biri Beytü'l-male (Devlet hazinesine) ayrıldı.Geri kalanı gazilere paylaştırıldı. Toprakları da, topraksız Müslümanlara verildi. Böylece Müslümanlar, Yahûdilerin en cesûru sayılan Kaynukaoğullarının kötülüklerinden kurtulmuş oldular.

SEVİK GAZASI (Zilhicce 2 H./Mayıs 624 M.2)
Bedir Savaşında Mekkelilerin ileri gelenleri ölmüş, Kureyşin başına Ebû Süfyan geçmişti. Ebû Süfyan, Müslümanlarla savaşıp, Bedir yenilgisinin öcünü almadıkça kadınlarına yaklaşmayacağına, yıkanmayacağına ve koku sürmeyeceğine yemin etmişti. 200 atlı ile Mekke'den çıkarak Medine'ye bir saatlik mesafede Urayz Köyü'ne gelmiş, çift sürmekte olan ensardan Sa'd b. Amir ile hizmetçisini şehit edip bir kaç ev ve hurma ağacını ateşe verdikten sonra, "yeminim yerine geldi", diyerek dönüp kaçmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.s.) bu durumu duyunca 80 süvari, 120 yaya ile hemen takibe çıkmış ise de Ebû süfyan sür'atle kaçtığı için yetişememiştir. Mekkelilerin erzak olarak getirip, kaçarken ağırlık olmasın diye bıraktıkları çuvallar dolusu, kavrulmuş un (sevik) Müslümanların eline geçtiğinden bu gazveye Sevik (kavrulmuş un, kavut) Gazası denilmiştir.

UHUD SAVAŞI (11 Şevval 3 H./27 Mart 625 M.)
"Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer inanmışsanız üstün gelecek sizsiniz. (Al-i İmran Sûresi, 139)
a) Savaşın Sebebi
Bedir Savaşında Mekke müşriklerinden 70 kişi ölmüştü. Bunlar arasında Ebû Cehil, Ukbe, Utbe, Şeybe, Ümeyye, As b. Hişam gibi Kureyş'in önde gelen simaları vardı. Bu yüzden Mekkeliler Bedir yenilgisini unutamıyorlar, intikam ateşiyle yanıyorlardı.
Bedir'de,babalarını, kardeşlerini, oğullarını ve diğer yakınlarını kaybedenler. Mekke reisi Ebû Süfyan'a başvurdular. Darun'-Nedve'de toplanarak, Şam kervanının kazancı ile bir ordu toplayıp Medine'yi basmağa ve Müslümanlardan öç almağa karar verdiler.
Mekke dışındaki müşrik Arap kabilelerine, şairler, hatipler gönderdiler. Bunlar, Bedir'de öldürülenler için, şiirler, mersiyeler söyleyerek halkı heyecana getirdiler. 50 bin altın olan kervan kazancının yarısı ile Mekke dışındaki müşrik kabilelerden 2000 asker topladılar. Mekke'den katılanlarla, 700'ü zırhlı, 200'ü atlı omak üzere, Ebû Süfyan'ın komutasında 3000 kişilik mükemmel bir ordu ile Medine üzerine yürüdüler. Orduda ayrıca 300 deve, şarab tulumları, şarkıcı ve rakkase kadınlar vardı. Bunlardan Başka, başta Ebû Süfyan'ın karısı Hind olmak üzere Kureyş ileri gelenlerinden 14 tane evli kadın da kocaları ile birlikte bulunuyorlardı.

Ebû Süfyan komutasındaki 3000 kişilik müşrik ordusunun sağ kanadına Velid oğlu Halid, sol kanadına Ebû Cehil'in oğlu İkrime, süvarilere Ümeyye oğlu Safvan, okçulara ise Rabia oğlu Abdullah komuta ediyordu.
Kureyşli kadınlar, Bedir'de ölenler için mersiyeler okuyorlar, defler çalıp şarkılar söyleyerek askerler arasında dolaşıyorlar, onları savaşa teşvik ediyorlardı.

l) Uhud Savaşı'ndan Üç Safha
Uhud Savaşı'nda üç safha yaşandı:
İlk safhada Müslümanlar üstün geldiler, 20'den çok düşman öldürerek, müşrikleri bozguna uğrattılar.
İkinci safhada, kaçan müşrikleri kovalamayı bırakıp, kesin sonuç almadan ganimet toplamaya koyulmaları ve Rasûlullah (s.a.s.)'in yerlerinden ayrılmamalarını emrettiği okçu birliğinin görevlerini terketmeleri yüzünden, Müslümanlar 70 şehit vererek mağlup duruma düştüler.
Üçüncü safhada ise, dağılmış olan Müslümanlar, Rasûlullah (s.a.s.)'in etrafında toplanıp, karşı hücûma geçerek, düşman hücûmunu durdurdular.
Müşriklerin Uhud'dan ayrılmasından sonra Rasûlullah (s.a.s.) şehitleri yıkanmadan, kanlı elbiseleriyle, ikişer üçer defnettirdi. Cenaze namazlarını ise, bu tarihten 8 sene sonra kıldı.

HAMRAÜ'L-ESED GAZVESİ
Müşrikler, elde ettikleri üstünlükten yararlanıp Müslümanları imha etmeden savaş alanından ayrıldıklarına pişman oldular. Aralarında, geri dönüp Medine'yi basmayı konuştular. Rasûlullah (s.a.s.) bu durumdan haberdar olunca, Medineye dönüşünden bir gün sonra, Uhud Savaşı'na katılmış olan ashabını toplayarak Medine'den 16 km. kadar uzakta "Hamra'ü'l-Esed" denilen yere kadar müşrikleri takibetti. Gece olunca, burada 500 kadar ateş yaktırdı. Müşrikler, takib edildiklerini öğrenince, korktular; Medine'yi basma düşüncesinden vazgeçerek, süratle Mekke'ye döndüler

NADİROĞULLARI GAZVESİ (Rabiulevvel 4 H./Ağustos 625 M.)
Beni Nadir Yahûdileri Medine'ye iki saatlik bir mesafede oturuyorlardı. Aralarındaki anlaşma gereğince, Müslümanların ödedikleri diyete, Yahudi kabilelerinin de katılması gerekiyordu. Amir oğullarından, Amr b. Ümeyye'nin yanlışlıkla öldürdüğü iki kişinin diyeti ödenecekti. Rasûlullah (s.a.s.) yanına ashabından 10 kişi alarak, diyetten paylarına düşeni istemek üzere Nadiroğulları yurduna gitti. Yahudiler, Rasûlullah (s.a.s.)'in teklifini kabul etmiş göründüler, fakat ayaklarına kadar gelişini fırsat sayarak, Rasûlullah (s.a.s.)'e sû-i kast yapmayı planladılar.
Bir evin gölgesinde oturmakta olan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in üzerine, evin saçağından bırakacakları büyük bir taşla O'nu öldürmek istediler.
Cenab-ı Hakk, peygamberini Yahûdilerin hazırlığından haberdar etti. Rasûlullah (s.a.s.) oradan ayrılıp Medine'ye döndü. Yahûdilerin tuzağını ashabına bildirdi. Bu davranışlarıyla Nadiroğulları anlaşmayı bozmuşlardı. Rasûlullah (s.a.s.), Muhammed b. Mesleme'yi bunlara göndererek 10 gün içinde Medine'yi terk etmelerini, 10 günden sonra kim kalırsa boynunu vuracağını kendilerine bildirdi. Yahûdiler yol hazırlığına başladılar. Fakat, münafıkların başı Übeyyoğlu Abdullah:
-"Medine'den çıkmayın, biz size yardım ederiz, Kurayzaoğulları da yardım edecek, diye gizlice haber gönderdi. Bu sebeple Nadiroğulları yol hazırlığından vazgeçip kendilerini savunmaya karar verdiler.
Rasûlullah (s.a.s.) Rabiulevvel'de Nadiroğulları yurdunu kuşattı. Nadiroğulları bir yıllık yiyeceklerini depo ettikleri kalelerinin sağlamlığına güveniyorlard. Kuşatma, 15-20 gün sürdü. Savaş sokaktan sokağa, evden eve atlayarak devam etti. Rasûlullah (s.a.s.) Yahûdilere siper olan, savaşı zorlaştıran hurma ağaçlarını kestirdi.
Nadiroğulları, münafıklardan da, Kurayzaoğullarından da bekledikleri yardımı görmediler. Muhasaranın kaldırılması için eman dilediler. Beraberlerinde götürebildikleri kadar mal ile Medine'den çıkmalarına izin verildi. 600 deve yükü eşya ile Medine'den ayrıldılar. Bir kısmı Şam'a, bir kısmı Filistin'e göç etti. Selam, Kinane ve Huyey ismindeki reisleri ise Hayber'e sığındılar. Üzüntülerini belli etmemek için, şarkılar söyleyip, defler çalarak Medine'den ayrıldılar. Bunlar daha sonra Hendek Savaşı'nı hazırladılar.
50 zırh, 50 miğfer, 340 kılıç ve diğer bazı mallar ganimet olarak Müslümanlara kaldı. Rasûlullah (s.a.s.) bu ganimetleri muhacirlere ve yoksullara dağıttı.
Uhud Savaşı'ndan sonra Müslümanların itibarı sarsılmıştı. Nadiroğulları'nın Medine'den çıkarılmasıyla, Medine civarındaki müşrik kabileleri arasında Rasûlullah (s.a.s.) 'in nüfûzu tekrar kuvvetlenmiş oldu.

BENİ MUSTALIK GAZASI (MÜREYSİ' SAVAŞI) (2 Şaban 5 H./17 Aralık 626 M.)
Mustalikoğulları Huzaa kabilesindendir. Necid bölgesinde, Medine'ye 9 günlük bir yerde yerleşmişlerdi. Müslümanlarla iyi geçiniyorlardı. Fakat, Kureyşlilerin teşvikiyle kabile reisi Ebû Dırar oğlu Haris çevrede yaşayan bedevi kabilelerle birleşerek Medine'ye baskın için hazırlığa başladı. Rasûlullah (s.a.s) durumu öğrenince, Medine'de Zeyd b. Harise'yi kaymakam bıraktı. 30'u atlı, 1000 kişilik bir kuvvetle Beni Mustalik üzerine yürüdü. (2 Şaban 5 H./17 Aralık 626 M.) Bedeviler, Müslümanların üzerlerine geldiğini duyunca, korkup dağıldılar. Haris'in etrafında sadece kendi kabilesi kaldı.
Beni Mustalık Müreysi' suyu yanında toplanmış henüz hazırlıklarını tamamlayamamıştı. Müslüman olmaları teklif edildi, kabûl etmediler. Fakat Müslümanların düzenli hücûmlarına karşı duramayıp bir saat içinde dağıldılar.
Savaş sonunda, Müslümanlardan bir kişi şehid oldu, müşrikler ise 10 ölü verdiler. Ayrıca, Müslümanlar ganimet olarak 700 esir, 5000 koyun, 2000 deve ele geçirdiler.

şeyleri toplamakla görevlendirilen Safvan b. Muattal geldi. Hz. Aişe'yi görünce, devesini çöktürdü; Hz.Aişe

HENDEK SAVAŞI (Şevval 5 H./ Şubat 627 M.)
Mü'minler, müttefik düşman birliklerini gördüklerinde, "İşte Allah ve Rasûlünün bize vadettiği şey budur. Allah ve Peygamber doğru söylemiştir" dediler. Bu, onların iman ve teslimiyetlerini artırmaktan başka bir şey yapmadı." (el-Ahzab Sûresi, 22)
Bir taraftan karşı tarafa geçmeyi engelleyen derin ve uzun çukara"hendek" denir. Medine'yi savunmak üzere, çevresine hendek kazıldığı için bu savaşa, "Hendek Gazvesi" denildiği gibi, bir çok müşrik ve Yahûdi kabilesi, Müslümanlara karşı birleştiği için" Ahzab Harbi" de denilmiştir.
Mekke dışındaki bedevi kabilelerin katılmasıyla ordunun sayısı 10 bine ulaştı. Şimdiye kadar böyle bir kuvvet toplanmamıştı. Medine'yi basıp Müslümanlığı yok edeceklerdi. Ordunun başkomutanı Ebû Süfyan idi.

Medine Çevresine Hendek Kazılması
Rasûlullah (s.a.s.) Mekke'deki hazırlıkları, Kureyş ordusu henüz hareket etmeden haber aldı. Ashabını toplayarak, bu korkunç saldırıya nasıl karşı koyacaklarını istişare etti. Müzakere sırasında, aslen İranlı olan Selman (Selman-ı Farisi):
-Ya Rasûlallah, İran'da düşman saldırısından korunmak için, şehrin etrafına, hendek kazarlar. Biz de öyle yapalım, dedi.
Esasen Medine'nin üç tarafı, evlerin yüksek dış duvarları, yalçın kayalıklar ve sık hurmalıklarla çevrilmişti. Düşman saldırısına karşı, sadece kuzey yönü açıktı. Bu tarafa da, düşmanın geçemeyeceği derinlikte bir hendek kazılırsa, savunma kolaylaşırdı.
Arablarca bilinmeyen bu savunma şekli uygun görüldü. Saldırıya elverişli olan kuzey tarafda hendek kazılacak yer işaretlendi.
Rasûlullah (s.a.s.), ashabını 10'ar kişilik gruplara ayırdı. Her grubun kazacağı kısmı belirlediAçlığa, soğuğa ve her türlü sıkıntıya rağmen, yaklaşık 5,5 km, uzunlukta bir atın karşıya sıçrayamayacağı genişlik ve derinlikte kazılan hendek, düşman gelmeden önce, iki hafta içinde tamamlandı.

Müşriklerin Medine'yi Kuşatması
Müşrikler, Medine önünde, şimdiye kadar benzerini görmedikleri derin bir hendekle karşılaşınca, şaşırdılar. Bir hamlede Medine'yi alt üst edip, Müslümanları yok edeceklerini hayal etmişlerdi. Bunun kolay olmayacağını gördüler. Hendek boyunca, aşağı-yukarı ilerlediler, geçecek bir yer bulamadılar. Sonunda, Kureyşliler hendeğin batı kısmına, Bedevi kabileler de doğu kısmına karargah kurdular. Böylece Medine'yi kuşattılar. (Şevval 5 H./Şubat 627M.)

10 bin kişlik müşrik ordusu karşısında, Müslümanların sayısı 3 bin kadardı.Yalnızca 36 atları vardı. Önlerinde hendek, arkalarında ise Sel‘ Dağı bulunuyordu. Ancak Beni Kurayza anlaşmayı bozar da müşriklerle işbirliği yaparsa, Müslümanlar çok tehlikeli bir duruma düşeceklerdi. Bu takdirde, Müslümanlar Hendek önünde düşmanla uğraşırken, Yahûdilerin Medine'yi basıp, kadınları ve çocukları kılıçtan geçirmeleri mümkündü. Karşılıklı ok ve taşların atılmasıyla başlayan kuşatma, aralıksız 27 gün sürdü. Müslümanlar açlık ve sefalet içinde, zor ve sıkıntılı günler geçirdiler. Savaşın en tehlikeli bir anında, Beni Nadir Reisi Ahtab oğlu Huyey'in teşvikiyle Beni Kurayza Yahûdileri de anlaşmayı bozup, müşriklerle işbirliğine başladılar. Rasûlullah (s.a.s.)'in nasihat için kendilerine gönderdiği Evs kabilesi Reisi Sa'd b. Muaz'ı dinlemediler. Düşmanlıklarını açıkça bildirdiler.

Rasûlullah (s.a.s.)'in Duası ve Kuşatmanın Sona Ermesi
Rasûlullah (s.a.s.), o sıkıntılı gün:
-Allah'ım, ey Kur'an'ı indiren ve hesabı tez gören Rabbım; Şu Arap kabilelerini dağıt, topluluklarını boz, iradelerini sars. diye dua etti. Duası bitince, Rasûlullah (s.a.s.)'in yüzünde sevinç eseri görüldü. Rabb'ımın yardım va'dini size müjdelerim, buyurdu. İşte o akşam, ayet-i celile ve hadis-i şerifte bildirilen "saba rüzgarı" esmeğe başladı. Fırtına ve kasırga çadırları söküp uçurdu, yemek kazanları devrildi, ocaklar söndü, develer ve atlar birbirine karıştı. Müşriklerin ağızları, burunları, gözleri toz-toprakla doldu. Karargahları alt üst oldu. Ortalığı dehşet kapladı. Neye uğradıklarını bilemediler.
"Ey inananlar, Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın. Üzerinize ordular gelmişti, Biz de onların üzerine rüzgar ve sizin göremediğiniz ordular (Melekler) göndermiştik." (el-Ahzab Sûresi.9)
"Allah, kafirleri hiçbir zafer elde edemeden, kin ve öfkeleriyle geri çevirdi. Savaşta mü'minlere Allah'ın yardımı yetti. Allah yegane kuvvetli ve galib olandır." (el-Ahzab Sûresi, 25)
Bu savaşta, müşriklerden 4 kişi ölmüş, Müslümanlardan 5 kişi şehid düşmüştür. Savaştan sonra Rasûlullah (s.a.s.):
-"Bundan sonra sıra bizde. Müşrikler artık üzerimize gelemeyecek, biz onların üzerine gideceğiz." Buyurdu. Gerçekten de öyle oldu.
KURAYZAOĞULLARI GAZVESİ (Zilkade 5 H,/Mart 627 M.)
a) Savaşın Sebebi
Rasûlullah (s.a.s.) Medine'deki Yahûdi kabileleriyle ayrı ayrı anlaşmalar yapmıştı. Bunlardan Kaynuka ve Nadiroğullarının, anlaşma hükümlerine uymadıkları için Medine'den çıkarıldıklarını daha önce görmüştük. Kurayza oğulları ise, Uhud Savaş'ından sonra anlaşmayı yeniledikleri için yerlerinde kalmışlardı.
Hendek Savaşında, Beni Kurayza Yahûdileri önce anlaşmaya bağlı kaldılar. Hendek kazılırken, kazma, kürek gibi aletler vererek Müslümanlara yardımcı oldular. Ancak, savaşın en tehlikeli bir anında, Beni Nadir Reisi Huyey b. Ahtab'ın teşvikiyle anlaşmayı bozdular. Müslümanlarla birlikte Medine'yi savunmaları gerekirken, müşriklerle birlikte, Müslümanlara karşı savaşa girdiler. Böylece vatana ihanet suçu işlediler. Rasûlullah (s.a.s.)'in nasihat için gönderdiği Evs Kabilesi Reisi Sa'd b. Muaz'ın sözlerine de kulak asmadılar. Hz. Peygamber (s.a.s.) hakkında çirkin sözler söyleyerek düşmanlıklarını açıkça ilan ettiler. Ancak, Beni Kurayza'dan yaptıklarının hesabı sorulacaktı. Bu sebeple, Hendek Savaşından Medine'ye döner dönmez, Beni Kurayza üzerine sefer emri verildi.
Rasûlullah (s.a.s.) Hendek Savaşı'ndan dönmüş silahlarını çıkarmış, üzerindeki toz-toprağı temizlemek için, gusletmek istemişti. Bu esnada Cibril (a.s.) at üstünde ve toz-toprak içnde geldi:
-"Aa, silahını çıkardın mı; vallahi biz melekler çıkarmadık. Haydi, şunların üzerine yürü", diye Kurayzaoğullarını işaret etti. Rasûlullah (s.a.s.) derhal Beni Kurayza'ya sefer ilan etti. Ashabın sür'atle yola çıkmalarını sağlamak için,
-Hiç kimse ikindi namazını sakın başka yerde kılmasın, ancak Beni Kurayza yurdunda kılsın, buyurdu.
Ashabın bir kısmı bu emrin zahirine uyarak, namazlarını Beni Kurayza yurduna varınca kıldılar. Bir kısmı da Peygamber (s.a.s.)'in maksadı, acele etmemizi sağlamaktır, diyerek, vakit çıkmadan yolda kıldılar. Hz. Rasûlullah (s.a.s.) her iki zümrenin yaptığını da hoş gördü.
Müslümanların toplanması yatsıya kadar devam etti sayıları 3 bini buldu. Müslümanların üzerlerine geldiğini görünce sövüp-sayarak kalelerine çekilen Beni Kurayza'nın sayısı 900 kadardı.

b) Beni Kurayza'ya Verilen Ceza
Kuşatma 25 gün sürdü. Kurayzaoğulları anlaşmayı bozduklarına pişman oldular. Diğer Yahudi kabileleri gibi Medine'den çıkıp gitmek için izin istediler. Fakat Hz. Rasûlullah (s.a.s.) kayıtsız şartsız teslim olmalarını istedi. Reisleri Ka'b b. Esed'in başkanlığında toplandılar. Ka'b:
-"Tevratta bildirilen son peygamberin bu olduğu anlaşıldı. Müslüman olup kurtulalım, dedi Yahûdiler:
-Biz Tevrat üzerine başka kitab kabul etmeyiz, dediler, Ka'b:
-Öyleyse,kadınları ve çocukları öldürelim. Sonra kaleden çıkıp çarpışalım, belki başarırız, dedi. Onlar:
-Çoluk-cocuğumuz öldükten sonra, yaşamanın ne önemi var, diye cevap verdiler. Ka'b:
-O halde, yarın cumartesi, Müslümanlar bizden emindir. Ansızın hücûm edelim, onları gafil avlayalım, dedi.
-Biz cumartesinin hürmetini bozamayız, diye reddettiler. Sonunda kayıtsız şartsız teslim oldular. Ancak haklarında Evs Kabilesi Reisi Sa'd b. Muaz'ın hüküm vermesini istediler.
Beni Kurayza, Evs kabilesinin himayesindeydi. Bu yüzden, Sa'd b. Muaz'ın hakemliğini istiyorlardı. Sa'd, hastaydı. Hendek Savaşı'nda kolundan okla yaralandığı için tedavi görüyordu. Haberi alınca geldi.
-Kur'an-ı Kerim'e göre mi, yoksa kendi kanunlarına göre mi hüküm vermemi istiyorlar, diye sordu. Yahudiler, kendi kanunlarına göre hüküm verilmesini istediler. Sa'd da Tevrat'a göre karar verdi.
a) Savaşabilecek durumdaki erkeklerin öldürülmesine,
b) Kadınların ve çocukların esir edilmesine,
c) Bütün mallarının da zaptedilmesine hükmetti.
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.):
"Ey Sa'd, Allah'ın rızasına uygun hükmettin" buyurdu. Yahudiler de kararın Tevrat'a uygun olduğunu itiraf ettiler. Sa'd'in bu hükmü, Tevrat'ın Tesniye kitabının 20. Babının 10-14 üncü ayetlerine uygun düşmüştü. Bu gün de vatana ihanet edenlere ölüm cezası verilmektedir.
Beni Kurayza hakkındaki hükmü Hz. Ali ve Hz. Zübeyr icra ettiler. Kazılan büyük bir hendeğin kenarında 600 kadar Yahûdinin birer birer boyunlarını vurup hendeğe attılar. İçlerinden 4 tanesi Müslüman olup hayatlarını kurtardılar. Beni Nadir Reisi Huyey b. Ahtab ile Beni Kurayza Reisi Ka'b b. Esed de öldürülenler arasındaydı.
Beni Kurayza'nın malları, mücahidlere paylaştırıldı. Arazisi ise, ensarın rızasiyle muhacirlere verildi.
"Allah, Ehl-i Kitab'dan müşrikleri destekleyen (Beni Kurayza Yahûdi)lerini kalelerinden indirmiş, kalblerine korku salmıştı. Onların kimini öldürüyor, kimini de esir alıyordunuz. Yerlerini yurtlarını, mallarını ve henüz ayağınızı bile basmadığınız toprakları Allah size miras olarak verdi. Allah her şeye kadirdir ". (el-Ahzab Sûresi, 26-27)

3- HAYBER'İN FETHİ (Muharrem 7 H./Mayıs 628 M.)

a) Savaşın Sebebi
Hayber Medine'nin kuzey-doğusunda, Suriye yolu üzerinde, Medine'ye 170 km. mesafede büyük bir Yahûdi şehriydi. Yedi kalesi vardı. Hurmalıklarıyla meşhûr, münbit bir vaha'da kurulmuştu.
Hayber, Müslümanlara karşı bir fesad ocağı haline gelmişti. Daha önce Medine'den çıkarılmış olan Yahûdiler de oraya yerleşmişlerdi. Müslümanlara karşı, müşrik bedevi Arabları harekete geçiren, Hendek Savaşını hazırlayan bunlardı. Hendek Savaşında, Beni Kurayza Yahûdilerine, düşmanla işbirliği yaptıranlar da bunlar olmuştu.
Rasûlullah (s.a.s.) Hayber ahalisiyle barış yapmak istiyordu. Hudeybiye'den döndükten sonra, Ravaha oğlu Abdullah'ı Hayber'e gönderdi. Fakat Yahûdiler barış teklifini kabûl etmediler. Onlar, komşuları Gatafan kabilesiyle birlikte Medine'yi basmak için hazırlanıyorlardı. Hudeybiye Barış Anlaşması'nın, Müslümanların aleyhine görünen maddeleri,onlara Müslümanları kuvvetsiz göstermişti. Münafıklar da onları savaşa teşvik ediyorlardı.
Gatafan kabilesi, Müslümanlara karşı Yahûdilerle birlikte hareket etmeyi kübûl etmişti. Düşman hazırlığını tamamlamadan harekete geçmek gerekiyordu. Rasûlullah (s.a.s.), ashabına:
-"Cihadı isteyenler bizimle gelsin" diyerek Hayber üzerine yürüneceğini ilan etti. Hicretin 7'inci yılı Muharrem ayında 2000 atlı ve 1600 piyade ile Medine'den çıktı. Harekatını düşmana sezdirmeden, üç günde Raci' Vadisi'ne ulaştı. Burada ordugahını kurdu. Böylece Gatafan kabilesinden, Yahûdilere gelecek yardımın yolunu kesmiş oldu.
b) Hayber'in Kuşatılması
Rasûlullah (s.a.s.) düşman üzerine gece vakti varırsa, hemen baskın yapmaz, sabahı beklerdi. Bu sebeple geceyi Raci'de geçirdi. Sabah namazını kıldıktan sonra, Hayber üzerine yürüdü.
Sabahleyin, kazma ve kürekleriyle işlerine gitmek üzere evlerinden çıkan Yahûdiler, karşılarında Müslüman ordusunu görünce şaşkınlıkla:
-Muhammed, vallahi Muhammed ve askeri... diye bağrıştılar , geri dönüp kalelerine kapandılar.
Hayber'de hepsi de gayet sağlam 7 kale vardı. En kuvvetlisi ise Kamûs kalesiydi. Hepsinde de bol miktarda silah ve yiyecek vardı. Yahûdiler savaş için hazırlıklıydılar. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.s.)'in sulh teklifini kabûl etmediler.

c) Son Kale ve Fethin tamamlanması
Yirmi gün kadar devam eden kuşatma ve savaş sonunda, bütün kaleler birer birer zaptedildi. Sadece Kamûs kalesi kaldı. Bu kalenin kumandanlığında, Arablarca bin cengavere bedel sayılan meşhûr Yahûdi pehlivanı Merhab bulunuyordu. Her gün sıra ile ashabın ileri gelenlerinin komutasında yapılan hücumlardan bir sonuç alınamamıştı. Nihayet Rasûlullah (s.a.s.) bir gün:
-Yarın sancağı bir kişiye vereceğim ki, Allah Hayber'in fethini O'nun eliyle müyesser kılacak. O kişi Allah ve Rasûlünü sever, Allah ve Rasûlü de onu sever, buyurdu. Bu yüce şerefin kime nasib olacağı bilinmediğinden, herkes o gece ümitle sabahlamıştı. Hz. Ali'nin gözlerinde şiddetli bir ağrı vardı. Bu yüzden hiç kimsenin hatırından O geçmiyordu. Sabah olunca Hz. Peygamber (s.a.s.):
-Ali nerede? Bana O'nu çağırın, buyurdu.
-Ya Rasûlallah, gözleri ağrıyor, dediler ve yederek huzuruna getirdiler.
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) dua edip üfledi. Hz. Ali'nin gözleri derhal iyileşti, sanki hiç ağrımamış gibi oldu. Sonra sancağı O'na verdi.
Hz. Ali, Yahûdileri önce İslam'a çağırdı; kabûl etmediler. Sulh teklifine de yanaşmayıp, savaşa devam ettiler.
İlk önce Merhab kaleden çıktı. Kahramanlık şiirleri söyleyerek meydan okudu. Karşısına çıkacak er diledi. O'na karşı bizzat Hz. Ali çıktı, kahramanca dövüşerek bu güçlü Yahûdiyi yere serdi. Merhab öldürülünce, Yahûdiler fazla dayanamadılar. Ümitsizliğe düşüp kaleyi teslim ettiler. Böylece Hayber feth edildi; Hz. Ali de Hayber Fatihi oldu. Savaş sırasında Yahûdilerden 93 kişi ölmüştü, Müslümanlar ise 15 şehit vermişlerdi.

d) Hayber Arazisi
Savaş sonunda Hayber arazisi, Müslümanların eline geçti. Ancak Yahûdiler, bu topraklarda yarıcı olarak çalışmak istediler; istekleri kabûl edildi. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.s.) her yıl mahsûl zamanı Ravahaoğlu Abdullah'ı Hayber'e gönderirdi. Abdullah da mahsûlü iki eşit kısma böler, yarısını Yahûdilere bırakır, diğer yarısını da Medine'ye götürürdü.
Yahûdiler, Hz. Ömer'in hilafeti zamanına kadar yerlerinde kaldılar. Hz. Ömer'in hilafetinde, Arabistan dışına çıkarıldılar.

1- MÛTE SAVAŞI (Cumade'l-ûla 8 H./Eylül 629 M.)
a) Savaşın Sebebi
Mûte Savaşı, Müslümanlarla Hristiyanlar (Rumlar ve Hristiyan Araplar) arasında yapılan ilk savaştır. Sebebi, Rasûlüllah (s.a.s.)'in elçisinin öldürülmesidir.
Rasûlüllah (s.a.s.), İslam'a davet için hükümdarlara elçilerle mektuplar gönderdiği sırada, Sûriye'de Busra (şimdiki Havran) Emiri Şürahbil'e de Haris b. Umeyr ile bir mektup göndermişti. Gassani Araplarından Şürahbil, Hristiyandı. Bizans'ın himayesinde bulunuyordu.
Haris, Şürahbil'e, Kudüs'ün iki konak güneyinde, bulunan Mûte kasabasında rastladı. Elçi olduğunu söyleyerek Hz. Peygamber (s.a.s.)'in mektubunu verdi. Fakat, Şürahbil, devletler arası hukuk kurallarını çiğnedi, Rasûlüllah (s.a.s.) elçisini öldürttü.
Şimdiye kadar Hz. Peygamber (s.a.s.)'in elçilerinden hiçbiri öldürülmemişti. Bir elçinin öldürülmesi, tarih boyunca bütün toplumlarda insanlığa ve hukuk kurallarına aykırı bir davranış sayıldığı gibi, gönderene de en büyük hakaret ve meydan okuma demekti. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.s.) üç bin kişilik bir kuvvet hazırlayarak, azadlı kölesi Harise oğlu Zeyd'in komutasında yola çıkardı(298) Elçi Umeyr oğlu Haris'in şehid edildiği Mûte'ye kadar gidilmesini, Şürahbil ve maiyetinin İslam'a davet edilmesini, kabûl etmezlerse savaşılmasını emretti.(299) "Kadınları, çocukları, yaşlıları öldürmeyin. Evleri yıkıp harap etmeyin, ağaçları kesip, tahribatta bulunmayın!" dedi. Orduyu "Seniyyetü'l-veda" denilen ayrılık tepesi'ne kadar uğurlayan Hz. Peygamber (s.a.s.):
- "Zeyd şehid olursa, komutanlığı Cafer alsın; Cafer de şehit düşerse, Ravaha oğlu Abdullah komutan olsun." buyurdu.

b) İki Tarafın Durumu ve Aradaki Eşitsizlik
Müslüman ordusunun hareketini Şürahbil duydu. Derhal Lahm, Cüzam, Kayn, Belkın, Behra gibi Hristiyan Arap kabilelerinden büyük bir kuvvet hazırladı. Ayrıca durumu Bizans İmparatoruna bildirerek, ondan da yardım istedi. Böylece Şürahbil, 200 bin kişilik büyük bir ordu topladı. Bunun 100 bini Rumlardan, 100 bini de Hristiyan Araplardan meydana gelmişti. İmparator Hirakl de işi önemseyerek, Belkadaki Meab şehrine kadar geldi. Müslümanlar, ancak Sûriye topraklarına girdikten sonra düşmanın gücü ve hazırlıkları hakkında bilgi edinebildiler.
İki taraf arasında gerek sayı, gerek silah ve teçhizat bakımından korkunç bir fark vardı. Tarihte, iki taraf arasında böylesine ölçüsüz bir fark görülmemiştir. 200 bin (bazı rivayetlerde 100 bin) kişilik bir kuvvet karşısında üç bin mücahid ne yapabilirdi? Fakat, savaşmadan geri dönülemezdi. Komutan Zeyd, Maan'da, Mücahidlerin ileri gelenleriyle toplanıp durumu istişare etti. Acaba, durumu Rasûlüllah (s.a.s.)'e bildirip alınacak cevaba göre mi hareket edilmeliydi? Fakat, Ravahaoğlu Abdullah bütün tereddütleri giderdi.
- Arkadaşlar, çekindiğimiz şey, ele geçirmek için yola çıktığımız şeydir, yani şehid olmaktır. Dinimizi yüceltmek için savaşalım. Ya şehid, ya gazi olacağız. Bunun ikisi de güzel değil mi ? dedi.
Abdullah'ın konuşması mücahitlerin maneviyatını yükseltti. Hepsi de:
- Ravahaoğlu doğru söylüyor. Savaşmalıyız, dediler.

c) Komutanlar Sırayla Şehadet Şerbetini İçtiler
İki ordu Mûte'de karşılaştı. Zeyd, sancak elinde, ileri atıldı. Kahramanca çarpıştı, ölümden yılmadığını gösterdi. Fakat düşman mızraklarının arasında şehid düşdü.
Zeyd şehid olunca, sancağı hemen Cafer aldı. Emsalsiz kahramanlıklar gösterdi. Önce sağ eli kesildi, sancağı sol eliyle tuttu. Sol eli de kesilince, kollarıyla sancağa sarıldı. Pek çok yara aldığı halde son nefesine kadar sancağı bırakmadı. Nihayet o da şehid oldu.
Caferden sonra sancağı Ravahaoğlu Abdullah aldı. O da şiirler söyleyerek, kahramanca savaştı. Vücudu delik deşik oldu. Sonunda o da şehid oldu.

d) Halid b. Velid'in Üstün Mahareti
Ravahaoğlu da şehid olunca, asker komutansız kaldı, umûmi bir panik başladı. Dağılan askerin kaçışını Velidoğlu Halid önledi. Mücahidler, Halid'in etrafında yeniden toplandılar. Halid komutayı aldı, sancak elinde akşama kadar çarpıştı. O gün elinde tam dokuz kılıç parçalandı. Bu Müslüman olduktan sonra Halid'in katıldığı ilk savaştı.
Gece olunca, Halid askeri yeniden tertipledi. Öndekileri arkaya, arkadakileri öne, sağdakileri sola, soldakileri sağa aldı. Böylece düşmana, yardım için yeni kuvvetler gelmiş intibaını verdi. Sabah olunca da ansızın şiddetli bir hücuma geçerek, düşmanı bozguna uğrattı. Bu fırsattan yararlanarak, askerini ustalıkla geri çekti. Büyük bir kayba uğramadan Medine'ye döndü. İslam ordusunu korkunç bir felaketten kurtardı.
200 bin kişiye karşı yapılan bu çetin savaşta, Müslümanlar sadece 12 şehid vermişlerdi. Bu durum, komutanların savaşı çok başarılı idare etmeleri ve canlarını feda etmekten çekinmemelerinin bir sonucuydu.

e) Rasûlüllah (s.a.s.)'in Medine'den Savaşı Seyretmesi
Rasûlüllah (s.a.s.) savaşın bütün safhalarını, Medine'ye henüz hiç bir haber ulaşmadan, ashabına bildirmişti.
Cenab-ı Hakk, zaman, mekan ve mesafe kavramlarını kaldırarak, sevgili Peygamberine savaş meydanını olduğu gibi göstermişti. Mescid-i Nebi'de minber üzerine oturmuş bulunan Allah Rasûlü (s.a.s.) gözlerinden yaşlar akarak:
-İşte sancağı Zeyd aldı, Zeyd vuruldu, şehid düştü. Sonra Cafer aldı, O' da şehid oldu. Sonra Ravahaoğlu aldı, O 'da şehid oldu. En sonunda sancağı, Allah'ın kılıçlarından bir kılıç, Velidoğlu Halid aldı. Allah O'na fethi müyesser kıldı, buyurdu.
Rasûlüllah (s.a.s.), Zeyd, Cafer ve Abdullah'ın şehid düştüklerini haber verdikçe, her biri için istiğfar etmiş ve Cennete girdiklerini de müjdelemişti. Sancağı Halid alınca ise:
-Allah'ım, Halid senin kılıçlarından bir kılçtır. Sen O'na nusret ihsan buyur, diye dua etmişti. Bundan sonra Halid'e "Seyfullah" (Allah'ın kılıcı) denildi.
Caferin şehadet haberini duyunca, ailesi feryada başladılar. Rasûlüllah (s.a.s.)'de son derece üzgündü. Çok sevdiği, en değerli arkadaşlarını kaybetmişti. Cafer'in ailesini teselli etti. Acılıdırlar, yemek yapamazlar, diye evine yemek gönderdi.
-Allah Cafer'e, Mûte'de kesilen iki koluna bedel, iki kanat verdi. O'nu Cennet'te meleklerle birlikte uçuyor gördüm, diye müjdeledi. Bu sebeple Cafer, bundan sonra Cafer Tayyar diye anıldı.

ZATÜ'S-SELASİL SAVAŞI (Cumade'l-ahir 8 H./629 M.)
Kudaa kabilesi'nin Uzre ve Beli kolları, Medine hayvanlarını yağmalamak üzere, Vadi'l-Kura yakınlarında toplanmışlardı. Rasûlüllah (s.a.s.) durumdan haberdar olunca, bunların üzerine Amr b. As (As oğlu Amr) komutasında 30'u atlı 300 kişilik bir seriyye gönderdi. Bunlar arasında Sa'd b. Ebi Vakkas, Üseyd b. Hudayr, Sa'd b. Ubade, Said b. Zeyd, Amir b. Rabia.. gibi ensar ve muhacirlerden ileri gelen kimseler de vardı.
Amr b. As. ashabın büyüklerinden değildi. Henüz bir yıl kadar önce Müslüman olmuştu. Fakat dedesi Vail'in annesi Beli kabilesinden olduğu için Amr'ın bu kabile ile ilgisi vardı. Amr, aynı zamanda savaş usûlünü iyi bilen, son derece zeki bir kimse idi. Bu sebeple Rasûlüllah (s.a.s.), komutanlığa O'nu seçmişti.
Amr, Vadi'l-Kura civarında Selasil suyu'na varınca, düşmanın sayıca üstün olduğunu öğrendi. Burada konaklayarak, bir haberci ile Rasûlüllah (s.a.s.)'den yardım istedi. Rasûlüllah (s.a.s.)'de Ebû Ubeyde b. Cerrah komutasında 200 kişilik ek kuvvet gönderdi. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de bunlar arasındaydı. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Ebû Ubeyde'yi gönderirken:
- Ayrılığa düşmeyin, işbirliği yapın, buyurmuştu. Amr b. As, Ebû Ubeyde'nin, askerlere imam olarak namaz kıldırmasına itiraz etti.
- Sen bana yardıma geldin, kumandan benim, namazda ben imam olacağım, dedi.
Ebû Ubeyde yumuşak tabiatlı bir zattı, hiç itiraz etmedi.
- Ya Amr, Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz, ihtilafa düşmememizi emretti. Sen bana uymazsan, ben sana uyarım, telaşa gerek yok, diye cevap verdi. Amr bütün Müslümanlara sefer süresince imam olup namaz kıldırdı. Böylece Hz. Ömer ve Hz. Ebûbekir de Amr'ın idaresine girmiş oldular. Oysa Rasûlüllah (s.a.s.) Amr'ı ilk 300 kişiye; Ebû Ubeyde'yi de 200 kişiye kumandan tayin etmişti. Ebû Ubeyde'yi Amr'ın emrine değil, yardımına göndermişt.
Amr, düşmana yaklaşınca gerekli tedbirleri aldı. Hava çok soğuk ve sert olduğu halde, gece ateş yakmayı yasakladı. "Kim ateş yakarsa, onu yaktığı eteşin içine atarım," diye tehdit etti. Asker, soğuktan Ebû Bekir ve Ömer'e başvurdular. Hz. Ömer:
- Bu nasıl şey, herkesi soğuktan kıracak mı? diye Amr'a haber gönderdi. Amr b. As:
- Ya Ömer, sen bana itaatle memûrsun, İşime karışma, diye , cevap verdi. Hz. Ebû Bekir de:
Rasûlüllah (s.a.s.) O'nu savaş usûlünü iyi bildiği için kumandan yaptı. Madem ki kumandan O'dur, işine karışmamak gerekir, dedi. Böylece gece soğukta geçirildi. Çünkü ateş yakılsaydı, düşman Müslümanların azlığını öğrenecekti.
Amr, planını kimseye söylemedi. Sabaha karşı, alaca karanlıkta ansızın düşman üzerine hücûma geçti ve savaşı kazandı. Düşman pek çok ganimet bırakarak kaçtı. Ashab, düşmanın peşini takibetmek istedilerse de Amr buna da izin vermedi. Bir kaç gün orada kalıp etraftaki ganimet hayvan sürülerini topladıktan sonra, Medine'ye döndü.
Sefer esnasında Amr b. As ihtilam olmuş, hava soğuk olduğu için gusletmeyerek teyemmümle namaz kıldırmıştı.( Dönüşte ashab, Rasûlüllah (s.a.s.)'e, Amr b. As'tan:
1- Hava çok soğuk olduğu halde, gece ateş yaktırmadı,
2- Galip geldiğimiz halde düşmanı takip ettirmedi,
3- Su bulunduğu halde gusletmeyip, teyemmümle namaz kıldırdı, diye şikayette bulundular.
Amr bu şikayetlere karşı:
1- Sayımızın az olduğunu düşman anlamasın diye ateş yaktırmadım.
2- Yardım için kuvet gönderebileceği düşüncesiyle düşmanı takip ettirmedim.
3- Soğukta yıkanmak tehlikeli olduğu ve Cenab-ı Hakk "Elinizle kendinizi tehlikeye atmayın." (ElBakara Sûresi, l95) "Kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size acımaktadır." (en-Nisa Sûresi, 29) buyurduğu için gusletmeyip teyemmüm yaptım, diye cevap verdi.
Rasûlüllah (s.a.s.) Amr'ın cevaplarını tebessümle karşıladı.
Amr b. As, henüz yeni müslüman olduğu halde, ashabın büyüklerinin de bulunduğu bir orduya kumandan tayin edilmesinden dolayı gururlanmıştı. Savaşı da kazanarak dönünce, Rasûlüllah (s.a.s.)'in yanındaki derece ve itibarını öğrenmek istedi. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'e:
- En çok kimi seversiniz? diye sordu. Rasûlüllah (s.a.s.)
Aişe'yi diye cevap verdi.
- Sonra kimi?
- Aişe'nin babasını, Ebû Bekir'i.
- Sonra kimi?
- Ömer'i.
Amr, en sonraya kendisinin kalacağından korkarak daha fazla sormaktan vazgeçti.

4- TEBÜK GAZVESİ (Recep 9 H./Eylül 630 M.)

"Yakın bir kazanç ve normal bir yolculuk olsaydı, sana uyarlardı. Fakat çıkılacak yol, onlara uzak geldi. Kendilerini helak ederek, "gücümüz yetseydi sizinle beraber çıkardık," diye Allah'a yemin edeceklerdir. Allah, onların yalancı olduklarını elbette biliyor."
(et-Tevbe Sûresi, 42)

Tebük, Medine'nin 14 konak kuzeyinde, Medine ile Şam'ın ortasında bir kasabadır. Buraya kadar gelindiği için bu sefere "Tebük Gazvesi" denilmiştir. Rasûlüllah (s.a.s.)'in bizzat katıldığı en son gazvedir. Tebük Seferinde savaş olmamış, fakat pek çok güçlük yenilerek kuvvetli bir ordu hazırlanmış, koca Bizans imparatorluğuna meydan okurcasına, askeri ve siyasi büyük başarılar elde edilmiştir.

a) Gazvenin Sebebi
Hıristiyanlığın temsilcisi olan Bizans İmparatorluğu, Arabistan'ı işgal etmek hevesindeydi. Bunun için, Sûriye'de ve Arabistan'ın kuzeyinde bulunan Hıristiyan Arapları, Müslümanlara karşı savaşa hazırlıyordu. Müslümanlığın Araplar arasında sür'atle yayılmağa başlaması, Hıristiyanların taassubunu körüklüyordu.
Bu sırada Medine'ye yağ tacirleri gelmişti. Bizans İmparatorluğunun Gassan, Lahm, Cüzam... gibi kabilelerle işbirliği yaparak, Müslümanlara karşı büyük bir hazırlık içinde olduğunu haber verdiler. Rasûlüllah (s.a.s.) esasen bu bölgeden emin değildi. Sûriye ve Şam tarafından yapılacak bir baskından endişe etmekteydi. Bu haber üzerine hemen Bizans'a karşı seferberlik ilan etti.
b) Sefer Hazırlığı
Yol uzun, düşman kuvvetliydi. Üstelik, yaz mevsiminin en sıcak günleriydi. Kuraklık yüzünden kıtlık vardı. Hurmalar olgunlaşmış, hasat mevsimi gelmişti. Bu mevsimde hurma gölgelerini bırakıp, aç susuz uzun bir yolculuğu göze almak, gerçekten zordu. Nitekim, bu seferin yapıldığı günlere Kur'an-ı Kerim'de "saatü'l-usre" (güçlük zamanı) denilmiştir. Kur'an-ı Kerim'deki bu deyimden alınarak, bu sefere "Gazvetü'l-usre", orduya da "Ceyşü'l-usre" adı verilmiştir.
Rasûlüllah (s.a.s.) sefer hazırlığı yaparken, düşmanın haber almaması için, maksadını gizli tutar, seferin nereye yapılacağını açıklamazdı. Bu seferde, gidilecek yer uzak, yolculuk zordu. Askerin buna göre hazırlanması için Rasûlüllah (s.a.s.) Bizans üzerine gidileceğini açıkça bildirdi. Bütün kabilelere ve Mekke'ye haber gönderip gönüllü mücahidlerin Medine'de toplanmalarını istedi.
Münafıklar ilk anda yan çizdiler. Akla, hayale gelmedik bahaneler uydurup sefere katılmamak için izin istediler. Bunlarla da kalmayıp sefere katılacak müslümanları caydırmaya çalıştılar. Ubey oğlu Abdulllah:
- Muhammed Bizans'ı ne sanıyor. O'nun ashabıyla birlikte esir düşeceğini gözümle görmüşcesine biliyorum, diyordu. Bedevilerden bir kısmı da mazeret uydurup izin istemişlerdi. Halis Müslümanlar arasında bile, bu meşakkatli yolculuğu göze almayıp ağır davrananlar ve sefere katılmayanlar olmuştu.
Fakat başta Rasûlüllah (s.a.s.) olmak üzere ashabın azim ve gayreti bütün engelleri yendi. Etraftaki kabilelerden gelen akın akın mücahidler, Medine'de toplanmağa başladı. Kısa zamanda 30 bin kişilik büyük bir ordu toplandı. Bunun 10 bini atlı, 12 bini develiydi. Kıtlık sebebiyle askerin bir çoğunun techizatı tam değildi. Rasûlüllah (s.a.s.) zenginlerin ordu için bağışta bulunmasını istedi. Herkes elinden geldiğince bağış yaptı. Kadınlar bilezik ve küpe gibi ziynet eşyalarını verdiler. Hz. Ebû Bekir, malının tamamını; Hz. Ömer yarısını bağışladı. En büyük bağışı ise Hz. Osman yaptı: Bütün silah ve teçhizatıyla birlikte 300 deve ile bin dinar altın. Bu büyük bağışı sebebiyle Hz. Peygamber ellerini açıp:
"Allah'ım , ben Osman'dan razıyım, Sen de razı ol," diye dua etmişti".
Yapılan bağışlarla silah ve bineği olmayan fakir mücahidler teçhiz edildi. Sefere katılmak istedikleri halde, binek ve azık bulamayanlar da vardı. Bunlardan 7 kişi Rasûlüllah (s.a.s.)'a gelerek:
- Ey Allah'ın Rasûlü, gazaya gitmek istiyoruz, fakat yiyecek azığımız, binecek devemiz yok, demişlerdi. Rasûl-i Ekrem:
- Sizi bindirecek deve kalmadı, deyince ağlayarak ayrılmışlardı Bu sabeple bunlara "Bekkaûn" (yani ağlayanlar) ünvanı verilmişti. Daha sonra bunlara da binek temin edildi.
Rasûlüllah (s.a.s.) Recep ayında bir perşembe günü Medine'den çıktı. Ordugahını, Medine dışında "Seniyyetü'l-veda" denilen ayrılık tepe'sinde kurdu. Hz. Ali'yi Medine'de kaymakam (vekil) bıraktı. Herkes sefere çıkarken Medine'de oturmak, Hz. Ali'ye ağır geliyordu. Hemen silahlanıp yola çıktı. Ordu Seniyyetü'l-veda'dan ayrılmadan yetişti.
- Beni kadınlar ve çocuklar içinde mi bırakıyorsun? dedi. Rasûlüllah (s.a.s.):
- Ya Ali, bana nisbetle sen, (Tur'a giderken) Musaya nisbetle Harûn'un yerinde olmağa razı değil misin? Şu kadar ki, benden sonra Peygamber yoktur, buyurdu. Hz. Ali de Medine'ye döndü.
c)Münafıkların Tutumu
Ordu, seniyyetü'l-veda'dan hareket edince, münafıkların bir kısmı, reisleri Abdullah b. Übeyy ile geri döndü. Sefere katılanlar, yolculuk sırasında da bozguncu tutumlarını sürdürdüler. Bir konaklama sırasında Rasûlüllah'ın (s.a.s.) devesi Kasva kaybolmuştu. Münafıklardan Zeyd b. Ebi Salt:
- Tuhaf şey, Muhammed peygamberim der, göklerden haber verir, oysa devesinin nerede olduğunu bilmiyor, demişti. Bu küstahça sözleri Rasûlüllah (s.a.s.) duyunca:
- Vallahi, ben yalnızca Allah'ın bana bildirdiklerini bilirim. Allah bana şimdi bildirdi. Kasva, şu iki dağın arkasındaki vadide yuları bir ağaca dolanıp kalmıştır. Haydi, oradan getirin, buyurdu.
Münafıkların yaptıkları bütün bu mel'anetler, çevirdikleri dolaplar, sefer esnasında günü gününe inen Kur'an ayetleriyle teşhir edilmiştir. Münafıkların iç yüzleri ve kirli çamaşırları apaçık ortaya çıktığı için Tebük Seferi'ne "Gazve-i fadıha" (Rüsvaylık gazvesi) de denilmiştir.

d) Tebük'ten Dönüş
Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Tebük'e varıldı. Fakat gerek Bizans, gerekse Arap kabilelerinde hiç bir harekete rastlanmadı. 30 bin kişilik muazzam Müslüman ordusu Hıristiyan Arap kabilelerini yıldırmıştı. Medine'ye gelen haberlerin asılsız olduğu anlaşıldı. İslam ordusunun kuvvet ve azameti gösterilmiş, maksat hasıl olmuştu. Bu yüzden daha fazla ileriye gitmeğe lüzûm görülmedi. Rasûlüllah (s.a.s.) Tebük'de bulunduğu esnada o bölgede bulunan Eyle, Cerba, Ezruh, Dûmetü'l-cendel gibi bazı küçük Hıristiyan beylikleriyle anlaşmalar yaptı. Bu beylikler yıllık cizye ödeyerek İslam hakimiyetine girmeği kabûl ettiler. Müslümanlar, Tebükte 20 gün kaldıktan sonra Ramazanın ilk günlerinde Medine'ye döndüler.

e) Mescid-i Dırarın Yaktırılması

Münafıklar, Kuba Mescidi'nin yakınında bir mescid yaptılar. Maksatları, Kuba Mescidi'nin cemaatini bölmek, Müslümanlar arasına ayrılık sokmaktı. Münafıklardan bir hey'et Tebük seferinden dönerken Rasûlüllah (s.a.s.)'ı karşıladılar. Yaptıkarı mescidde namaz kılmasını rica ettiler. Ancak bu esnada, Tevbe Sûresi'nin 107-108'inci ayetleri indi. İbadet için değil, fitne ve fesat ocağı olarak yapılan bu binada Rasûlüllah (s.a.s.)'ın namaz kılmasına izin verilmedi. "Sakın bunların mescidinde namaz kılma". buyruldu. Rasûlüllah (s.a.s.) Medine'ye dönünce, Malik b. Dühşem ile Ma'n b. Adiyy'e hemen bu mescidi yıkıp yakmalarını emretti. Onlar da derhal Rasûlüllah (s.a.s.) 'in emrini yerine getirdiler.
İki ay kadar sonra, münafıkların başı olan Übeyy oğlu Abdullah öldü. Müslümanlar da onun kötülüklerinden kurtulmuş oldular.

f) Medine'ye Giriş

Rasûlüllah (s.a.s.)'in ordusu ile birlikte dönmekte olduğu Medine'de duyulunca, bütün halk, kadınlar ve çocuklar sokaklara döküldü. Şiirler ve neşideler söyleyerek, orduyu Seniyetü'l-veda'da parlak bir merasimle karşıladılar.

g) Sefere Katılmayanların Durumu
Rasûlüllah (s.a.s.) Medine'ye gelince doğru Mescid'e gitti, iki rek'at namaz kıldı. Sefer dönüşlerinde önce mescide gidip iki rek'at namaz kılmak adetiydi.(391) Sonra Mescid'de oturup ziyaret ve tebrikleri kabûl etti. Sefere katılmamış olanların herbirinin mazeretini dinledi, haklarında Allah'tan mağfiret diledi. Özürleri olmadığı halde, Tebük Seferi'ne iştirak etmeyen üç kişi için:
- Allah hakkınızda hüküm verinceye kadar bekleyin, buyurdu. Müslümanların bunlarla konuşmalarını yasakladı. Tam 50 gün bunlarla kimse konuşmadı, kimse selamlarını almadı. Vakitlerini üzüntü ile ve gözyaşları içinde geçirdiler. Sonunda, tevbelerinin kabûl edildiği bildirildi.
(Haklarındaki hüküm ) geri bırakılan üç kişi ise, yeryüzü bütün genişliğiyle başlarına dar geldi. Vicdanları da kendilerini sıkıştırdı. Allah'a karşı, Allah'tan başka sığınacak bir yer olmadığını anladılar. Allah da eski hallerine dönmeleri için tevbelerini tabûl etti. Şüphesiz ki Allah tevbeleri kabûl edici ve esirgeyicidir.(392) (Tevbe Sûresi, 118)

2- VEDA HACCI (Zilhicce 10 H/Mart 632 M.)

"Bugün, inkar edenler, sizi dininizden etmekten ümitlerini kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, Ben'den korkun. Bu gün dininizi kemale erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım. Din olarak, sizin için İslam'ı seçip ondan hoşnut oldum."
(el -Maide Sûresi, 3)
Veda, bir yerden ayrılan kimse ile geride kalanların birbirlerine karşılıklı esenlik dilemeleri demektir. Peygamber Efendimiz, Arafat'ta irad ettiği hutbesinde, dünya hayatından ayrılmasının yaklaştığına işaret ederek, ashabıyla vedalaştığı için, bu haccına "Veda Haccı" denilmiştir. Henüz farz kılınmadan, Hicretten önce Rasûlüllah (s.a.s.) bir çokdefa haccetmişti. Medine'ye hicretinden sonra Veda Haccı ilk ve son haccı odu. Bu haccından 81 veya 82 gün sonra vefat etti.
Hicretin 10'uncu yılı Müslümanlık bütün Arabistan'a yayılmıştı. Rasûlüllah (s.a.s.) Zilkade ayında Hac farizasını eda etmek için Mekke'ye gideceğini ilan etti. O'nunla birlikte haccetmek isteyen müslümanlar Medine'de toplanmağa başladılar.
Rasûl-i Ekrem (s.a.s) 25 Zilkade (22 Şubat 632) Cumartesi günü öğle namazını kıldıktan sonra, ashabıyla birlikte Medine'den çıktı. Kızı Fatıma ve bütün zevceleri de beraberinde bulunuyordu. İkindi namazını, seferi olarak Zülhuleyfe'de kıldı, geceyi de burada geçirdi. Ertesi gün (26 Zilkade) gusletti hac ve umre için niyyet ve telbiye yaparak ihrama girdi. Öğle namazını da burada kıldıktan sonra yola çıkıldı.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'le birlikte Haccedebilmek için Medine'de toplananların sayısı 100 bine yaklaşmıştı. Yol boyunca katılanlar ve doğrudan Mekke'ye gidenlerle haccedeceklerin sayısı 124 bine ulaşmıştı. Bu muazzam kalabalık, Rasûlüllah (s.a.s.)'ın etrafında bir insan seli gibi dalgalana dalgalana ilerliyor, "Allahü ekber ve Lebbeyk Allahümme lebbeyk" nidalarıyla dağ taş inliyordu.
Yolculuk 10 gün sürdü. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) 4 Zilhicce pazar günü Mekke'ye vardı. Kabeyi usûlüne göre tavaf etti. Safa ve Merve arasında sa'y yaptı. Pazartesi, salı ve çarşamba günlerini de Mekke'de geçirdi, "Yevm-i terviye" denilen 8 Zilhicce perşembe günü sabah namazını Mescid-i Haram'da kıldıktan sonra, devesine binip bütün hacılarla birlikte "Mina" ya hareket etti. O gün burada kaldı. Öğle, ikindi, akşam, yatsı ve ertesi günün sabah namazlarını burada kıldı. Arefe günü (9 Zilhicce cuma) sabahı, güneş doğduktan sonra devesine binip Arafat'a çıktı. "Nemire" denilen yerde kurulan çadırında bir müddet dinlendi. Öğle vakti olunca, devesine binip Arafat Vadisi'nin ortasına geldi. kendisini dinlemek üzere 124 bin müslüman, etrafında toplanmıştı. Rasûlüllah (s.a.s.) burada, onların şahsında bütün insanlığı "Veda Hutbesi" diye meşhûr olan insanlık tarihinin en etkili ve önemli hutbesini iradetti.
Cahiliyet devrinde, Arabistan'da kuvvetli zayıfı ezerdi. Can, mal ve ırz güvenliği yoktu. Faizcilik yüzünden fakirler, zenginlerin kölesi haline gelmişti. Kadınlara insan değeri verilmez, erkeklerin malı sayılırdı. Kan gütme yüzünden, karşılıklı öldürmelerin sonu gelmez, bulunamayan suçlunun cezasını, ailesinden ele geçen çekerdi. Rasûlüllah (s.a.s.), Veda Hutbesi'yle Cahiliyet Devrinin bütün bu kötülüklerini yasakladı. Bütün insanların eşit olduğunu, Allah katında üstünlüğün ancak takva ile olduğunu anlattı. "Müslümanlar kardeştir." buyurdu. Hutbe, her taraftan duyalabilmesi için, gür sesli sahabiler tarafından cümle cümle tekrar edildi. Hutbe'den sonra Rasûlüllah (s.a.s.) takdim edilen bir bardak sütü içti, oruçlu olmadığını ashabına gösterdi. Öğle ve ikindi namazlarını birlikte (cem-i takdim ile) kıldırıldı. İki vaktin farzları arasındaki sünnetleri kılmadı. Sonra devesine binip "Cebel-i Rahme" denilen tepeye ilerledi. Bu tepenin eteğinde, devesi üstünde kıbleye yöneldi. Güneş batıncaya kadar dua edip vakfe yaptı. Dini hükümlerin tamamlandığını bildiren ayet de bu esnada indi.
"Bugün kafirler dininizi yok etmekten ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, Benden korkun. Bugün, sizin dininizi kemale erdirdim, üzerindeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslamı' seçip ondan hoşnûd oldum".
Güneş battıktan sonra Hz. peygamber (s.a.s.) Arafattan ayrıldı. Akşam ve yatsı namazlarını Müzdelife'de birlikte (cem-i tehir) ile kıldı.(410) Geceyi burada geçirdi. Sabah namazından sonra Meş'ar-ı haram'da hava aydınlanıncaya kadar vakfe yaptı. Güneş doğmadan Mina'ya hareket etti. Burada Akabe Cemresi'ne taş atarken:
"Ey nas, din işlerinde aşırılıktan sakının. Sizden önceki ümmetlerin helakine sebep, din işlerinde taşkınlık göstermeleridir." buyurdu.
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), kurban bayramının 1 ve 2'inci günlerinde (10 ve 11 Zilhicce) birer hutbe de Mina'da okudu. "Hac ibadetini, Benden gördüğünüz gibi ifa edin," buyurdu.(412) Kurban edilmek üzere hazırlanan 100 deveden 63'ünü bizzat kesti. Kalan 37'yi de Hz. Ali'ye kestirdi. Her birinden birer parça et alınıp pişirildi. Kalanı da fakirlere dağıtıldı. Sonra Rasûlüllah (s.a.s.) tıraş olup ihramdan çıktı. Mekke'ye inip ziyaret tavafını yaptıktan sonra tekrar Minaya döndü. Bayram günlerini Mina'da geçirdi. Haccın diğer menasikini yerine getirdi. Bayramın dördüncü günü Mekke'ye geldi. Veda Tavafı'nı yaptıktan sonra 14 Zilhicce Çarşamba günü Mekke'den ayrılıp Medine'ye dödü.

3- VEDA HUTBESİ

(9 Zilhicce l0 H./8 Mart 632 M. Cuma)
Peygamberimiz Hz. Muhammet (s.a.s.) Veda haccında, 9 Zilhicce Cuma günü zevalden sonra Kasva adlı devesi üzerinde, Arafat Vadisi'nin ortasında 124 bin Müslümanın şahsında bütün insanlığa şöyle hitabetti.
"Hamd Allah'a mahsustur. O'na hamdeder, O'ndan yardım isteriz. Allah kime hidayet ederse, artık onu kimse saptıramaz. Sapıklığa düşürdüğünü de kimse hidayete erdiremez. Şehadet ederim ki; Allah'dan başka ilah yoktur. Tektir, eşi ortağı, dengi ve benzeri yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür
Ey Nas! Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha beraber olamayacağım.
İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz Mekke nasıl kutsal bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namus ve şerefiniz de öylece mukaddestir; her türlü tecavüzden masûndur.
Ashabım! Yarın rabbınıza kavuşacaksınız. Bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız. Bu vasiyyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsinler. Olabilir ki, bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak hıfzetmiş olur.
Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa, onu sahibine versin . Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Fakat aldığınız borcun aslını ödemek gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle bundan böyle faizcilik yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin adetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abdülmuttalib'in oğlu amcam Abbas'ın faiz alacağıdır.

Ashabım! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası, Abdülmüttalib'in torunu (amcalarımdan Haris'in oğlu) Rabianın kan davasıdır.
Ey Nas! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu konuda Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah'ın emaneti olarak aldınız. Onların namus ve ismetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki haklarınız, aile namusu ve şerefinizi kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer onlar sizden izinsiz razı olmadığnız kimseleri aile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe dövüp korkutabilirsiniz. Kadınların sizin üzerinizdeki hakları ise, örfe göre her türlü (meşru ihtiyaçlarını), yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.
Mü'minler! Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emanetler, Allah'ın kitabı Kur'an ve O'nun Peygamberinin sünnetidir.
Ey Nas! Devamlı dönmekte olan zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü duruma dönmüştür. Bir yıl, l2 aydır. bunlardan 4'ü Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep hürmetli aylardır.
Ashabım! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden nüfûz ve saltanatını kurma gücünü ebedi olarak kaybetmiştir. Fakat size yasakladığım bu şeyler dışında, küçük gördüğünüz şeylerde ona uyarsanız, bu da onu sevindirir. ona cesaret verir. Dininizi korumak için bunlardan da uzak kalınız.
Mü'minler! Sözümü iyi dinleyin, iyi belleyin. Rabbınız birdir, babanız birdir. Hepiniz Adem'densiniz, Adem de topraktan yaratılmıştır. Hiç kimsenin başkaları üzerinde soy sop üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük, ancak takva iledir. Müslüman müslümanın kardeşidir. Böylece bütün müslümanlar kardeştir. Gönül hoşluğu ile kendisi vermedikçe, başkasının hakkına el uzatmak helal değildir. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyin. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır. Bu nasihatlarımı burada bulunanlar, bulunmayanlara tebliğ etsinler.
Ey Nas! Cenab-ı Hak Kur'an da her hak sahibine hakkını vermiştir. Mirasçı için ayrıca vasiyyet etmeye gerek yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa, ona aittir. Zina eden için ise mahrûmiyet vardır. Babasından başkasına soy (neseb) iddiasına kalkışan soysuz, yahut efendisinden başkasına intisaba yeltenen nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın. Cenab-ı Hak böylesi insanların ne tevbelerini ne de adalet ve şahitliklerini kabûl eder.
Ashabım! Alllah'tan korkun, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu tutun, malınızın zekatını verin, amirlerinize itaat edin. Böylece Rabbınızın Cennetine girersiniz.
Ey Nas! Yarın beni sizden soracaklar, ne dersiniz? Ashabı kiram:
- Allah'ın dinini teblig ettin, vazifeni hakkıyla yaptın, bize nasihat ve vasiyette bulundun, diye şehadet ederiz, dediler. Rasûlüllah (s.a.s.) mübarek şehadet parmağını göğe doğru kaldırdı, cemaat üzerine çevirip indirdikten sonra üç defa:
- Şahid ol Ya Rab! Şahid ol Ya Rab! Şahid ol Ya Rab! buyurdu".

İlk Müslümanlar

Peygamberimizin davetini ilk olarak eşi Hz- Hatice kabul etmiştir, ilk vahiy geldiğinde Peygamberimiz bu olayı Hz Hatice'ye anlatmış Hz- Hatice de: "Ben biliyorum ki sen sözün doğrucunu söylersin Ema­nete riayet eder, akrabalarınla ilgilenir, ışını görmekten aciz olanlara yar­dım edersin. Güzel ve iyi ahlak sahibisin. Ben, senin bu ümmetin pey­gamberi olacağına inanıyorum diyerek Peygamberimize olan bağlılık ve güvenini göstermiştir.

Peygamberimizin ilk hanımı olan Hz, Hatice, dürüst, şerefli ve namuslu bir kadındı Resulullaha derin bir saygı ve sevgi ile bağlıydı. Hayatı boyunca ona destek olan Hz. Halice, M. 620 yılında vefat etmiş­tir.

Hz,. Hatice'den sonra. Peygamberimizin amcası Ebu Talip'in oğlu olan Hz. Ali Müslüman olmuştur. Henüz çocukluk çağında iken Müslü­man olan Hz. Ali, İslamiyetin yayılmasında önemli hizmetlerde bulun­muştur. Hicretin 35'incı yılında Hz. Osman'dan sonra halife seçilmiş ilim, amel, ibadet ve siyaseti beraber yürütmüştür. Hz. Ali, 63 yaşında iken 26 Ocak 661 günü şehit edilmiştir.

İlk Müslümanlardan bin de Peygamberimizin kölelikten azat ettiği Zeyd b. Harise'dir. Hz. Zeyd, Peygamberimize hizmet etmiş savaşlara katılmıştır.

Peygamberimizin kayın pederi olan Hz. Ebu Bekir de ilk Müslümanlardandır. Hz. Ebu Bekir, Peygamberimize hicret sırasında arka­daşlık etmiş, ona her zaman yardımcı olmuştur. Resulullahın vefatın­dan sonra halife seçilen Hz. Ebu Bekir, 23 Ağustos 634 Salı gecesi 63 yaşında vefat etmiştir.

Hz. Ebu Bekir'den sonra Hz. Osman, Zübeyr b. Avvam, Sa'd b. Ebi Vakkas, Abdurrahman b, Avf ve Talha b, Ubeydullah Müslüman olmuş­lardır. Gün geçtikçe de Müslümanların savılan artmıştır.

c, Hz, Peygamberin Aile Çevresi (Ehlibeyt)

Ehlibeyt, kelime olarak ev halkı anlamındadır. Terim olarak ehli­beyt Peygamberimizin ailesini, damadını ve torunlarını kapsar. Kuranıkerim'de, Peygamberimizin ehlibeytinin faziletini ve üstünlüğünü belirten ayetler bulunmaktadır. Örneğin; n'Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz... Ey ehlibeyt. Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak isti­yor. ayetleri, ehlibeytin farklı bir konuma sahip olduğunu göstermek­tedir. Peygamber Efendimiz de ehlibeytinin haklarının gözetilmesi konu­şundu uyarıda bulunmuş ve şöyle buyurmuştur: "Benim kendisine sı­ğındığım sırdaşım ehlibeytimdir. Onların kusurlularını affedin, fazi­letli olanlarına da sarılın,"

İslam alimlerinin bir kısmına göre ise ehlibeyt. Peygamberimizle birlikle onun hanımları, çocukları, damadı Hz, Ali ve torunlarıdır.Çünkü Ehlibeyt "ev halkı" anlamındadır. Dolayısıyla bu kavram, Pey­gamber Efendimizin bütün eş ve çocuklarını kapsar. Resulullahın damadı Hz. Ali de Peygamberimizin evinde yetişmiş olduğundan o da ehlibeyte dahildir.

Peygamberimizin, ilk hanımı Hz. Hatice'den altı çocuğu dünyaya girmiştir. Bu çocuklarından ikisi erkek, dördü kızdır Erkek çocuklarının isimleri; Kasım ve Abdullah'tır. Kız çocuklarının isimleri ise Zeynep, Rukiye, Ummü Gülsüm ve Fatıma'dır. Peygamberimizin, Mariya isimli hanımından da İbrahim isminde bir erkek çocuğu olmuş, Hz. Fatıma dışında bütün çocukları kendisinden önce vefat etmişlerdir.

Peygamberimiz, H k. Fatıma'yı, amcası Ebu Talib'in oğlu Hz. Ali ile evlendirmiş, bu evlilikten Hz Hasan ve Hz. Hüseyin dünyaya gelmiştir.

Peygamber Efendimizin nesli de bu iki torunundan devam etmiştir Hz, Hasan'ın soyundan gelenlere şerif. Hz. Hüseyin'in soyundan gelenlere de seyit denilmektedir.

Hz Fatıma, Peygamberimizden altı ay sonra vefat etmiştir,Resulullahın torunları Hz. Hasan, 670 yılında Medine'de vefat etmiş, Hz. Hüseyin ise halife Yezid'in askerleri tarafından, aile halkı ve yakın çevresi ile birlikte 670 yılında Kerbela'da şehit edilmiştir,

Hz- Ali ve Fatımanın soyu

Hz. Hüseyin

Hz.Hüseyin

Ali bin ZeynelAbidin

Muhammed Bakır

Cafer-i Sadık

Musa Kazım

Ali Rıza

Muhammet Taki

Ali Naki

Hasan el Askeri

Muhammed Mehdi

ÜNİTE 4 ÖĞRENME ALANI: VAHİY VE AKIL

KUR’AN VE ANA KONULARI

1. Kur’an-ı Kerim İslâm Dininin Temel Kaynağıdır.

2. Kur’an-ı Kerim’in Tarihi

3. Kur’an’la İlgili Bazı Kavramlar

3.1. Kur’an’ın İç Düzeni ile İlgili Kavramlar (Ayet, Sure, Cüz, Mushaf)

3.2. Kur’an’ın Okunması ile İlgili Kavramlar (Tecvid, Mukabele, Hatim, Hafızlık)

3.3. Kur’an’ın Anlaşılması ve Yorumlanmasıyla İlgili Kavramlar (Meâl, Tefsir)

4. Kur’an-ı Kerim’in Belli Başlı Konuları

4.1. İnanç

4.2. İbadet

4.3. Ahlâk

5. Kültürümüzde Kur’an’ın Yeri ve Önemi

KİTAP İNANCI

İslam’ın inanç esaslarından biri de kitaplara inanmaktır. Yüce Allah'a ve meleklere inanan bir kimse ilahî kitaplara da inanmakla yü­kümlüdür

Kutsal kitabımız Kuran-ı kerim, dört ilahî kitaptan bindir. Diğerleri; Tevrat, Zebur ve İncil'dir. Bizler Müslüman olarak tüm ilahî kitaplara ve bu kitapların Allah tarafından gönderildiğine iman ederiz. '" Yüce Allah bu kitapları göndererek insana olan ilgisini göstermiş ayrıca in­sanların ilahî ilkelere uyarak olgunlaşmasını amaçlamıştır.

Kutsal kitaplar bizim için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Bu kitaplar, bize nasıl yasayacağımızı, insanlarla uyumlu geçinmenin önemini ve güzel ahlak sahibi olmanın yollarını öğretir. Kitaplar aynı zamanda nelere, nasıl inanacağımızı ve ne şekilde ibadet edeceğimizi de bildi­rir. Bu yüzden Allah'ın kitaplarında yer alan emir ve yasaklar, insanla­rın iyiliği, huzur ve mutluluğu için yazılmış birer reçete gibidir.

Vahyin Geliş Şekilleri

a-Cebrail’in Kendi suretiyle getirdiği vahiy

b-Cebrail’in İnsan şekline girerek getirdiği vahiy

c-Sadık Rüyalar ile gelen vahiy

d-Bizzat Allah’tan alınan Vahiy

e-Çıngırak sesi ile gelen vahiy

f-ilham yolu ile gelen vahiy

Kitap:Sistemli ve hacimli eserlerdir.

Suhuf:Sadece belli konuları içeren eserlerdir

KENDİNE KİTAP VE SUHUF VERİLEN PEYGAMBERLER

Tevrat

Hz.Musa

(AS)

Hz.Adem

(AS)

10 sayfa

Zebur

Hz.Davud

(AS)

Hz.Şit

(AS)

50 sayfa

İncil

Hz.İsa

(AS)

Hz.İdris

(AS)

30 sayfa

Kur'an-ı Kerim

Hz.Muhammed

(AS)

Hz.İbrahim

(AS)

10 sayfa

KUR'AN-I KERİMİN KONULARI

1-İnanç esasları

2-İbadetler

a-Allaha karşı olan ibadetler

b-insanların kendi aralarındaki ilişkileri düzenleyen davranışlar.

3-Dualar

4-Ceza ve mükafatlar

5-Ahiret ve evren ile ilgili konular

6-Geçmiş milletlerin hikayeleri

KUR'AN-I KERİMİN ÖZELLİKLERİ

1-Dili Arapçadır.

2-Sözü ve manasıyla mucizedir.

3-23 yılda parça parça inmiştir.

4-Peygamber zamanında yazılıp ezberlenmiştir.

5-Allah tarafından korunma sözü verilmiştir.

Kur'an-ı Kerimi diğer kitaplardan ayıran özellikler

a-Dili Arapçadır.Başka dile meal olarak aktarılır.

a-Başka dile tercüme edilebilir.

b-Sözü ve manasıyla mucizedir.

b-Sözü ve manasıyla mucize değildir.

c-23 yılda parça parça inmiştir.

c-Toplu olarak bir defada inmiştir.

d-Peygamber zamanında yazılıp ezberlenmiştir.

d-Peygamber zamanında yazılıp ezberlenmemiştir.

e-Allah tarafından korunma sözü verilmiştir.

e-Allah tarafından korunma sözü verilmemiştir.

f-Peygamberin hayatından ve ölümünden bahsetmez

f-Peygamberin hayatından ve ölümünden bahseder.

g-Bahsettiği konularda teferruata girmez

g-Bahsettiği konularda teferruata girer.

h-Kıyamete kadar insanların ihtiyacına cevap verir.

h-Asıl metinleri bozulduğundan hükümleri kalkmıştır.

Kitaplara imanın insana faydaları.

a-Allahın emir ve yasaklarını öğrenmek için,

b-Kötü davranışlar karşısında tembihle davranışların düzeltilmesinden dolayı,

c-İslamın emir ve yasaklarını , ibadetler konusunu belirttiğinden dolayı,

d-Geçmiş milletlerin başından geçen olaylardan ibret alınması için,

e-Allahın kabul edeceği duaları içerdiğinden,

f-Ahirete dair ve gelecek ile ilgili bilgiler içerdiğinden insanlara fayda sağlar.

Kur'an-ı Kerim'in Yazılması ve Mushaf Haline Getirilmesi
Kur'an ayetleri geldikçe Peygamberimiz (s.a.s.), vahiy katiplerini çağırır, ayetleri hangi surenin, neresine yazılacağını gösterirdi. Vahiy katipleri de gösterildiği gibi yazarlardı. Nazil olan ayetleri Ashab-ı Kiram okur ve birçoğu da ezberlerdi. Böylece Kur'an-ı Kerim, Peygamberimizden günümüze dek hem yazılarak, hem de ezberlenerek muhafaza edilmiştir.
Peygamberimizin sağlığında ayetler inmeye devam ettiği için Kur'an'ın yazıldığı sahifeler Mushaf haline getirilememişti. Kur'an, vahyin sona ermesiyle tamam oldu.
Peygamberimiz (s.a.s.) in vefatından sonra Halife olan Hz. Ebu Bekir, ashabın ileri gelenlerinden bir komisyon kurdu. Halife Hz.Ebu Bekir zamanında bir savaşta 70 e yakın hafızın şehit olması sonucu Hz. Ömer’in teklifiyle Kur'an ayetleri Zeyd b. Sabit başkanlığındaki bir komisyon tarafından bir araya getirildi ve tekrar yazıldı .Kur'an sahifelerinin bir araya toplanarak kitap haline getirilmiş şekline "Mushaf" denir.

Hz.Osman zamanında Arap kabileleri arasında lehçe farklılıkları sebebiyle Çıkan anlaşmazlıklar neticesinde 7 adet çoğaltılarak belli merkezlere gönderildi.

Kur'an-ı Kerim'e Karşı Görevlerimiz
1) Her Müslüman, Kur'an-ı Kerim'in Allah'ın sözü olduğunu bilmeli ve tecvit kurallarına uygun olarak Kur'an'ı yanlışsız okumalıdır.
2) Kur'an-ı Kerim'i abdestli olarak eline alıp "Eûzü-besmele" ile okumaya başlamalıdır. Kur'an'ı okurken mümkünse kıbleye karşı dönmeli ve son derece edepli, saygılı olmalı ve anlamını öğrenmeye çalışmalıdır.
3) Kur'an-ı Kerim, temiz yerlerde okunmalı; başka işlerle meşgul olup, dinlemeyen kimselerin yanında ve pis yerlerde okunmamalıdır.
4) Kur'an-ı Kerim, yüksek ve temiz yerlerde bulundurulmalı, hürmetsizlik sayılacak yerlere konulmamalıdır.
5) Kur'an'ın yap dediklerini yapmalı, yapma dediklerinden sakınmalı, Kur'an'ın ahlak ilkelerine uygun hareket etmelidir.

Kur'an Okumanın Fazileti Hakkında Peygamberimizin Mübarek Sözleri:

"Sizin en hayırlınız, Kur'an-ı öğrenen ve öğretendir."

"Kim Allah'ın kitabı Kur'an'dan bir harf okursa onun için bir sevap vardır. Her sevabın karşılığı da on kat verilecektir."

"Kim Allah'ın kitabı Kur'andan bir ayet dinlerse, ona kat-kat sevap verilir. Kim de Allah'ın kitabından bir ayet okursa kıyamet gününde kendisine nur olur."

"Kur'an okuyunuz. Çünkü o, kıyamet günü okuyanlara şefaat edecektir."

"Kim Kur'an-ı Kerim'i okur ve onunla amel ederse, kıyamet günü onun anne ve babasına öyle bir taç giydirilir ki, onun aydınlığı dünyada evlere vuran güneş ışığından daha parlaktır. Artık siz bununla amel edenin sevabını hesap edin."

KUR’ANIN İÇ DÜZENİ İLE İLGİLİ KAVRAMLAR

a-Mushaf Ne demektir?
Kur’an-ı Kerim’in, Fatiha Sûresi ile başlayıp Nâs Sûresi ile bittiği şekliyle iki kapak arasında toplanmış haline mushaf denir.

b-Ayet Nedir?
Kur’an-ı Kerim’de durak işaretleri arasındaki cümle ya da ifadelerdir.

c-Sûre Nedir?
Kur’an’ın, birbirinden besmele ile ayrılan her bir bölümüdür

d-Cüz Nedir?

Kuranın 20 şer sayfasından oluşan bölümlerdir. 30 cüz vardır

KUR’ANIN OKUNMASI İLE İLGİLİ KAVRAMLAR

a-Tecvid Nedir?

Kuranı usul ve adabına göre belli kurallara göre okumaya denir

b-Mukabele Nedir?

Ramazan ayında günde 1 cüz (20 sayfa) okunmak suretiyle kuranın hatmedilmesidir.

c-Hatim Nedir?

Kuranın baştan sona okunmasına denir

d-Hafız nedir?

Kuranı baştan sona kadar usul ve adabına göre ezberleyen kimsedir.

KUR’ANIN ANLAŞILMASI VE YORUMLANMASI İLE İLGİLİ KAVRAMLAR

a-Meal Nedir?

Kuranın Başka dillere yakın anlamlarıyla çevrilmesidir.

b-Tefsir Nedir?

Kuran Ayetlerinin bilgi ve teknolojinin ışığında çağın gereklerine göre yorumlanmasıdır.

ÜNİTE 5 ÖĞRENME ALANI: AHLÂK VE DEĞERLER

DEĞERLER VE AİLE

1. Değer Nedir ve Nasıl Oluşur?

2. Değerlerin Oluşumuna Dinin Etkisi

2.1.Örf ve Adetlerin Dinle İlişkisi

2.2.Ahlâkî Değerlerin Dinle İlişkisi

3. Kişilik Gelişiminde Değerlerin Etkisi

4. Toplumu Birleştiren Temel Değerler

4.1. Vatan ve Ülkü Birliği

4.2. Bayrak ve İstiklâl Marşı

4.3. Hürriyet ve Bağımsızlık

4.4. İnsan Haklarına Saygı

4.5. Millî Seciye Kavramı ve Atatürk

5. Aile Toplumun Temelidir.

6. Dinler Evliliğe Önem Verir.

7. Kur’an’dan ve Hz Peygamber’den Aile ile İlgili Öğütler

7.1. Ailenin Kurulması ve Korunması ile İlgili Öğütler

7.2. Aile İçi İletişim İle ilgili Öğütler

7.3. Aile İçi Görev ve Sorumlulukla İlgili Öğütler

7.4. Hısım ve Akrabalarla İlgili Öğütler

AHLAKIN DİN İLE İLİŞKİSİ

Ahlak, "tabiat, huy, alışkanlık, adet, yaradılış" gibi anlamlara gelen Arapça hulk kelimesinin çoğuludur.

Terim olarak ahlak; insanın iyi veya kotu olarak nitelendirilen nite­liklerini, huylarım ve davranışlarını ifade eder. Ahlak; mutlak olarak iyi olduğu kabul edilen ya da belli bir hayal anlayışından kaynaklanan davranış kuralları topluluğu olarak da tanımlanmıştır."Bu tanımlarına rağmen ahlak, genelde, insanın iyi huylarını, doğru ve güzel olan davra­nışlarını ifade etmek için kullanılmaktadır.

Ahlakın din ile çok yakın bir ilişkisi vardır. Ahlakın din ile olan ilişkisini ortaya koyabilmek için, dinin ve ahlakın insan davranman üze­rindeki olumlu ve birbirine paralel etkilerini dikkate almak gerekir.

irade sahibi bir varlık olarak yaratılan insanın davranışlarını iki grupta değerlendirmek mümkündür:

1. insanın doğuştan getirdiği ve tabiatında var olan huylarından kaynaklanan davranışlardır. İnsanların sahip oldukları huyların içerisin­de iyi olanlar bulunduğu gibi kötü olanlar da vardır. Vefakarlık, dü­rüstlük, hayırseverlik, cömertlik, hoşgörü, alçak gönüllülük, iyi olan ve herkes tarafından beğenilip takdir edilen huylardır. Kıskançlık, ikiyüzlülük, cimrilik, geçimsizlik, kin gütmek gibi tutumlar ise kötü olan ve sevilmeyen huylardır. İnsanın davranışlarının bir kısmı bu iyi ve kotu huylarından kaynaklanmaktadır

Din ve ahlak, insanın iyi huylarından kaynaklanan alçak gönüllü olma, yoksullara yardım etme, doğruyu söyleme, dürüst davranma, hoşgörülü olma gibi davranışları tasvip eder İnsanı, bu iyi davra­nışlarını sürdürme hususunda da teşvik eder. Buna karşılık din ve ah­lak; insanın kotu huylarından kaynaklanan kıskançlık gösterme, ikiyüz­lü davranma, yalan söyleme gibi davranışları ise tasvip ermez. İnsanı, bu tür davranışlardan vazgeçirmeye çalışır ve onlardan uzak durmaya çağırır.

2. insanın davranışlarının bir kısmı da İradesi ile yapmaya karar verdiği hareketlerdir. İnsanın bütün davranışlarını inceleyip değerlen­diren din ve ahlak; onun, iradesiyle yaptığı hareketlerde de daima İyi­ye, güzele ve doğruya yönelik davranmasını ister.

ilahi dinlerde ahlaka büyük önem verilmiş; ahlakın iyi ve güzel kabul ettiği hususlar bu dinlerde ya emir ya da tavsiye edilmiştir. Yahu­diliğin On Emri, Hıristiyanlığın sevgi ve merhamete dayanan dünya görüşü, İslam'ın güzel ahlakı yerleştirmeyi hedefleyen esasları, ilahi dinlerde ahlaka verilen önemi çok açık olarak gösterir.

Din üç ahlak birbirinden soyutlanamaz. Ancak, her ne kadar din' ile ahlak arasında sıkı bir bağ bulunmaktaysa da dinsiz insanın veya toplumun ahlaksız olduğu söylenemez Çünkü, bir dine bağlı olmayan kişi veya toplumda da birtakım ahlaki prensipler bulunmaktadır

Şimdi, din ile ahlak arasında amaç, kaynak, konu ve yaptırımları yönünden mevcut olan ilişkiyi öğrenelim.

a. Amaçları Yönünden

Dinin ve ahlakın amaçları birbirine paralel ve birbiriyle uyumiçerisindedir.

Ahlakın amacı; insanı, şeref ve haysiyetine yaraşır bir yasama düzeyine ulaştırmak, onu daima iyiye, güzde, doğruya yönlendirip kötülüklerden uzak tutmaktır. Dinin amacı da insanlara maddi ve manevi alanlarda iyi yolu göstermek, insanların doğru olmalarını sağlamak,, anları ahlaki yönden olgunlaştırıp dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştırmaktır. Örneğin; İslam dinini insanlara tebliğ etmiş olan Peygamber Efendimizin: "Ben, güzel ahlakı tamamlamak için gönderil d im."" buyurması bize bunu göstermektedir. Sevgili Peygamberimizin, bir başka hadisinde de: "Müminlerin iman bakımından en olgunu ahlakça yeri güzel olandır."buyurması, intanı güzel ahlak sahibi yapmanın İslam dininin amaçlarından olduğunu ortaya koymaktadır. '

Dmııni7in emrettiği bütün hususlar, güzel ahlakı tamamlayan tutum ve davranırlardır. Din, insanların doğruluk, dürüstlük, iyilik, hayırseverlik, cömertlik, sevgi, şefkat, barış ve kardeşlik gibi ahlaki tu­tum ve davranışlara önem vermelerini ister, insanları kötülük, yalan­cılık, cimrilik, ikiyüzlülük, gıybet, kıskançlık gibi kötü huylardan da sakındırır. Bir dini inanca sahip olan kimse, bu inancının gereği olarak ahlaki prensiplere uymaya, dolayısıyla iyi olan davranışları yerine getir­meye, kutu olan davranışlardan da kaçınmaya çalışır. Bunlar, ahlakın da anı güçlendirir.

Ahlakın ve ahlaki erdemlerin en büyük destekçisi dindir Özel­likte Ahiret inancına yer veren dinler, ahlaka daha fazla yer ve önem vermekte ve insanları ahlaka uygun davranmaya yönlendirmektedir. Bu dinler, emir ya da tavsiye ellikleri ahlaki prensipleri yerine getiren kimselerin ödüllendirileceklerini de vaat etmektedirler. Bu vaat, ahlaki prensiplere uymada insanları motive etmektedir.

b. Kaynakları Yönünden

1. Ahlakın Kaynağı

Ahlakın kaynağı konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür Psikologlara göre ahlakın kaynağı vicdandır. Onlara göre ahlak, insan­ların davranışları ile ilgili bir kavramdır. Bir insanın üstün ahlak bilgile­riyle donatılmış olması o in&anın ahlaklı olması için yeterli değildir. Kişi, bildiklerim yaşantısında uygulamasıyla ahlaklı olur insanı ahlaki davranışları yapmaya yönlendiren etken de vicdandır.

Sosyologlar ise ahlakın kaynağının toplum olduğunu ileri sürmüş­lerdir. Sosyologlar, her toplumun kendi dini inançları, örfleri, gelenek ve görenekleri doğrultusunda oluşturduğu bir ahlak anlayışının olduğunu, bir toplumdaki ahlaki anlayışın bir başka toplumda kabul göremeyebileceğini, bu bakımdan bir toplumun kendine özgü ahlakının kaynağının o toplumun kendisi olduğunu söylemektedirler.

Dinler, vicdanı ve toplumu ahlakın kaynağı ve ölçüsü kabul etme­miştir. İlahi dinlere göre ahlakın kaynağı vahiydir, yani Allah'ın bildir­diği hükümlerdir, ilkel dinlere göre ahlakın kaynağı, o dinin kuru­cusunun öğretilerine dayanan dini anlayıştır.

Ahlakın kaynağı konusunda ortaya atılan bu görüşler birbirlerin­den farklı olsa da aralarında bağlantı bulunmaktadır. Temelde din ah­laktan, ahlak da dinden tamamen soyutlanamaz. Çünkü ilahi dinlerde de ilahi olmayan dinlerde de ahlaka büyük önem verilmiş ve insanları güzel ahlaklı yapmak amaç ediniliridir. Dinin bu konudaki hükümleri, emir ve tavsiyeleri insanın vicdanını etkilemektedir.

2. Dinin Kaynağı

İlahi dinlere göre dinin kaynağı vahiydir, yani din, Allah tara­fından gönderilmiştir. İlahi olmayan dinlere göre ise o dinin kurucusu­nun görüşleridir.

c. Konuları Yönünden

Ahlak insanın belli bir amaçla bilinçli olarak yaptığı ve İyi ya da kötü olarak nitelendirilebilen davranışlarını inceler.

Ahlak, insanı, iyi ve faydalı olan davranırlara yönlendirir; kötü olanlardan da sakındırır.Bazı sosyologlar, toplumun davranırlarının da ahlakın konusuna girdiğini kabul etmektedirler. Onlara göre toplumun sahip olduğu Örf ve adetler de ahlakın konusuna dahildir.

Din ise tüm varlıkları ve bu varlıklarla ilgili her şeyi konu edinir.Dinin bu konulan içerisinde ahlak da yer alır.

ç. Yaptırımları Yönünden

Yaptırım, insanı, bir veya davranırı yapmaya zorlayan güçtür, insanı ahlaka uygun hareket etmeye zorlayan güce ise ahlaki yaptırım. denir

İnsandaki ahlaki yaptırım, bazen insanın vicdanından, bazen de sosyal çevrenin baskısı olarak dışarıdan kaynaklanabilir. Vicdanen, iyi ve kötüyü yapıp yapmamakta insanı yönlendiren bir iç kuvvetidir Bu iç

kuvvet, frisanı daima iyiliklere yönlendirir, kötülüklerden de sakındırır.

insan, iyi bir davranışta bulunduğu zaman, vicdanı bundan haz alır; insan, kotu bir davranışta bulunduğu zaman ise vicdanı bundan elem duyar, insan, ahlaka aykırı bir davranışla bulunduğu zaman, kendi vicdanının baskı ve otoritesini karşısında bulur. Bu bakımdan vicdan, ahlakın yaptırım güçlerinden biri kabul edilir.

Ahlakın yaptırım gücünün bir diğer kaynağı da sosyal çevredir, insan, toplumun bir parçası olması nedeniyle düşünce ve davranışların­da büyük ölçüde toplumun eskisi altında kalmaktadır. Kişi, içinde yaşadığı toplumun ahlakına vs. sosyal yapısına ters düştüğü ve karşı geldiği anda toplumun tepkisiyle karşılaşır.

" Din de ahlakın yaptırım gücünü artırır ve daha etkin hale getirir. Çünkü insandaki din duygusu, onu, ahlakın kotu kabul ettiği hal ve hareketlerden uzak tutup iyiliğe yönlendiren bir etkendir. Dinin inanç esasları ve yaptırım gücü, insanın iyi ahlaklı olmasını sağlar, inanç rahi­bi olan, bu dünyadaki tutum ve davranışlarından hesaba çekileceğini bilen, bunun bilincinde olan kimse., ahlaka aykırı davranmaktan kaçınır. Ahlakın amacı da zaten insanı iyiye, gürele, doğruya yönlendirmek, kötülüklerden uzak tutmaktır.

İlahi dinlerden İslam ve Hıristiyanlıkta ahlaki görevler, genellikle ahirete yönelik yaptırımlara bağlanmıştır. İyiler için cennet, kötüler için de cehennem vaat edilmiştir. Yahudilikte ve ilkel dinlerde ise herhangi bir davranışın karşılığı ahiretten ziyade dünyada görülmektedir.

Dinin, özellikle ilahi dinlerin yaptırım gücü ahlaktan daha etkili­dir. Çünkü ilahi dinlerde insanın bilinçli olarak yaptığı bütün davranış­larından hesaba çekileceği, eğer bir kötülük işlemişse bunun cezasını göreceği, iyilik yapmışsa bunun da mükafatını alacağı inancı yer almak­ladır. Dolayısıyla ilahı dinlerdeki cennet ve cehennem inancı, bir yaptı­rım gücü olarak insanların davranışları üzerinde etkili kılmaktadır. Ce­hennemden korunmak ve cennete girmek isleyen insan kötü hal ve hare­ketlerden uzak durmaya çalışmakla; iyi ve güzel olan davranışları yap­maya gayret etmektedir.

Hinduizm, Budizm, Konfüçyanizm, Taoizm gibi ilahi olmayan dinlerdeki yaptırım gücü genellikle dine dayanır. Yani din, insanı ahlaklı olmaya yönlendirir. Bir dine bağlı olan ve dinin prensiplerine aykırı davranmaktan kaçınan kimse davranışlarını kontrol altında bulundurur.
ahlaka aykırı hal ve hareketlerden kaçınır.

2. TOPLUMSAL HAHATTA DİN VE AHLAK BÜTÜNLEŞMESİ

İnsan, sosyal bir varlıktır Tarih boyunca insanlar, bireysel hayat­ları da dahil olmak üzere, tüm ihtiyaçlarını giderebilmek, yaşantılarını düzenleyebilmek için toplu olarak yaşamışlar, birbirleri ile iş birliği yapmışlardır.

Toplu halde yaşayış, insanlara birtakım görev ve sorumluluklar yüklem ektedir. Ahlak kuralları, toplu yaşayışın zorunlu kıldığı görev ve sorumlulukları belirleyen, intanların birbirlerine karşı davranış biçim­lerini, mutlu ve güvenli bir hayat sürme yollarını gösteren esaslardan oluşur Bu esaslar, insanlara doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü bildirir Din de insanların toplum hayatım ilgilendiren, onların karşılıklı ilişkilerini düzenleyen hükümler koyar. Koyduğu bu hükümlerle toplumsal hayatta huzur ve güveni sağlamayı amaç edinen din, toplumun huzurunu bozan, insanlar arasında kavga ve geçimsizliğe yol açan cana kıymak, yalan söylemek, insanların hak ve özgürlüklerine müdahalede bulunmak, kusurlarını, gizli hallerini araştırmak gibi ahlaka aykırı dav­ranışları yasaklamış veya hoş görmemiştir. Buna karşılık; yoksulları, kimsesizleri, yetim ve öksüzleri koruyup gözetmek, onlara yardımda bulunmak, insanların hak ve özgürlüklerine saygılı olmak; düşünce, söz ve hareketlerde doğruluğu esas almak gibi ahlaka uygun davranışları ya emir ya da tavsiye etmiştir. Dinin bu emir ve yasaklarına, ahlakın da prensiplerine önem vererek hareket eden kimselerin oluşturduğu toplumda huzur, mutluluk, güven, yardımlaşma ve dayanışma vardır. Çünkü böyle bir toplumun bireyleri, birbirlerine karşı görevlerini yerine getirirler. Birbirlerinin haklarına saygı gösterip önem verirler,

insandaki din duygusu, insanı kendi kendisini kontrol etmeye yönlendirir.Bir şeyi yapmaya karar verirken yapacağı o işin dinine, imanına, ahlaki prensiplere uygun olup olmadığına dikkat eden ve ona göre karar veren insan, böylece kendi kendisini kontrol altında tutmuş olur. Bu insan, dinine aykırı düşen, ahlakın da kötü ve çirkin gördüğü. hareketleri yapmaktan kaçınır. Dine ve ahlaka önem veren insan, hak ve adaleli gözetir, zulüm ve haksızlıktan kaçınır, irfanlara iyilik ve gü­zellikle davranır. Vatan, millet gibi kutsal değerler uğruna da feda­karlık yapmaya çalışır.

Toplumda her fert, dinin hükümlerini ve ahlakın prensiplerini esas aldığı zaman hem din ve ahlak bütünleşmesi, hem de toplumsal bütünleşme sağlanır. Birbirini .seven ve sayan, aynı değerleri paylaşan, sevincinde ve kederinde birbirinin yanında yer alan bir toplum oluşur. Böyle bir toplumda haksızlık, anarşi, saygısızlık, yalancılık, haset, dedi­kodu, düşmanlık gibi kötülükler meydana gelmez.

ÖRF VE ADETLERİN AHLAKLA İLİŞKİLERİ

Örf, kelime olarak; iyilik, bilmek, tanımak, iyi ve güzel günden şey demektir.'1' Terim olarak örf, bir toplumun benimsediği ve nesilden nesile aktardığı, toplumun benliğini ve şahsiyetini koruyan sosyal değerlerdir. Ör/ karşılığında gelenek, töre ve an'ane kelimeleri de kullanılmak­tadır. Adet ise bir toplumda tekrar edile edile yerleşen ve alışkanlık hal ine gelen davranışlardır

Adetler, toplumun inancına, ahlakına aykırı olmamalıdır Dine ve ahlaka aykırı olan adetler, dini duyguları kuvvetli olup ahlaka önem veren fertlerin yaşadığı toplumda kabul görmez Dine ve ahlaka uygun olan adetler ise toplumda süreklilik kazanır ve zamanla örf haline gelir.

Örf ve adet ile ahlak arasında sıkı bir bağ; vardır. Bir işin, bir davranışın. insanlar tarafından kabul görüp uygulanmasında ve toplumda yaygın hale gelip yerleşmesinde toplumun dini inançları ile birlikte ah­lakı da belirleyici rol oynar.

Ahlakın da örfün de amacı, insanları mutlu kılmak, birlik ve bera­berlik şuuru içinde yaşatmaktır. Ahlak, insanlar arasında birlik ve beraberliği sağlayan sevgi, saygı, yardımlaşma ve dayanışma gibi davranışlara da önem verir. Örflerin devam ettirilmesi de ahlaki davranışların yaygınlık kazanmasında etkili olmaktadır. Örneğin; bayramlarda, düğünlerde bir araya gelen, birbirle­riyle hediyeleşen insanlar arasındaki sevgi ve saygı bağları güçlenmek­tedir. Karşılıklı ziyaretler, hediyeleşmeler de toplumda birlik ve beraber­liğin devamına olumlu katkıda bulunmaktadır.

5. AHLAKIN DEĞİŞMEZLİĞİ

Ahlak, hemen her toplumda var olan evrensel bir değerdir. Tarih boyunca yaşamış- bütün toplumlarda temel ahlak kuralları ve ahlaki anlayışların mevcut olduğu bilinmekledir Her toplumda bir ahlak anlayışının bulunması ve çeşitli davranışların ahlaki açıdan değerlendi­rilmiş olması, ahlakın, temelde değişmezliğini ortaya koyar.

Ahlak, genelde değişiklik göstermez. Her toplumda kabul edilen ve geçerli olan evrensel ahlaki değerler vardır Bu değerlere uygun olan davranışlar, bütün toplumlarda iyi kabul edilir ve benimsenir. Örneğin, doğruluk, dürüstlük, insana saygı, namusluluk, insan haklarını gözetme, verilen sözde durma gibi tutum ve davranışlar ahlaka uygun olduğu için her toplumda benimsenir Ahlaki değerlere aykırı düşen davranışlar ise hiçbir toplumda hoş karşılanmaz.

ÖRF VE ADETLERİN MİLLET HAYATINDAKİ YERİ

Her toplumdu huzur ve güveni sağlayan kurallar vardır. Bunlar; yasa adı verilen yazılı kurullarla insanların kendi kendilerini kontrol etmelerini sağlayan ve onların davranışlarına yön veren inanç, örf, adet ve ahlak dediğimiz yerleşik kurallardır. Örf ve adetlerin millet hayalında önemli bir yeri vardır. Çünkü örf ve adetler, zaman içerisinde bütün toplum tarafından benimsenmiş ve toplumda yerleşmiş olan ortak değerlerdir. Tüplümün giyim ve kuşamında, sevgi, saygı, misafirperverlik, vatanseverlik gibi değerlerinde örf ve adetlerin etkileri görülmektedir.

Örf ve adetler, bir toplumun kaynaşıp bütünleşmesinde önemli rol oynayan, toplumda ferileri birleştirerek bir amaca yönelten ve karşılıklı İlişkileri düdene koyan unsurlardandır Örf ve adetler, millet olarak geç­mişimizle geleceğimiz arasında bir bağ oluşturur. Milli kimliğimiz ve kültürümüz, gelecek kuşaklara örf ve adetlerle ulaştırılır. Onun için örflere ve iyi olan adetlere bağlı kalınıp onların yaşatılması ve korun­ması, hem milli birlik ve bütünlüğümüzün devamlılığı hem de kültü­rümüzün zenginleşmesi yönünden önemlidir. Örf ve adetler, aynı za­manda milli kültürün birer unsuru olduğundan, onlara bağlılık, kültürel kimlimin korunmasında da etkili olur

Örf ve adetlerin zayıfladığı, törelerin hiçe sayıldığı toplumlarda milli birlik ve beraberlik bozulur. Milli birlik ve beraberliğin bozulduğu zamanlarda ise anarşi ve terör kendim gösterir, imanları huzursuz eder.

Türk milleti olarak bizim çok geniş bir kültürümüz, çok güzel örf, adet, gelenek ve göreneklerimiz vardır. Türk milletinin kendine has töre ve geleneklerinin o/ünde vatan sevgisi, hür ve bağımsı*, yaşama arzusu; hak ve hürriyetini, ırz ve namusunu koruma, yoksullara yardımda bu­lunma, insan sevgisi, aileye bağlılık, akrabaya düşkünlük gibi duygular vardır Milletimi £, bu duygulara dayanarak toplum yararına, yal, okul, hasta hane. Çeşme, cami gibi nice yararlı eserler; yolcuları ve yolda kalmışları ağırlamak için hanlar, kervansaraylar ve köy odaları yapmışlar. Bu geleneklerimizin bir kısmı günümüzde devam etmekledir. Atatürk, milletimiz ayakta tutan bu örf ve adetlerimizin yaşatılması üzerinde durmuş ve şöyle demiştir: "Her milletin kendine mahsus örf ve adetleri, kendine göre milli hususiyetleri vardır. Hiçbir millet, aynen diğer bit milletin taklitçisi olmamalıdır. Çünkü böyle bir millet, ne taklit ettiği milletin aynı olabilir ne de kendi milliyeti için­de kalabilir.""'

"Milletimizin tarihini, ruhunu, geleneklerini doğru, sağlıklı, dürüst bir görüşle görmeliyiz.

Millet olarak bizi birliğe yönelten tarih, din, kültür, örf ve adetlere bağlı kalmak ve bunları yaşatmak hepimizin görevidir. Çünkü bu değer­ler milletimizin varlık nedenidir.

. MİLLİ SECİYE KAVRAMI VE ATATÜRK

Seciye kelimesi ile karakter kelimesi eş anlamlıdır. Karakter keli­mizi, sözlükte; bir şeyi benzerlerinden ayırt etmeye yarayan temel özel­lik şeklinde tarif edilmektedir. Milli seciye deyimi ise Türk milletim diğer milletlerden ayıran temel özellikler anlamında, Atatürk tarafından kullanılmıştır

Atatürk'e göre milli seciye, bir milletin toplumsal varlığının ve ni­zamının garantisidir. Uygarlığın gelişmesi ve yükselmesi, halkın refahı ve mutluluğu, milli seciyenin korunmasıyla mümkündür. Çünkü milli seciye, vicdani ve hissi temellere dayanır, fedakarlık duygularıyla besle­nir.

Milli seciyenin oluşmasında en büyük etken, milli kültürdür. Milli kültürümüzü yabancı kültürlerin tesirinden ve zararlı fikirlerden koru­mamız gerekir. Dunlar da ancak iyi bir eğitim ile gerçekleştirilebilir.

Cesaret, yiğitlik, mertlik, vatanseverlik, sözünde durmak, dürüst­lük, çalışkanlık, hoşgörü, konukseverlik, büyükleri sayma ve küçükleri sevme gibi ahlaki prensipler, Türk milletinin milli seciyesini oluşturun değerlerin başında gelir, Türk milleti bu yüksek değerlerini? sahip çıktığı zamanlar, yeryüzündeki en güçlü devletler arasındaki yerini almıştır. Ne zaman ki kendi değerlerini bırakıp yabancıların kültürlerini ve karakter yapılarını taklit etmeye başlamış, işte o zaman gerilemiştir Nitekim Atatürk "Bilelim ki milli benliği bulamayan milletler, başka millet­lerin avıdır,"diyerek bu gerçeği vurgulamıştır.

Atatürk, milletimizin yüksek karakterine, özellikle de hoşgörüsü­ne dikkat çekmiş, hiçbir milletin, yabancı unsurların inanç ve adetlerine milletimi? kadar saygı ve hoşgörü göstermediğim belirtmiştir. Bunun en güzel örneği olarak da Fatih'in, İstanbul'u fethettiği zaman, buranın yerli halkı olan Hıristiyanlara tam bir inanç ve ibadet özgürlüğü tanımış olmasını göstermiştir. Gerçekten de bu büyük hükümdar, İstanbul'u fethettikten sonra Hıristiyanlara inanç, ibadet ve düşünce özgürlüğü tanı­mış, onların mabetlerine dokunulmamıştır. Atatürk "İstanbul'un fethin­den beri, Müslüman olmayanların sahip kılındıkları bu geniş imtiyazlar, milletimizin dinen ve siyaseten dünyanın en hoşgörülü ve iyi­liksever bir milleti olduğunu kanıtlayan en açık delildir. diyerek bu yüksek karakteri dile getirmiştir.

ÖĞRENME ALANI: DİN VE LAİKLİK

9. Sınıf

LAİKLİK VE DİN

1. Din Bireyi Esas Alır.

2. Laikliği Doğuran Nedenler

3. Laik Devlet

4. Laiklik Din ve Vicdan Özgürlüğünün Güvencesidir.

5. Atatürk’ün Laiklik Anlayışı

ATATÜRK'ÜN DİNÎMİZ VE LAİKLİKLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ

Atatürk'ün laiklik anlayışının iki yönü vardır. Birincisi din ve dün­ya işlerinin birbirinden ayrılması; ikincisi laiklik sisteminin getirdiği hak ve özgürlüklerin korunmasıdır, Atatürk, manca ve düşünceye kar­şı değildir.

İslam dininde büyük, küçük, zengin, Fakir ayırımı yapılmaz, insanı küçülten kölelik, baskı, zulüm, adaletsizlik ve haksızlık yapılması ya­saklanır, insanca bir yaşam için ne lazımsa hepsi yüce dinimiz İslam tarafından ilkeler ve prensipler halinde bize arz edilmiştir, İslam’da zorlama olmadığı gibi peşin olarak reddetme, hafife alma da yoktur. İslam dini herkesin yaşayabileceği kadar kolay, her seviyedeki ilim fi­kir ve devlet adamına da yol gösterecek kadar derin ve yücedir.

Dinimizin bu özellikleri, göz ününe alındığında Atatürk'ün de, bunlara ilgisiz kalması düşünülemezdi. Nitekim bu keskin zekalı ve büyük devlet adamı, dinimiz hakkında, millet vicdanını temsil eden, veciz ifadelerle güzel sözler söylemiştir. Gerçekte, bu sözler üzerin­de, düşünülüp iyi bir inceleme yapılırsa, Atatürk'ün dini gerçek ma­nasıyla takdir ettiği görülür Zaten "din" gerçeği üzerinde, düşünüp kafa yormayan bir lider ve devlet adamı düşünmek mümkün değildir.

Örneğin, Atatürk'ün İslam dinî hakkındaki şu samimî ifadeleri, ga­yet dikkat çekicidir "Dinime, bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam, ona da öyle inanıyorum. Bilime zıt, terakkiye (gelişmeye) mani hiçbir şey ihtiva etmiyor."!"

Atatürk, devlet ile dini, din ile dünya işlerini birbirinden ayırmak­tan yanadır. Çünkü din Kisvesi altında, devletin resmî kademelerinde bir kısım istismarların olabileceği endişesini taşımaktadır. Devlet adamlarının, dinî bir kuvvet sembolü veya bir baskı aracı olarak kul­lanmasını istemez. Zaten baskı ve zorlama dinimizde hoş karşılan­maz. Başkalarının tesiriyle yapılan ibadetler makbul değildir. Baskıyla iman ve ibadet eden bir insan, üzerinden baskı kalktığında ibadetleri yerine getirmez. Bu ise, iki yüzlülük, yani münafıklıktır,

Atatürk, "Din ve mezhep herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi ne bir din r ne de bir mezhebi kabul etmeye zor­layabilir Din ve mezhep hiçbir zaman politika aleti olarak kullanılamaz." demektedir. Bu sebeple Atatürk, laikliği bir idare şekli olarak esas almıştır. Atatürk, [Sikliği, sadece din ve dünya işlerini birbirin­den ayıran bir devlet idaresi olarak görmem, bu anlayışın getirdiği hoşgörü ve vicdan özgürlüğünün de olmasını ister

Atatürk, laikliği dinsizlik veya din düşmanlığı olarak anlamaz. Ak­sine laikliği gerçek dindarlığın yaşanmasına ve gelişmesine zemin ha­zırlayan, hatta bunu teminat altına alan bir yol olarak anlamaktadır. Atatürk'ün laiklik anlayışına göre din ve laiklik birbiriyle çatışmaz. Bunlar görev alanları birbirinden ayrı. devlet ve toplum için gerekli iki önemli kurumdur.

2. LAİKLİK NEDİR?

"Laik" kelimesi, dilimize Fransızca’dan, Fransızca’ya da Latinceden geçmiştir. Halka, kalabalığa, ait anlamında bir sıfattır. Terim olarak: ruhani olmayan, bir şeyin, bir fikrin, bir prensip ve kurumun dinle il­gili olmaması anlamında kullanılmaktadır Yine terim olarak din ve devlet işlerinin ayrılması, birinin ötekinin işine karışmaması demek­tir.

Laiklik, 1789 Fransız ihtilalinden sonra hukuk terimleri arasına girmiştir. Fransız İhtilali’ni yapanlar, halk ve devlet üzerinde aşırı baskıları bulunan ve sınırsız yetkilere sahip olan kilisenin mallarının devletleştirilmesini^.yetkilerinin elinden alınmasını veya en aza in­dirilmesini istiyorlardı.

"Laiklik" kelimesi, bizde ilk defa 1839'da "Gülhane Hattı Hümayu­nu" ile 'meşrutiyet" yıllarında kullanılmıştır. 1839 da yapılan "Islahat Fermanı" ile de yeniden gözden geçirilerek din ve vicdan hürriyetini de ifade edecek şekilde yorumlanmıştır.

Bu anlayışa göre "laiklik, dindar vatandaşları din konusunda sahip oldukları haklardan her birim serbestçe korkusuz ve endişesizce kul­lanmalarını ve her birinden serbestçe faydalanmalarını gerektirir."'2'

Laiklik kelimesini yorumlayan ve terim olarak tanımlayan Ali Fuad Başgil'e göre laiklik; "Devletin var olan ve bilinen dinlere karsı taraf­sız olması, herhangi bir din veya mezhebin ibadet ve hükümlerine ka­rışmaması demektir."

"Laik devletin görevi ise vatandaşlarının din, ırk, renk, soy gibi özelliklerine bakmadan, herkesin dini inançlarını istediği gibi yaşa­masını temin etmektir.

Devlet, vatandaşların dinî inançlarını, rahatça ve huzur içerisinde yerine getirebilmeleri için gerekli güven ve huzur ortamını sağlar. Di­nin politik yıkarlara alet edilmesine müsaade etmez. Devlet-millet bü­tünleşmesini sağlamak için, milletin dini ihtiyaçlarını karsılar. Bu hu­susta gerekirse okullar açar, kurumlar kurar ve mevcut okullarda di­nin öğretilmesini sağlar.

Laikliğin temel amacı ; din işeriyle devlet işlerini birbirlerinden ayırmak , dinin ve devletin işlerine açıklık getirmektir.

Laiklik prensibini benimsemiş bir devlette , halkın dini hizmetlerine de önem verilir. Dindarlar inandıkları dinle baş başa kalırlar.

Laiklik demokratik hayat tarzının ortaya çıkardığı bir zarurettir. Bu hayat tarzı hürriyet ve eşitlik olmak üzere iki temele dayanır

Laiklik bu iki ilkenin cemiyet hayatında uygulanması ve onların korunmasını sağlar.

Hürriyet ; bir insana istediği dini ve inancı seçme hakkını , inandığına göre yaşamayı kapsar. Hiçbir insan inancından dolayı kınanamaz.

Eşitlik; Fertler hür iradeleriyle seçtikleri dinde inançları sebebiyle farklı muamele göreceklerse bu hürriyet sözde kalır. Laik devlette farklı inançtaki vatandaşlara kanunlar eşit uygulanır.

3. ATATÜRK'ÜN LAİKLİK ANLAYIŞI

Laiklik, din işleri ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, devletin dinî esaslara dayandırılmadan yürütülmesidir. Gücünü doğrudan doğ­ruya milletten almayı amaç edinen laiklik, dünyaya ait işlen ve otoriteyi dine ait işlerden ve otoriteden ayırmak ister. Atatürk de, bu an­lamları ifade eden laiklik tanımlamalarında bulunmuştur. Bunlardan biri de şudur: "Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin birbirinden ayrıl­ması demek değildir Bütün yurttaşların vicdan, ibadet hürriyetlerini temin etmektir."

Atatürk laikliği dinsizlik olarak görmemiştir, laikliğin tanımını şöy­le yapmıştır

"Laiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülük­le mücadele kapısını açtığı için hakiki dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiştir. Laikliği dinsizlikle karıştırmak isteyenler, ilerleme ve canlılığın düşmanları ile gözlerinden perde kalkmamış doğu kavimle­rinin fanatiklerinden başka kimse olamaz."

Laikliğin inançsızlık veya İslam düşmanlığı anlamına gelmediğinin iyice anlaşılmasını isteyen Atatürk, görüşlerini şöyle açıklıyor; "Bazı kimseler çağdaş olmayı inançsız olmak sanıyorlar Asıl inançsızlık on­ların bu inanışıdır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı, İslamların ka­firlere esir olmasını istemek değil de nedir?" "Dinime, bizzat gerçe­ğe nasıl inanıyorsam, ona da öyle inanıyorum. Bilince ters, ilerlemeye engel hiçbir şey kapsamıyor"

Özet olarak; Atatürk'e göre laiklik, din ve vicdan hürriyetlerini sağ­lamak, herkesi inancında serbest bırakmak, din ile devlet işlerini bir­birinden ayırmak; devlet işlerini bilim ve akla göre yürütmektir.

Laiklik, insanların inanç ve düşüncelerine saygı göstermeyi ve hoş­görüyü gerektirir. Bu sebeple kişiler, kendi düşüncelerini ifade eder­ken taassup ve ön yargıdan uzak olarak davranmalı, başkalarının inanç ve düşüncelerini küçümsememeli, Büyük Atatürk'ü örnek alma­lıdır.

4, ATATÜRK'ÜN DİNİMİZLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ

İslam dini, insanların dünya ve ahirette mutlu ve huzurlu olmala­rını isteyen, her yaş ve çağda insana hitap eden bir özelliğe sahiptir. Çünkü İslam1!, insanı ve evreni yaratan yüce Allah göndermiştir. "Bir şeyi en iyi, yapan bilir" prensibine göre. "Hiç Yaratan bilmez mi?.,. ayetinde de buyrulduğu gibi, o, her şeyi ve herkesi, bütün is­tek ve ihtiyaçlarıyla bilmektedir.

İslam dininin evrensel özelliklerini bilen büyük Atatürk, dine karşı ilgisiz kalmamış, Allah, peygamber, Kur'an ve din hakkında şöyle söy­lemiştir;

''Allah birdir. Şanı büyüktür . Peygamber Efendimiz Hazret­leri, Allah tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya me­mur ve elçi seçilmiştir. Bunun temel esası, hepimizce bilinmek­tedir ki, yüce Kur’an’da ki anlamı açık olan ayetlerdir, insanla­ra feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akla, mantığa ve gerçeğe uymamış ol­saydı, bununla diğer İlahî tabiat kanunları arasında çelişki ol­ması gerekirdi. Çünkü din, evren kanunlarını (maddi ve mane­vi alem kanunlarım) yapan Cenabı Hak’a aittir."

Atatürk, İslam dini hakkında şöyle demiştir:

"Dinime bizzat gerçeğe na­sıl inanıyorsam, ona da öyle inanıyorum. Bilince ters, iler­lemeye engel hiçbir şey kapsamıyor."

Başka bir sözünde İslam dini hakkında şunları söyler: "Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi; fakat bina yüz­yıllardır ihmal edilmiş, harç­lar döküldükçe yeni harç ya­pıp binayı takviye etmek lüzu­mu hissedilmemiş. Aksine olarak birçok yabancı unsur, yorumlar, boş inançlar binayı daha fazla hırpalamış."

Atatürk bu görüşüyle, dinin reform edilmesini veya değiştirilmesi­ni değil, aslına uygun olarak ele alınmasını ve dine sokulan hurafeler­den temizlenmesini istemiştir.

Türk milletinin, sık sık yüce, şerefli, zeki ve çalışkan bir millet ol­duğunu söyleyen Atatürk, dinin bu özelliğine, dikkat çekerek, "Bizini dinimiz, milletimize hakir miskin ve zelil olmayı tavsiye etmez. Aksi­ne Allah'ta peygamber de insanların ve milletlerin yücelik ve şerefini muhafaza etmeyi emrediyor... Büyük dinimiz, çalışmayanın insanlık­la ilgisi olmadığını bildiriyor,"'1' demiştir.

Camilerin, millet için fonksiyonuna da dikkati çeken Atatürk: "Ca­miler, birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılma­mıştır. Camiler itaat ve ibadetle beraber din ve dünya için neler yapıl­masının gerekli olduğunu düşünmek, ani konuşup tartışmak, tanış­mak için yapılmıştır... Camilerin kutsa] minberleri, halkın ruhî, ahla­ki gıdalarına en yüksek, en verimli kaynaklardır . Hutbeden maksat, ahalinin aydınlatılması ve ona yol gösterilmesidir."'2' demiştir,

Kısaca Atatürk, dine ve inanca karsı hassas ve saygılı davranmakla beraber onun bir teori olarak değil, aynı zamanda pratik olarak da-yaşanıp hayata geçirilmesini istemektedir, İslam dininin inanç,şekli, ki­tabı, peygamberi ve akla mantığa uygunluğuyla iftihar etmekte, insan hayatına verdiği değerden dolayı hayranlığını dile getirmekledir. Pey­gamber Efendimizin büyüklüğünü takdir eden su sözleri de onun İs­lam dinî ve peygamberi hakkındaki gerçek kanaatini ortaya koymak­tadır: "O {Hz. Muhammedi Allah'ın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir, fa­kat sonsuza kadar o, olumsuzdur.

ÜNİTE 7 ÖĞRENME ALANI: DİN, KÜLTÜR VE MEDENİYET

TÜRKLER VE MÜSLÜMANLIK

1. Türklerin Müslüman Oluşu

2. Türklerde İslâm Anlayışının Oluşmasında Etkili Olan Şahsiyetler

2.1. Ebû Hanife

2.2. Mâturidî

2.3. Şafiî

2.4. Eş’arî

2.5. Ahmet Yesevî

2.6. Ahî Evran

2.7. Hacı Bektaş Veli

2.8. Mevlânâ

2.9. Yunus Emre

2.10. Hacı Bayram Veli

3.Türklerin İslâm Medeniyetine Katkıları

TÜRKLERİN İSLAM'DAN ÖNCEKİ DİNSEL İNANÇLARI

Türkler, Müslüman olmadan önceki dönemlerinde Budizm, Mani­haizm, Zerdüştilik, Yahudilik. Hrıstiyanlık gibi çeşitli dinlerle temas ha­linde olmuşlardır. Türkler, bunlardan bazılarını din alarak kabul etmiş olmalarına rağmen, bu dinlerin hiçbirini sahip oldukları inanç ve gele­nekleriyle bağdaştıramamışlardır Bandan dolayı Türklerin büyük çoğunluğu bu dinleri benimsememiştir.

Tarihi kaynaklarda, Türklerin ilk inançlarının, monoteizme, yani tek tanrıcılığa dayandığı; Hunlar, Göktürkler ve Uygurlar gibi Türk devletlerinde Gök-Tengri (Çok Tanrı) inancının bulunduğu belirtilmek­tedir. Nitekim Göktürk Kitabelerinde Gök-Tengri'ye minnet ve şükran İfade eden cümlelerin bulunması da bunu göstermektedir. M. Ö.2 yüzyılda Hunlarla bunlara bağlı diğer Türk boylarında hakan, baştabip olarak kabul edilmekteydi. Her yıl, hakanın başkan­lığında topluca ayin yapılır, Gök-Tengri'ye ve ataların ruhlarına kurban sunulurdu. "

Göktürkler, VI asırda eski inançlarına bağlı idiler. VII. yüzyılda Baku Han isimli hakanın yönetimindeki Uygurlar ise Manihaizm dinini kabul etmişlerdi. IX. ve X. yüzyıllarda Kırgızlar, Türklerin eski din ve inançlarını sürdürmekteydiler. Oğuzlar da eski Göktürk dini inanışla­rına bağlı idiler. Hazar Türklerinin bir bölümü ise Yahudiliği kabul et­mişti,

Türklerin, Müslüman almadan önceki dönemlerde sahip oldukları dini inançları onları tatmin etmemiştir. Türkler, bu inançları kendi inanç, gelenek ve karakterlerine uygun bulmamışlardır. Göktürk hakanı Bilge Kağan'ın Budist tapınağı yaptırma isteğine veziri Tonyukuk'un karşı çıkması ve gerekçe olarak da bunun kendi dinlerine aykırı olduğunu, bu dini benimsemenin kendilerini pasifleştireceğini söylemesi Türklerin bu tür din ve inançları kendilerine uygun bulmadıklarını göstermektedir. Nitekim Budizm, Manihaizm gibi dinlere bağlanmış olan az sayıdaki Türk boyları da bu bağlılıklarını uzun süre devam ettirmemişlerdir. Türklerin, Yahudilik ve Hıristiyanlığa da bazı küçük boylar dışında,- bağlanmamış olmaları da dikkat çekicidir. Buna karşılık Türkler, İslamiyeti tanıdıktan kısa bir süre sonra bu dini benimsemişler ve topluluklar halinde Müslüman olmuşlardır. Bundan sonra artık başka din aramayan Müslüman Türkler, İslamiyet’e bağlılıklarını asırlardan beri korumaktadırlar.

Türklerin Müslüman olmadan önceki dini inançlarını şu şekilde belirtebiliriz:

Türkler, Gök Tanrı'ya inanırlardı Gök Tanrı’nın ismindeki "Gök" kelimesi yüce, ulu anlamında kullanılırdı.

Türklerin inancına göre Gök Tanrı milli bir tanrıdır. O, tektir, var­lığının başlangıcı ve sonu yoktur. Her şeyi yaratan, yaşatan ve öldüren odur. Her şeyin efendisidir. Gözle görülmez. O, insanları bilgilendirir ve onlara yol gösterir. İnsanların ne kadar yalayacağını da o belirler, İslamiyeti kabul ettikten sonra Türkler, Gök Tanrı devimindeki "Gök" kelimesini gökyüzü. Tanrı kelimesini de Allah lafını karşılamak için kullanmışlardır.

Türklerin inancına göre kader, insan düşmanı gizli bir kuvvettir. Ölüm de nefesin kesilmesi ve ruhun bedenden uçup gitmesidir, insanlar öldükten sonra diriltilip hesaba çekilecekler ve bu hesaptan sonra ruh, yaşamaya devam edecektir.

Türkler, belirli zamanlarda ve bazı olaylar dolayısıyla ayinler ya­parlardı, ilkbahar, yaz ve sonbahar mevsimlerinde yaptıkları ayinler, resmi dini bayramlardı. Bazı kimselerin ölüm yıl dönümlerinde de o kimseyi anmak için yuğ ayini yaparlardı. Ayin ve törenleri, kam denilen ve ruhlarla temas1 kurduğuna inanılan kimseler yönelirdi. Kam, aynı za­manda hekim ve sihirbazdı. Kendisinin tanrılar tarafından tayin edil­diğine inanılırdı. Kam mesleği soydan gelir, öğrenmekle elde edilmezdi,

Türklerin ahlaki özellikleri de İslam ahlakına büyük ölçüde uy­gundu. Türkler aileyi kutsal kabul etmişlerdir, insanlar arasında sınıf farkı gözetmemişlerdir Doğruluk ve dürüstlüğü esas almışlardır. Cana kıymayı, hırsızlık yapmayı, yalan yere yemin etmeyi, zina etmeyi, dedi­kodu yapmayı, savaştan kaçmayı, hile yapmayı hoş görmemişler ve bunlardan uzak durmaya çalışmışlardır.

Vatan sevgisi, toprağa bağlılık, ülkeyi savunmak, yiğitlik, Türkle­rin başta gelen meziyetleri dir.

Türkler, İslamiyeti, bütün bu inanç ve ahlakı özelliklerine en uygun din olarak görmüşler ve bu dini tereddütsüz kabul etmişlerdir.

Eski Türklerde İbadet ve törenler:

1- Zamana bağlı olarak yapılan törenler:

a-İlk bahar törenleri: (savaş ilanı, Bahar bayramı vs.) Mayıs ayında kutlanır.

b-Son bahar törenleri: (Hasat törenler vs. ) sonbaharda veya ağustos sonu kutlanır.

2- Zamana bağlı olmayarak yapılan törenler: ( Doğum ,ölüm , evlenme vs. )

3-Kurbanlar: a-Kanlı kurbanlar ( kan akıtılarak yapılır. sığır , koyun , keçi , at ve deve kesilir.) b-Kansız kurbanlar :(kan akıtılmaz .Yiyecekler süt , yoğurt , kımız ve tahıl ürünleridir.)

Din adamları: 1- Ak Şamanlar(Kam): Vezir rütbesi ile devlet yönetimine katılırlar.Devletin savaş ilanı , hükümdar ailesinin doğum , evlenme ve ölüm törenleri ile tahta çıkış törenlerini idare ederler.Hunlarda hakan aynı zamanda baş şamandır ve kendine Tengri -kut (göğün oğlu ) denir.

2-Kara Şamanlar: Halkın doğum , evlenme ve ölüm törenlerini ve hastalıklarını tedavi eden sihirbazlık ve doktorluk yapan din adamlarıdır.

TÜRKLERİN İSLAMA GİRİŞ SEBEBLERİ

1-Siyasi Sebepler: M.S. XIII .asrın ilk yarısına gelinceye kadar bir çok güçlü Türk Devleti kurulmuş ve yıkılmıştır. Uzun yıllar milli benliğinden uzaklaşmış çevresindeki güçlü devletlerin etkisiyle Birliklerini kaybetmiş bir halde yaşarlarken devrin iki güçlü devletin ( Araplar -Çinliler ) baskıları sonucu küçük bir alanda sıkışmışlardı.Araplar ile Çinlilerin fetihler sonucu karşı karşıya gelmeleri sonucu Türkler; bir tarafta ezeli düşmanları Çinliler ,bir tarafta yeni karşılaştıkları ,kardeşlerinin dinlerine girdiği , devletlerinde ve ordularında hizmet ettiği , inançlarının benzediği Arap ordusu bulunmaktaydı.Talas nehri kıyılarında karşılaşan Arap ve Çin ordusu savaşa tutuşmadan önce Karluk Türkleri Arap ordusunun saflarında savaşa girmişler ve ezeli düşmanları Çinlilere uzun yıllar sonra galip gelmişlerdi. Savaş sonunda 100 .000 çadırlık (yaklaşık 1 milyon kişi ) bir Türk topluluğu İslamla şereflenmiştir.karluk türlerinden bu Müslüman olan Türkler Abdülkerim (Abdülkadir ) Satuk Buğra Han başkanlığında ilk Müslüman Türk Devletini kurmuşlardır.

2-Dini Sebepler:Türklerin ;Tanrı , ahiret,aile ,ahlak, vatan ,bayrak ,millet, gibi kutsal değerlerinin Müslüman inancı ile benzerlik göstermesi bunlardan bazılarıdır.

2. Türklerde İslâm Anlayışının Oluşmasında Etkili Olan Şahsiyetler

2.1. Ebû Hanife

Ehli sünnetin dört büyük imamının birincisi olan İ-mamı Azam Ebu Hanife, H. 80'de Kufe'de doğdu.

Ebu Hanife pek çok ilim halkasına katılmış ve değerli zatlardan ilim almış olmakla beraber, onun en uzun süre hocalığını Hammad ibnu Ebi Süleyman yapmıştır.

İmamı Azam Ebu Hanife'nin ilmi, hocası vasıtasıyla dört büyük sahabiye dayanmaktadır. Şöyle ki; Hz Peygamber'in vefatından sonra Kufe'ye yerleşmiş olan Ali ibnu Ebi Talip ve Abdullah ibnu Mes'ud'dan ilim alan Mesruk ibnu'l-Ecda (Ö. 63), Alkame ibnu Kays (Ö. 62) ve Şureyh (Ö. 80)'den Şa'bi ve İbrahim en-Nehai (Ö. 96) ders almışlar. Onlardan da Hammad ibnu Ebi Süleyman vasıtasıyla Ebu Hanife ilim almıştır. Ebu Hanife ayrıca Abdullah ibnu Abbas'ın kölesi İkrime ve Abdullah ibnu Ömer'in azatlı kölesi Nafi vasıtasıyla adı geçen sahabilerin ilimlerinden istifade etmiş, Mekke fatihi Ata ibnu Ebi Rebah (Ö. 114)'tan da uzun süre ders almıştır.

Çok sayıda hadisi şerif ezberleyen Ebu Hanife büyük bir hakim ve fikir adamı olarak yetişti. Üstün bir aklı ve herkesi şaşırtan bir zekası vardı. Fıkıh ilminde imkansız gibi görünen bir zamanda benzeri

ESERLERİ .

1. el-Fıkhu'l-Ekber

2. el-Fıkhu'l-Ebsat

3. Osman el-Betti'ye Risale

4. Osman el-Betti'ye diğer bir risale

5. el-Vasıyye

6. el-Vasıyye (oğlu Hammad'a)

7. el-Vasıyye (talebesi Yusuf ibnu Halid es-Semiti'ye)

8. el-Vasıyye (talebesi kadı Ebu Yusuf'a)

9. Müsnedu Ebi Hanife (Ebu Yusuf'un rivayetiyle)

2.2. Mâturidî

Ebu Mansur el-Matüridî diye bilinen Ebu Mansur Muhammed bin Muhammed bin Mahmud el-Matüridî, Maveraünnehir’deki Semerkant şehrinin Matürid köyünde doğmuştur. Doğum tarihi konusunda kaynaklarda pek net bilgi bulunmamakla birlikte, tüm tarihçilerin ittifak ettikleri vefat tarihi 333/944’e ve hocalarından Muhammed bin Mukatil er-Razi’nin vefat tarihi olan 248/862 tarihine bakarak tahminen 238/853 yılı kabul edilmektedir. Matüridî’ Türktür

Matüridî, Karamitiler, Şiiler ve Mu’tezile mezhebiyle mücadele etmiştir. Mücadelenin en büyük bölümünü Mu’tezile’ye karşı yaptığı münazaralar teşkil etmiştir. Çağdaşlarından Ebu’l-Kasım Abdullah el-Ka’bi (vefatı: 317/929) Bağdat’ta Mu’tezile akımının başıydı. Matüridî Kitap el-Tevhid adlı eserinde Ka’bi’nin görüşleriyle mücadele etmiştir. Ayrıca üç kitabına karşı da üç kitapla cevap vermiştir.

Bu sıralarda doğuda Matüridî genel olarak Mu’tezililerle ve özel olarak da onların Bağdat grubuyla mücadele ederken, çağdaşlarından el-Eşari’nin de Irak’ta Mu’tezililerin Basra koluna karşı aynı görevi üstlendiğini görüyoruz

Maturidi'nin Eserleri

Kelam tarihi boyunca yazılan eserlerde, Matüridî’nin eserlerinin tamamının listesi yer almamıştır. Ancak biz İstanbul Yüksel İslâm Enstitüsü’nde 1971 yılında ‘Ebu Masur el-Matüridî’ ve ‘Tevilatü’l-Kur’ân’ konusunda öğretim tezi hazırlayan Muhammed Eroğlu’nun taksim ve sırasına göre aktarmayı uygun buluyoruz:

  1. Matüridî'’in kelam, cedel ve fırkalar hakkındaki eserleri:
    Kitap et-tevhid, Risâle fi’l-âkaid, Şerh’ül fil-ekber, Reddü evaili’l-edille li’l-Kâ’bî, Reddü tekzîbi’l cedel li’lKâbî, Reddü usuli’l-hamse li’lBâhilî, Reddü kitabi’l-imame li ba’dı’r-ravafıd, er-Redd ‘ale’l-karâmıta, Reddü kitabi’l-Kâ’bî fi va’îdi’l-füssâk, Beyanü vehmi’l Mu’tezile, Kitab el-makâlât, Kitâbu tefsiri’l-esma ve’s-sıfat
  2. Matüridî’nin usule dair eserleri:
    Me’ahizü’şerai’ fî usûli’l-fıkh, el-Cedel fi usûlil-fıkh, Ed-Dürer fi usû’lid-din, el-Usûl.
  3. Matüridî’nin tefsir ve Kuran ilimlerine dair eserleri:
    Te’vilatü’l-Kur’ân, Risâle fi mâ la yecûzü’l vakfu aleyhi fi’l Kur’ân

2.3. Şafiî

Safiî mezhebinin öncüsü ve müctehid imamlardan biri.

Hicrî 150/Miladî 767 yilinda Filistin'in Gazze sehrinde dogdu. Babasi Idris bir is için Gazze'ye gitmis, orada iken vefat etmisti. Dedelerinden biri olan Safiî Ibn es-Sâib'e nisbeten Safiî olarak bilinir. Soyu Abd-i Menâf'ta Hz. Peygamber'in soyuyla birlesir.

Sâfiî mezhebinin usûlü kitap, Sünnet, icma ve kiyasa dayanmaktadir.

Hanefî ve Mâlikîlerin kabul ettigi istihsanla ameli terketti ve "istihsani kullanan kendisi seriat koymustur" görüsünü ileri sürdü. Istihsani geçersiz kilmak ve tenkid etmek için "Ibtalü'l-Istihsân"isimli risâlesini kaleme almistir (bk. "Istihsan" mad.).

2.4. Eş’arî

İmam-ı Eşari

Ehl-i sünnetin iki itikad imamından biridir. İsmi, Ali bin İsmail’dir. Künyesi, Ebu'l-Hasen'dir. 260 veya 266 (m. 879) senesinde Basra'da doğdu. 324 veya 330 (m. 941) da Bağdat'ta vefat etti. Basra kapısı ile Kerh arasındaki kabristana defnedildi. Soyu, Eshab-ı kiramdan büyük bir sahabeye dayanmakta olup, şeceresi şöyledir: Ali bin İsmail bin İshak bin Sâlim bin İsmail bin Abdullah bin Musa bin Bilal bin Ebi Bürde bin Ebu Müsel-Eşari'dir.

İmam-ı Eşari, üvey babası ile mutezile kelamcılarından olan Ebu Ali Cübbai'nin talebesi olduğundan, bu bozuk yol üzerine yetiştirilmişti. 40 yaşına kadar mutezile fırkasında bulundu. Bu fırkanın meşhurlarından oldu. 40 yaşından sonra, Ramazan-ı şerifte gördüğü rüyada Peygamber efendimizin emri üzerine, bu bozuk yoldan dönüp, ehli sünnet itikadına girdi.

Eserleri:

İmam-ı Eşari hazretlerinin eserleri, beş grupta toplanır:

1. Kırk yaşından önce mutezile iken yazdığı eserler. Bunları sonradan iptal etmiştir.

2. Felsefecilere, yahudi, hıristiyan ve mecusilere yazdığı reddiyeler.

3. Hariciye, mutezile, şia ve zâhiriyye fırkalarına yazdığı reddiyeler.

4. Makalatlar

5. Kendisine sorulan suallere cevap olarak yazdığı risaleler ve diğerleri.

2.5. Ahmet Yesevî

Türkistan'da yetişen büyük velilerdendir. Adı Ahmet bin İbrahim bin İlyas Yesevi olup, Piri Sultan, Hoca Ahmet, Kul Hace Ahmet diyede tanınır. Babası Hace İbrahim'in nesebi Hz. Alinin oğlu Muhammet bin Hanefi'ye dayanır. Hicri 5. asrın ortalarında doğduğu tahmin edilmektedir. Ahmet Yesevi çok küçük yaşta babasını, 7 yaşındada annesini kaybetmiştir. Yesi şehrinde ilim ve terbiye tahsiletmiştir. Bundan dolayı YESEVİ nisbetiyle şöhret bulduğu kabul edilmiştir. Yesi'de, önce Arslan Baba Hazretlerinden ders aldı. Arslan Baba'nın vefatıyla Buhara'ya gitti. Orada Ehli Sünnet alimlerinden Yusuf Hamedaniye bağlandı ve manevi ilimleri tahsil etti. İnsanlara doğru yolu göstermek için ondan icazet (diploma) aldı.

Buhara bu tarihlerde Karahanlıların hakimiyeti altındaydı ve devrin en büyük ilim merkezlerinden biriydi. Dünyanın çeşitli yerlerinden talebeler buraya gelip ilim tahsil ediyorlardı. Buhara'da güçlü bir Hanefi Fıkıh geleneği mevcuttu. Hoca Ahmet Yesevi Buhara'da bir müddet ders verdi. Daha sonra bu vazifeyi başkasına devredip Yesi'ye döndü ve burada talebe yetiştirmeye başladı. Büyüklüğü ve şöhreti kısa zamanda Maveraünnehir, Horasan ve Harzem dolaylarına yayıldı. Zamanın en büyük ve üstün evliyelarından oldu. Zahiri ve batını bütün ilimlerde derin alim olan Ahmet Yesevi Hazretleri, Hızır Aleyhisselam ile görüşür sohbet ederdi. Günün büyük bölümünü ibadet ve zikir ile geçirirdi. Zamanında arta kalan diğer bir kısmında, talebelerine zahiri ve batını ilimleri öğretir, günün kısa bir bölümünde ise, alınteri ile geçimini sağlamak üzere, tahta kaşık ve kepçe yapıp bunları satardı.

Ahmet Yesevi Hazretleri yetiştirdiği talebelerinin her birini bir memlekete göndermek suretiyle İslamiyetin doğru olarak öğretilip yayılmasını sağladı. Onun bu şekilde gönderdiği talebelerinden bir kısmı da Anadoluya geldiler. Bu vesileyle onun yolu Anadoluda yayılıp tanındı. Anadolunun Müslüman Türklere yurt olması, onun manevi işaretiyle hazırlandı. Talebelerinin gayretiyle Anadolu ebediyyen Türk yurdu oldu.

Ahmet Yesevi Hazretlerinin en önemli özelliği, Arapça ve Farsça bilmesine rağmen çok sade bir Türkçe ile Hikmet denilen eğitici sözleri, Türkistan Türkleri üzerinde büyük izleri bırakmış olmasıdır. Bu hikmetli sözlerde şeriat erkanını ve tarikat adaplarını anlatmıştır. Yesevi Ocağı aynı zamanda bir tarikattır. Önemli ve büyük tarikatlardan Nakşilik ve Bektaşilik, Yeseviliğin kollarıdır. Yeseviliğin, adapları müridlerin uyması gerekli hususlar ve ahkamları vardır. Yesevi dergahı, fakirler, yoksullar, yetim ve çaresizler için bir sığınak yeriydi. Bu dergahlar aynı zamanda, tekke edebiyatının ilk temsil edildiği yerler olmuştur. Ahmet Yesevi Hazretleri tekke edebiyatının ilk temsilcisidir. Bu vesileyle Anadoludaki Türk edebiyatının yeşerip gelişmesine zemin hazırlamış, Yunus Emre gibi büyük şairlerin yetişmesine sebep olmuştur. Bu şekilde yetiştirdiği talebelerinden tayin ettiği halifeleri şunlardır;

Mansur Ata, Abdulmelik Ata, Süleyman Hakim Ata (Bu Türkler arasında en meşhur halifesidir) Muhammed Danişmend, Muhammed Buhari (Sarı Saltuk) Zengi Ata, Tac Ata v.b. Bu halifelerinin yetiştirdiği birçok talebe ki; Ahi Evran, Hacı Bektaş, Mevlana, Taptuk Emre, Yunus Emre gibi talebeler Anadoluda, Ahmet Yesevi Hazretlerinin çizdiği yolda ilerlemişler ve Türk dilini, edebiyatını, kültürünü özellikle İslam dinini doğru olarak gelecek nesillere aktarmışlardır. Sade bir Türkçe ile Halkın anlayacağı, sohbet tarzındakiHikmet adlı şiirleri, Çin'den, Marmara sahillerine kadar yayılıp, Türk Milletine manevi ışık olmuştur. Ahmet Yesevi Hazretleri Hicri 590 (1194) de Yesi şehrinde vefat etmiştir. Kabri üzerine türbe, 200 yıl sonra, Timur Han tarafından inşa edilmiştir.

"Kafir bile olsan, hiç kimsenin kalbini kırma. Çünkü kalbi kırmak Allh'ü Taala'yı kırmaktır. Gönlü kırık zavallı garip birini görsen, yarasına merhem koy, yoldaşı ve yardımcısı ol."

2.6. Ahî Evran

Ahî Evren'in tam adı Şeyh Nasreddin Mahmut el-Hoyî'dir. Hoyî nispetinden de anlaşılacağı gibi, Ahî Evren aslen Azerî Türklerinden olup, Azerbaycan'ın Hoy kasabasındandır. Ahî Evren'in tahminî olarak Hicri 567 (Miladi 1175)'de Hoy'da doğduğu ve 93 yıl yaşadığı, büyük bir ihtimalle Türkmenlerin devrin Selçuklu sultanına karşı başlattıkları Kırşehir isyanında öldürüldüğü ifade edilmektedir

Ahî Evren lakabı ile meşhur olan Şeyh Nasreddin Mahmut el Hoyî'nin çocukluğu ve ilk eğitim dönemi, memleketi olan Azerbaycan'da geçtikten sonra, Horasan'a giderek Fahrettin Razî'nin eğitim halkasına katılır ve ondan feyz alır. Fahrettin Razî'nin büyük kelâm âlimi olması, Şeyh Nasreddin Mahmud'un da eğitim halkasında Şer'i ilimleri öğrendiğini ortaya koymaktadır. İlk tasavvufî terbiyesini Horasan ve Maveraunnehir'de Yesevî dervişlerinden alır. Zaten adı geçen yerlerde Yesevî tarikatı yaygındır

Anadolu'ya gelen Ahî Evren ilk önce Kayseri'ye yerleşmiş ve burada bir debbağlık atölyesi kurmuş, Şeyhi ile beraber Anadolu'nun şehir, kasaba ve köylerini dolaşarak Ahîlik anlayışının yayılmasına ve teşkilatlanmasına öncülük etmiştir

Ahî Evren devrin Selçuklu sultanı I. Alaaddin Keykubat tarafından sevilmiş ve sultana yakın olmuştur. Bu devirde tarikat pirlerinin, siyasî faaliyetlere iştirak ettikleri, hatta bazen sultanların üzerlerindeki nüfûzlarının hissedildiği bilinen bir gerçektir

Ahî Evren, Mürşidu'l-Kifaye ve Yezdân Şınaht isimli eserlerini Konya'da sultan Alaaddin Keykubad'a sunmuş ve onun isteği ile İbn Sîna'nın "Risale fi'n-Nefs'in Natıka" isimli eserini Farsça'ya çevirmiştir. Sultanın oğlu tarafından (II. Gıyaseddin) zehirlenerek öldürülmesinden sonra, Ahî Evren'in devrin sultanı ile münasebeti azalmıştır. Çünkü, devrin sultanı II. Gıyaseddin'e karşı komplo hazırlamakta olan sadrazam Sadettin Köpek tarafından kurulan bir teşkilata yardım etmekle suçlanan Ahî Evren ve birçok Ahî tutuklanarak, işkencelere maruz kalmışlardır. Aslında Ahîler II. Gıyaseddin'e karşı oldukları gibi, Ahî dostu olan Kemalettin Kamyar'ı öldürten Sadettin Köpek'e de karşı idiler.

II. Gıyaseddin'in ölümü üzerine yerine geçen oğlu II. İzzeddin Keykavus, babası zamanında tutuklanan Ahî ve Türkmenleri serbest bırakmıştır. Beş sene tutuklu kalan Ahî Evren de serbest bırakılmış ve Denizli'ye gitmesine müsaade edilmiştir. Menakıb-nâmelere göre burada bahçıvanlık yapmış, Denizli'de belirli bir müddet kaldıktan sonra yerine talebesi ve müridi olan Ahî Sinan'ı halife bırakarak Konya'ya dönmüştür.

Ahî Evren'in Konya'ya dönüşü özellikle Mevlevîler tarafından hoş karşılanmamış, Moğol yönetimini benimseyen Mevlevîlerle Ahîler arasında çekişmelerin yeniden şiddetlenmesine zemin oluşturmuştur. Mevlevîlerle Ahîlerin arasında cereyan eden çekişmenin bir diğer sebebi de; Türkmenlerin, devlet yönetiminde bulunan Fars unsuruna karşı çıkmaları ve yönetimi ele geçirme arzusundan kaynaklandığı ifade edilmektedir

Mevlevîlerin Moğol yanlısı bir tavır takınmaları ve Ahîlerle olan çekişme ve mücadeleleri Mevlânâ'nın şeyhi Şems-i Tebrizî'nin öldürülmesine kadar devam etmiş, Şems-i Tebrizi'nin öldürülmesi üzerine Ahî Evren Hz. Mevlânâ'nın oğlu Ala'ud-Din Çelebi ile beraber Kırşehir'e gidip oraya yerleşmişti

Bir kısım Ahî ileri gelenleri de Moğol baskısının ulaşamadığı uçlara gitmişlerdir ki, bunlar ileride Osmanlı Beyliğinin kuruluşunda önemli rol oynayacaklardır.

Başta Ahî Evren olmak üzere bütün Ahî müritleri diğer Türkmenlerle birlikte putperest Moğol istilasına ve Moğol yönetimini benimseyenlere karşı direnmişlerdir. Özellikle Kayseri şehrinde olan Ahîler bu direnişlere öncülük etmişler, fakat ihanete uğramaları neticesinde kılıçtan geçirilmişlerdir. Ahî Evren'in o sırada tutuklu oluşu katliamdan kurtulmasını sağlamıştır

II. İzzeddin Keykavus ile IV. Rukneddin Kılıçaslan arasında cereyan eden saltanat kavgası ve Moğolların Kılıçaslan'ı desteklemesi sonucu, Kılıçaslan tahta oturmuş, bunun üzerine II. İzzeddin Keykavus'u tutan Ahî ve Türkmen ileri gelenleri tekrar katliama tâbi tutulmuşlardır. Bu arada Kırşehir Emirliğine Nureddin Caca tayin edilmiştir.

Kırşehir'de ikâmet etmekte olan Ahî Evren ve diğer büyükler, bu tayine karşı çıkarlar ve ayaklanırlar. Ankara, Aksaray, Çankırı, Kastamonu ve Uçlarda isyanlar başlar ve en büyük isyan ve direniş Kırşehir'de olur. Kırşehir üzerine asker sevk edilir ve isyan edenler kılıçtan geçirilir. Bu isyanda Ahî Evren ve Mevlâna'nın oğlu Alaaddin Çelebi de muhtemelen öldürülmüşlerdir. 1261 yılına rastlayan bu hadise ile Ahî Evren'in hayatı son bulmuş, fakat fikirleri uzun yıllar varlığını korumuştur. Ahîlik anlayışı Osmanlı'nın sosyal hayatı vasıtasıyla günümüze kadar ulaşmıştır

2.7. Hacı Bektaş Veli

Hacı Bektaş-ı Veli (1281 - 1338)

Gerçek ismi, Seyyid Muhammed bin İbrahim Ata olan , Hacı Bektaş-ı Veli Horasan'ın Nişabûr şehrinde 1281 senesinde doğdu.

İlk eğitimini Şeyh Lokman-ı Perende’den aldı. Lokman-ı Perende, Ahmed-i Yesevi’nin halifelerinden olup, zahir ve batın ilimlerinde derin bilgilere sahipti. Bektaş Veli Lokman-ı Perende’nin gözdesiydi. Ve rivayetlere göre kendinde olağanüstü haller gerçekleşiyordu.

Hacı Bektaş-ı Veli, eğitimini tamamladıktan sonra Anadolu'ya geldi. Halka doğru yolu göstermeye başlayan ve kıymetli talebeler yetiştiren Hacı Bektaş-ı Veli, kısa zamanda tanınarak büyük rağbet gördü. Bu sırada Anadolu'da dini, iktisadi, askeri ve sosyal teşekkül olan ve kendisinin de bağlı olduğu "Ahilik Teşkilatı" ile büyük hizmetler yapan Hacı Bektaş-ı Veli ve talebeleri, Osmanlı sultanları tarafından da sevildi ve hürmet gördü.

Bu sıralarda kuruluş devrinde olan Osmanlı Devleti'nin sağlam temeller üzerine oturmasında büyük hizmetleri oldu. Sultan Orhan zamanında teşkil edilen “Yeniçeri Ordusu”na dua ederek, askerlerin sırtlarını sıvazladı. Böylece Hacı Bektaş-ı Veli'yi kendilerine manevi pir olarak kabul eden Yeniçeri Ordusu, manevi hayatını ve disiplinini ona bağladı. Hacı Bektaş-ı Veli, asırlarca Yeniçeriliğin piri, üstadı ve manevi hamisi olarak bilindi. Bu bağlılık ve muhabbet, Yeniçerilerin sulh zamanındaki talimleri ve harplerdeki gayret ve kahramanlıklarında çok müsbet neticeler verdi. Bütün bunlar, halk ile Yeniçeriler arasındaki yakınlığı kuvvetlendirdi.

Yeniçeriler, dervişler gibi cihad azmiyle dolu ve görülmemiş derecede kahraman ve fedakar oluşlarında, bu hadiseler müsbet tesirler gösterdi. Yeniçerilerin; "Allah, Allah! İllallah! Baş uryan, sine püryan, kılıç al kan. Bu meydanda nice başlar kesilir. Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyan! Kulluğumuz padişaha ayan! Üçler, yediler, kırklar! Gülbang-i Muhammedi, Nûr-i Nebi, Kerem-i Ali... Pirimiz, sultanımız Hacı Bektaş-ı Veli..." diyerek savaşa başlamaları, bunun manidar bir ifadesidir.

Hacı Bektaş-ı Veli'nin Makalat adlı Arapça bir eseri vardır. 1338 senesinde vefat eden Hacı Bektaş-ı Veli'nin derslerini ve sohbetlerini takip ederek onun tarikatına bağlananlara, tasavvuftaki usûle uyularak "Bektaşi" denildi.

Makalat'ın asıl nüshaları tetkik edildiğinde, onun; İslam dinine sıkı sıkıya ve sağlam bir şekilde bağlı, İslamiyete uymayan davranışlara şiddetle karşı çıkar.

ÖĞÜT

“Tarikatın, tasavvuf yolunun ilk makamı, bir alime canı gönülden bağlanıp, tövbe etmektir. Tövbe, canı gönülden olan pişmanlıktır ve mutlaka yapılmalıdır. Tövbe ederken gözyaşı dökmelidir. Tövbeyi kabul edecek Allahü Tealadır. Tövbe ettikten sonra O'na tevekkül etmelidir. İkinci makamı, talebe olmaktır. Üçüncü makamı, mücahede, nefse zor gelen, nefsin istemediği şeyleri yapmaktır. Dördüncü makamı, hocaya hizmettir. Beşinci makamı, korkudur. Altıncı makamı, ümitli olmaktır. Yedinci makamı, şevktir ve fakirliktir. Marifetin birinci makamı edep, ikinci makamı, korkudur. Üçüncü makamı, az yemektir. Dördüncü makamı, sabır ve kanattır. Beşinci bakamı, utanmaktır. Altıncı makamı, cömertliktir. Yedinci makamı, ilimdir. Sekizinci makamı, marifettir. Dokuzuncu makamı, kendi nefsini bilmektir."

MENKIBE

Hacı Bektaş-ı Veli, her gün gelip, şimdiki dergahının bulunduğu yere otururdu. Onu sevenler; "Galiba Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri burada bir dergah bina edilmesini istiyor, o yüzden gelip buraya oturuyor" dediler. Daha sonra Hacı Bektaş-ı Veli'nin hizmetini gören Sarı İsmail'e, Hacı Bektaş'ı sevenlerden biri, buraya bir dergah yaptırmaya niyet ettiğini söyledi. Sarı İsmail de, gelip durumu hocasına arz etti. Hacı Bektaş-ı Veli; "Ona söyle. Bir usta getirsin. Biz istediğimiz büyüklükte bir daire çizelim. Ayrıca yeteri kadar taş getirtip, yonttursun, hazır etsin." dedi.

Sarı İsmail, bu durumu o şahsa bildirince, çok sevindi ve hemen bir mimar getirdi. Hacı Bektaş-ı Veli de kalkıp, mübarek eliyle şimdiki dergahın bulunduğu yeri çizdi. O mimar da, dergahın inşası için yetecek kadar taş getirtip yontturdu. Taşların yontulma işinin bittiği gecenin sabahı, herkes, dergahın yapılmış olduğunu gördü. Dergahı yaptıracak kimse, derhal Sarı İsmail'in yanına gelip; "Ben bu binanın yaptırılması için usta getirdim, taş getirdim ve yaptırma sevabına kavuşmak istedim. Fakat her kimse bir gecede yaptırmış." diyerek üzüntülerini belirtti. Sarı İsmail, durumu derhal hocası Hacı Bektaş-ı Veli'ye bildirdi. Bunun üzerine Hacı Bektaş-ı Veli; "Ey İsmail! O beni sevene söyle, bu dergahı zahirden birisi gelip yaptırmadı. Allahü Tealanın izni ile bir anda yapıldı. Sevabı yine onun amel defterine yazılmıştır." dedi. İsmail durumu derhal o kimseye bildirdi. O zat da Allahü Tealaya şükür secdesi yaptı.

2.8. Mevlânâ

Mevlana Muhammed Celaleddin-i Rumi (1207 - 1273)

Mevlana'nın asıl adı Muhammed Celaleddin'dir. Mevlana ve Rumi de, kendisine sonradan verilen isimlerdendir. Efendimiz manasına gelen Mevlana ismi, ona, daha pek genç iken Konya'da ders okutmaya basladığı tarihlerde verilir. Bu isim sems-i Tebrizi ve Sultan Veled'den itibaren Mevlana'yı sevenlerce kullanılmış; Adeta adı yerine sembol olmuştur.
Rumi, Anadolu demektir.

Mevlana'nın, Rumi diye tanınması, geçmiş yüzyillarda Diyari Rum denilen Anadolu ülkesinin vilayeti olan Konya'da uzun müddet oturması, ömrünün büyük bir kismının orada geçmesi ve nihayet türbesinin orada olmasındandır.
Mevlana'nın doğum yeri, bugünkü Afganistan'da bulunan, eski büyük Türk kültür beldesi Belh'tir.

Mevlana'nın Doğum tarihi ise (6 Rebiu'l Evvel, 604) 30 Eylül 1207'dır. Bazı araştırmacıların tespitine göre, O'nun doğum tarihi 1182'dir.
Asil bir aileye mensup olan Mevlana'nın annesi, Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harezmsahlar (1157 Dogu Türk Hakanlığı) hanedanından Türk prensesi, Melike-i Cihan Emetullah Sultan'dır.
Babası, Sultanü'l-Ulema (Alimlerin Sultani) ünvanı ile tanınmış, Muhammed Bahaeddin Veled; büyükbabasi, Ahmet Hatibi oglu Hüseyin Hatibi'dir. Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'den ayrılmak zorunda kalmış Sultânü'I-Ulemâ 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'den ayrılmıştır.

Sultânü'I-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuş burada tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaşmışlardır. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.

Sultânü'I Ulemâ Nişabur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ'be'ye hareket etmiştir. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) gelip Karaman'da Subaşı Emir Mûsâ'nın yaptırdıkları medreseye yerleşmişlerdir.

1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'/-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kalmışlardır. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlenmiş bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu olmuştur. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yapmıştır. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.

Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti'nin egemenliği altında idi. Konya'da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi. Alâeddin Keykubâd Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet edip ve Konya'ya yerleşmesini istemiştir.

Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni ikametlerine tahsis ettiler.

Sultânü'l-Ulemâ 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etmiştir. Mezar yeri olarak, Selçuklu Sarayının Gül Bahçesi seçilmiştir. Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'ndaki bugünkü yerine defnolunmuştur.

Sultânü'I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplanmış Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak görmüşlerdir. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar vermeye başlamıştır.

Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaşmıştır. Mevlâna Şems'de "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştür. Ancak beraberlikleri uzun sürmemiş Şems aniden ölmüştür.

Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü vefat etmiştir.

Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.

MEVLÂNA'NIN ESERLERİ

MESNEVİ
Mesnevî, klâsik doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır. Sözlük anlamıyla "İkişer, ikişerlik" demektir. Edebiyatta aynı vezinde ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım şekillerine Mesnevî adı verilmiştir.

Her beytin aynı vezinde fakat ayrı ayrı kafiyeli olması nedeniyle Mesnevî'de büyük bir yazma kolaylığı vardır. Bu nedenle uzun sürecek konular veya hikâyeler şiir yoluyla söylenilecekse, kafiye kolaylığı nedeniyle mesnevî tarzı seçilir. Bu suretle şiir, beyit beyit sürüp gider.

Mesnevî her ne kadar klâsik doğu'şiirinin bir şiir tarzı ise de "Mesnevî" denildiği zaman akla "Mevlâna'nın Mesnevî'si"gelir. Mevlâna Mesnevî'yi Çelebi Hüsameddin'in isteği üzerine yazmıştır. Kâtibi Hüsameddin Çelebi'nin söylediğine göre Mevlanâ, Mesnevî beyitlerini Meram'da gezerken,otururken, yürürken hatta semâ ederken söylermiş, Çelebi Hüsameddin de yazarmış.

Mesnevî'nin dili Farsça'dır. Halen Mevlâna Müzesi'nde teşhirde bulunan 1278 tarihli, elde bulunan en eski Mesnevî nüshasına göre, beyit sayısı 25618 dir.

Mesnevî'nin vezni : Fâ i lâ tün- Fâ i lâ tün - Fâ i lün'dür

Mevlâna 6 büyük cilt olan Mesnevî'sinde, tasavvufî fikir ve düşüncelerini, birbirine ulanmış hikayeler halinde anlatmaktadır.

DİVAN-I KEBİR
Dîvân, şairlerin şiirlerini topladıkları deftere denir. Dîvân-ı Kebîr "Büyük Defter" veya "Büyük Dîvân" manasına gelir. Mevlâna'nın çeşitli konularda söylediği şiirlerin tamamı bu divandadır. Dîvân-ı Kebîr'in dili de Farsça olmakla beraber, Dîvân-ı Kebîr içinde az sayıda Arapça, Türkçe ve Rumca şiir de yar almaktadır. Dîvân-ı Kebîr 21 küçük dîvân (Bahir) ile Rubâî Dîvânı'nın bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Dîvân-ı Kebîr'in beyit adedi 40.000 i aşmaktadır. Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr'deki bazı şiirlerini Şems Mahlası ile yazdığı için bu dîvâna, Dîvân-ı Şems de denilmektedir. Dîvânda yer alan şiirler vezin ve kafiyeler göz önüne alınarak düzenlenmiştir.

MEKTUBAT
Mevlâna'nın başta Selçuklu Hükümdarlarına ve devrin ileri gelenlerin.e nasihat için, kendisinden sorulan ve halli istenilen diıü ve ilmi konularda ise açıklayıcı bilgiler vermek için yazdığı 147 adet mektuptur. Mevlâna bu mektuplarında, edebî mektup yazma kaidelerine uymamış, aynen konuştuğu gibi yazmıştır. Mektuplarında "kulunuz, bendeniz" gibi kelimelere hiç yer vermemiştir. Hitaplarında mevki ve memuriyet adları müstesna, mektup yazdığı kişinin aklına, inancına ve yaptığı iyi işlere göre kendisine hangi hitap tarzı yakışıyorsa o sözlerle ve o vasıflârla hitap etmiştir.

Fİ Hİ MA Fİ H
Fîhi Mâ Fih "Onun içindeki içindedir" manasına gelmektedir.. Bu eser Mevlâna'nın çeşitli meclislerde yaptığı sohbetlerin, oğlu Sultan Veled tarafından toplanması ile meydana gelmiştir. 61 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerden bir kısmı, Selçuklu Veziri Süleyman Pervane'ye hitaben kaleme alınmıştır. Eserde bazı siyasi olaylara da temas edilmesi yönünden, bu eser aynı zamanda tarihi bir kaynak olarak da kabul edilmektedir. Eserde cennet ve cehennem, dünya ve âhiret, mürşit ve mürîd, aşk ve semâ gibi konular işlenmiştir.

MECÂLİS-İ SEB'A
(Yedi Meclis) Mecâlis-i Seb'a, adından da anlaşılacağı üzere Mevlâna'nın yedi meclisi'nin, yedi vaazı'nın not edilmesinden meydana gelmiştir. Mevlâna'nın vaazları, Çelebi Hüsameddin veya oğlu Sultan Veled tarafından not edilmiş, ancak özüne dokunulmamak kaydı ile eklentiler yapılmıştır. Eserin düzenlemesi yapıldıktan sonra Mevlâna'nın tashihinden geçmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Şiiri amaç değil, fikirlerini söylemede bir araç olarak kabul eden Mevlâna, yedi meclisinde şerh ettiği Hadis'lerin konuları bakımından tasnifi şöyledir :

1. Doğru yoldan ayrılmış toplumların hangi yolla kurtulacağı.
2. Suçtan kurtuluş. Akıl yolu ile gafletten uyanış.
3. İnanç'daki kudret.
4. Tövbe edip doğru yolu bulanlar Allah'ın sevgili kulları olurlar.
5. Bilginin değeri.
6. Gaflete dalış.
7. Aklın önemi.

Bu yedi meclis'de, asıl şerh edilen hadislerle beraber, 41 Hadis daha geçmektedir. Mevlâna tarafından seçilen her Hadis içtimaidir. Mevlâna yedi meclisinde her bölüme "Hamd ü sena" ve "Münacaat" ile başlamakta, açıklanacak konuları ve tasavvufî görüşlerini hikaye ve şiirlerle cazip hale getirmektedir. Bu yol Mesnevî'nin yazılışında da aynen kullanılmıştır.

2.9. Yunus Emre

Yunus Emre (1238 - 1328)

Türk halk şairlerinin tartışmasız öncüsü olan ve Türk'ün İslam'a bakışını Türk dilinin tüm sadelik ve güzelliğiyle ortaya koyan Yunus Emre, sevgiyi felsefe haline getirmiş örnek bir insandır. Yaklaşık 700 yıldır Türk milleti tarafından dilden dile aktarılmış, türkü ve ilahilere söz olmuş, yer yer atasözü misali dilden dile dolaşmış mısralarıyla Yunus Emre, Türk kültür ve medeniyetinin oluşumuna büyük katkılar sağlamış bir gönül adamıdır. Bazı kaynaklarda Anadolu'ya gelen Türk boylarından birine bağlı olup, 1238 dolaylarında doğduğu rivayet edilirse de bu kesin değildir; tıpkı 1320 dolaylarında Eskişehir'de öldüğü yolundaki rivayetlerde olduğu gibi. Batı Anadolu'nun birkaç yöresinde "Yunus Emre" adını taşıyan ve onunla ilgili görüldüğünden "makam" adı verilen yer vardır. Bir garip öldü diyeler Üç gün sonra duyalar Soğuk su ile yuyalar Şöyle garip bencileyin diyen Yunus, belki de doğduğu ve yaşadığı topraklardan çok uzaklarda bu dünyadan göçüp gittiğini anlatmak istemektedir. Türkiye'nin pek çok yerinde Yunus Emre'nin mezarı olduğu iddia edilen pek çok mezar ve türbe vardır. Bunlardan başlıcaları şöyle sıralanabilir: Eskişehir'in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy; Karaman'da Yunus Emre Camii avlusu; Bursa; Kula ile Salihli arasında Emre Sultan köyü; Erzurum, Duzcu köyü; Isparta'nın Keçiborlu ilçesi civarı; Aksaray; Afyon'un Sandıklı ilçesi; Ordu'nun Ünye ilçesi; Sivas yakınında bir yol üstü. Görüldüğü gibi sayı ve iddia hayli kabarıktır. Bazı belgeler, Yunus Emre'nin asıl mezarının Karaman veya Sarıköy'de olduğuna işaret etmektedir. Nitekim, 1970'li yılların başında Sarıköy'deki mezarın Yunus'a ait olduğuna kesin gözüyle bakılarak bu köye Yunus Emre adı verildi ve oradaki bir bahçe içine anıt dikildi. 1980'li yıllarda ise, 1350'de yapılmış olan Karaman'daki Yunus Emre Camii'nin yanındaki mezarın onun gerçek mezarı olduğu iddia edildi. Aslında bu durum, Yunus Emre'nin Türkler tarafından ne kadar sevildiği ve benimsendiğinin çarpıcı bir örneğidir. Gerçekten de halktan biri olan Yunus Emre, halkın değer, duygu ve düşüncelerini dile getirişi itibariyle tarihimizin en halkla barışık aydınlarından biri olma özelliğine sahiptir. Türk tasavvufunun dilde ve şiirde kurucusu olan Yunus Emre'nin şiirlerinde ahlak, hikmet, din, aşk gibi konuların hemen hepsi tasavvuftan çıkar ve tasavvuf görüşü çerçevesinde bir yere oturtulur. Mısralarında didaktik ahlak telkinlerinde bulunan Yunus Emre, "gönül kırmamak" konusuna ayrı bir önem verir ve "üstün bir değer" olarak şiirlerinde bu konuyu özenle işler. Bu arada Yunus Emre'yi öne çıkaran bir başka önemli özelliği de, şiirlerinde işlediği konuları ve telkinleri bizzat kendi hayatında uygulamasıdır. "Din tamam olunca doğar muhabbet" diyen Yunus, İslam'ın sabır, kanaat, hoşgörürlük, cömertlik, iyilik, fazilet değerlerini benimsemeyi telkin eder. Yunus'un sanat anlayışı, dini ve milli değerleri bağdaştırdığı mısralarında kendini gösterir; millileşen tasavvufa, Türkçe'nin en güzel ve en güçlü özelliklerini kullanarak tercüman olur. Gerçekten de 11,12 ve 13. asırlarda Türkistan ve Anadolu Türkleri arasında çok yayılan tasavvufun Türk şairleri arasında iki büyük sözcüsü vardır: Türkistan'da Ahmet Yesevi, Anadolu'da Yunus Emre... Yunus Emre'nin tasavvuf anlayışında dervişlik olgunluktur, aşktır; Allah katında kabul görmektir; nefsini yenmek, iradeyi eritmektir; kavgaya, nifaka, gösterişe, hamlığa, riyaya, düşmanlığa, şekilciliğe karşı çıkmaktır. Yunus Emre aynı zamanda bütün insanlığa hitap eden büyük şairlerdendir. Bu anlamda Mevlana'nın bir benzeridir. O'nun Mevlana kadar çok tanınmayışı ise, bir yandan kullandığı dil olan Türkçe'nin Batı'da Farsça kadar bilinmemesi, öte yandan da Türk aydınlarının O'nu ihmal etmesindendir. Yunus'taki insanlık sevgisi, neredeyse kendisiyle özdeşleşmiş "sevgi felsefesi"nin bir parçası ve hatta sonucudur. Nitekim Yunus'un insan sevgisini ilahi sevgi ile nasıl bağdaştırdığını gösteren en çarpıcı mısralarından birisi "Yaradılanı hoş gör / Yaradan'dan ötürü"dür. Yunus Emre'ye göre insanlar, din, mezhep, ırk, millet, renk, mevki, sınıf farkı gözetilmeksizin sevilmeyi hak etmektedirler. Madem ki insanoğlu ruh yönüyle Allah'tan gelmektedir; öyleyse insanlar hiçbir şekilde birbirlerinden bu anlamda ayrılamazlar. Yaşadığı çağın gerçekleri göz önünde bulundurulduğunda Yunus'un bir başka önemli tarafı ortaya çıkar: Yunus Emre, hükümetsizlik içinde çalkalanan ve Moğol istilaları ile mahvolan Anadolu topraklarında ortaya çıkan sapık batınî cereyanların hiçbirine kapılmadığı gibi, bu akımların Türklerin bütünlüğüne zarar vermesi tehlikesi karşısında da engelleyici bir rol üstlenmiştir. Bu bakımdan bakıldığında Yunus Emre, hem Türk şiirinin kurucusu, hem de milli birliğin önemli tutkallarından biridir. Yunus Emre, kelimenin tam anlamıyla "milli bir sanatçı"dır. Tıpkı, Nasrettin Hoca, Köroğlu, Dadaloğlu veya Karacaoğlan gibi... Yunus Emre'nin şiirlerinde en fazla işlenmiş temalar; İlahi aşk, Din, Ahlak, Gurbet, Tabiat, Ölüm ve faniliktir.

2.10. Hacı Bayram Veli

Hacı Bayram Veli (1352 - 1429)

Türk, mutasavvıf. Bayramilik Tarikatını kurmuş, Tanrı'nın insan gönlünde görünüş alanına çıktığı inancını savunmuştur.

Gerçek adı Numan olan Hacı Bayram Veli, Ankara yakınlarında Solfasol köyünde doğdu, Ankara da, bugün Hacı Bayram Camii'nin bulunduğu yerde öldü. Babası, tarımla geçinen Koyunluca Ahmed'dir. Numan, bir süre babasının tarlasında çalıştı.;okumaya olan eğilimini sezen babası, onu Ankara'da Karamedrese'ye verdi. Numan orayı bitirince, bilgisini arttırmak amacıyla, Bursa'ya gitti, orada da bir süne öğrenim gördükten sonra Ankara'ya döndü. Önceleri Halveti ve Nakşıbendi tarikatlarından esinlendi, kısa süre içinde konuşmalarının etkisi, bilgisinin genişliğiyle ün sağladı. Ününü duyan Şeyh Hamidüddin, onu Kayseri'ye çağırdı. Numan Kayseri'ye gidip bir süre Şeyh'in yanında kaldı. Kurban Bayramı'nda geçen bu olay nedeniyle Şeyh ona "Bayram" adını verdi. Bir süre sonra Şeyh ile hacca gidince Hacı Bayram, Kayseri'de Şeyh Hamidüddin'den tarikat geleneğine göre "ışık" denen gerekli bilgiyi aldıktan sonra kendini tasavvufa verdi, sonradan Bayramilik adıyla bilinen tarikatın ilk öğelerini oluşturdu. Çevresinde toplananların çoğalması, tasavvuflal ilgili düşüncelerinin şeriatla bağdaşmaması üzerine, kendisine kuşkulu, sakıncalı bir kimse diye bakıldı. Durumu öğrenen Sultan II. Murad, onu Edirne'ye getirtti., bilgisinin derinliği, yüreğinin arınmışlığı karşısında duygulanınca söylenenlere inanmadı, onu Ankara'da Karamedrese'ye, sonra Bursa Medresesi'ne Müderris olarak atandı. Hacı Bayram Şeyh Hamidüddin'in ölümünden sonra, müderrisliği bıraktı, yaşamını tekkesinde, çevresinde toplananları yetirtirmekle geçirdi. Düşüncelerini içeren Öztürkçe şiirler yazdı.

Hacı Bayram Veli'nin tasavvufla ilgili görüşleri, kendinden sonra gelenlerce belli bir inanç düzeni olarak benimsenen Bayramilik'te son biçimini almıştır. Varlık birliği anlayışına dayanan, insanla, Tanrı'yı birbirine yaklaştırma amacına güden Bayramilik'in uyulması gereken kesin ilkeleri "zikr" denen töreni oluşturur. Bayramilik'e göre bir anış, Tanrı'ya ulaşmak için kendini olgunlaştırma eğitimi olan bu tören açık ve gizli ya da sesli ve sessiz olmak üzere iki türlüdür. Törene katılacak dervişler, bir daire oluşturacak biçimde diz çökerek otururlar. Sonra şeyhin yönetimi altında Tanrı adları yüksek sesle anılır. Hangi adların anılacağını şeyh saptar. Bu törende dervişler gözlerini yumarlar. Bu da Tanrı'dan başka bir varlık görmemek kendini tanrıya vermek anlamına gelir.

Hacı Bayram Veli'nin geliştirdiği inanca göre temel varlık Tanrı'dır. Tanrı bütün evreni kaplamıştır, tektir, önsüz-sonsuzdur, yaratıcıdır. Kendini tasavvufa veren bir kimsenin uyması, bağlanması gereken üç ilke vardır:

A) Bütün işlerin, eylemlerin kaynağı Tanrı'dır, İnsan bir araç durumundadır. İnsan istenci tanrısal istencin bir bölümü niteliğindedir.

B) Tanrı bütün varlıklarda görünür, gerçekte varolmak Tanrı'nın görünmesidir;

C) Bütün nitelikler (sıfatlar) birer tanrısal görünüştür. Hacı Bayram Veli, bu üç ilkeyi tevhid-i ef'al (eylemlerin birliği) tevhid-i sıfat (nitelikler birliği), öz birliği kavramlarıyla açıklar. Tasavvufta varlık birliği olarak nitelenen bu inanca göre düşünen Tanrı'dır; yaratan ve eylemde bulunan Tanrı'dır.

Hacı Bayram Veli,kişinin içine kapanarak bütün geçici varlıklardan yüz çevirerek derin düşünceye dalmasıyla Tanrıyı bir ışık olarak gönlünde görebileceği kanısındadır. Ona göre insan gönlünde, karşılıklı,iki yay vardır. Bu yaylardan biri gönülden dışarı taşmayı, evrene açılmayı, evrende görünen tanrısal varlığı kavramayı sağlar. Gerçekte gönül bütün biçimler içinde en olgunu olan bu dairedir. Kişinin gönlünde tanrısal varlığı görebilmesi için cezbe, muhabbet, sırr-ı ilahi denen üç ilke daha vardır. Bunlardan birincisi bütün varlıklardan yüz çevirip Tanrıya yönelme, aşırı bin kıvanca kapılma anlamına gelir. İkincisi Tanrı'dan başka bir varlığı sevmeme, Tanrı'nın ancak sevgiyle bilinebileceğine inanmaktır. Üçüncüsü de tanrısal gizeme varmadır. Bu ilkeleri uyguladıktan sonra son aşama Tanrı'ya varma gelir. Bunun da üç kuralı vardır.

a) Bütün eylemleri yok sayarak yalnız tanrıyı düşünmek, bütün eylemlerde tanrıdan başka bir varlık olmadığına inanmak. b) Bütün niteliklerin Tanrıdan geldiğini kavramak, Tanrı dışında bir niteliğin bulunamayacağı kanısına ulaşmak. c) Tanrı özünden başka bir öz bulunmadığı sonucuna vararak kendi varlığının yokluk olduğunu bilmek.

Hacı Bayram Veliye göre tek gerçek olan Tanrı'ya ulaşmak, onu gönülde bir ışık olarak görmekle sağlanabilir. Bu da olgunluğun en üst aşamasına çıkmış kişi için söz konusudur. Bunlar bilginin öğeleri durumundadır. Varlık birliği denen bütünü oluşturur.

Bayramilik'teki bütün düşünce ve inanç öğeleri yeni değildir. Tanrı'nın bir ışık olarak görünüş alanına çıkışı, bütün varlık türlerinin Tanrı'sal bir yansıma sayılışı akımdan kaynaklanır. Dairenin en olgun biçim diye anlaşılması da Pythagoras ile Aristoteles öğretilerinden beslenen bir görüştür. Aristoteles açık örneğidir. Sağ, sol, ön, arka ,üst, alt gibi altı yönü bir felsefe sorunu durumuna getiren Aristoteles'tir. Hacı Bayram Veli, felsefeden kaynaklanan bu inanç öğelerini doğrudan doğruya inceleyerek değil tasavvuf geleneğiyle öğrenmiştir. Onun kurduğu Bayramilik'ten Şemsiye ve Melâmiye adlı iki tarikat doğmuş, bu ikisinden de türlü kollar türetmiş, düşüncelerinin

etkisi Anadolu'da büyük olmuştur.

TÜRKLERİN İSLAMIN KORUNMASINDA VE YAYILMASINDAKİ KATKILARI:

1-Karahanlılar: İlk Müslüman devlet olan Karahanlılar İslamı Oğuz ve Uygur boyları arasında yaymışlar ve kurdukları yönetimle batıl inançlarla mücadele etmişlerdir.

2-Gazneliler: hükümdarları Mahmut ve oğlu Mesut zamanında İslamı Hindistan’da yaymışlardır.

3-Büyük Selçuklular ; kuruluşundan yıkılışına kadar bir çok hizmetler yapmışlardır.Selçuk Bey bozulan Türk birliğini yeniden kurmuş, Çağrı ve Tuğrul Beyler Abbasilerin zayıf düştüğü bir durumda batıl inançlara karşı İslamı korumuş ve Kafkasları ele geçirmiş, Alparslan gibi hükümdarlar Anadolu’yu fethedip Türk yurdu yapmış ve İslamı Anadolu’ya taşımış,Melik şah ve veziri Nizamül Mülk Kurdukları Nizamiye Medreseleriyle İslamın daha iyi öğretilmesini sağlamışlardır.Bu devlet zamanında yetişen Ahmet Yesevi gibi Türk düşünürleri ve alp erenleri İslamı anlatılması,yaşanması ve korunması açısından büyük gayretler göstermişlerdir.

4-Anadolu Selçuklu devleti;İslamı Anadolu’da hem yerleştirmiş ve yaymış,hem de haçlı seferleriyle düzenlenen hücumları engellemiştir.Kurdukları teşkilat ve tarikatlar ile ( Ahilik ve Lonca teşkilatı , vakıflar ,Mevlevilik , Bektaşilik, Bayramiyye vs.)

Sosyal ve kültürel faaliyetlerin , imaretin ( hastaneler ,kervansaraylar ,okullar , kütüphaneler vs.),ekonominin ve ordunun gelişmesini sağlamışlardır.Bu devlet zamanında Alaaddin Keykubat gibi idareciler ,Mevlana ve oğlu Sultan Veled , Hacı Bayram Veli,Hacı Bektaş-ı Veli ,Sadettin Konevi,Yunus Emre gibi düşünürler yetişmiştir.

5-Eyyubiler ve Memlükler; Selahattin Eyyubi başkanlığında Mısırda Şii Fatımi devletini ele geçirmiş yerine Sünni bir devlet kurmuşlar ,Haçlılara karşı Kudüs şehrini korumuş ve islama karşı yıkıcı faaliyetleri engellemişlerdir.

6-Osmanlılar; kuruluşundan yıkılışına kadar hem Avrupa’da ,Kuzey Afrika’da ,hem de Anadolu ve doğuda Hindistan’a kadar İslamı en geniş yayılma alanına ulaştırmışlar,idare , hukuk ,adalet ,imaret ,kültür faaliyetleri ile İslamın ve Türklüğün ilelebet yaşaması için

gayret göstermişler ve yıkılmaz denilen Hıristiyanlığın kalelerinden sayılan İstanbul’u ele geçirip yeni bir çağ başlatmışlardır.

Yorum Gönder

 
Top